Türkiye'de siyasal kutuplaşma, artık yalnızca farklı siyasi görüşlerin bir arada var olma mücadelesi değildir.
Bugün geldiğimiz noktada kutuplaşma, hakikatle kurulan ilişkinin de kutuplaşmasıdır.
Gerçeklik, bireylerin dünyaya baktığı pencereden içeri süzülen ışıkla değil, ideolojik filtreden geçirilen bir illüzyonla şekillenmektedir.
Bir eylemin, bir söylemin ya da bir suçun nasıl değerlendirileceği, artık o eylemi gerçekleştirenin kimliğine göre değişmektedir.
Bu durum, siyasi ahlakın yerini aidiyet psikolojisine bıraktığı bir çağın alametidir.
İdeolojik körlük, bireyin yalnızca karşısındakini düşmanlaştırmasına yol açmakla kalmaz, aynı zamanda kendi cephesindeki yanlışlara da sessizleşmesini beraberinde getirir.
Bu sessizlik bir suskunluk değil, aktif bir meşrulaştırmadır.
Toplumsal vicdanın, adalet duygusunun ve kamusal aklın buharlaştığı bir ortamda, artık kimlikler ilkelerin önüne geçmekte; "bizimkiler" yapınca meşru, "ötekiler" yapınca lanetli bir eylemler hiyerarşisi doğmaktadır.
Bu durumun yalnızca bir toplumsal eğilim değil, sistematik bir zihniyet kırılması olduğunu gösteren pek çok örnek vardır.
Sosyal medya gibi yeni nesil iletişim araçları, kutuplaşmayı yalnızca görünür kılmakla kalmamış; adeta kamplaşmayı körükleyen, manipülasyonu teşvik eden bir sanal arenaya dönüşmüştür.
Gerçek ile kurmaca arasındaki sınırın silikleştiği bu zeminde, doğrular yerini sloganlara, düşünce yerini tepkiselliğe bırakmaktadır.
Bu bağlamda, özellikle muhalif kimliğiyle öne çıkan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) çevresinde gözlenen bazı refleksler, hakikatle kurulan ilişkinin ne derece ideolojik motivasyonlarla belirlendiğini ortaya koymaktadır.
Bir müteahhidin sahte diploması karşısında seferber olan çevrelerin, yolsuzlukları "bizim adamımız" mantığıyla göz ardı etmesi, siyasal kutuplaşmanın ahlaki düzlemi ne denli tahrip ettiğinin göstergeleridir.
Gerçeğin ideolojiye göre eğilip bükülmesi, yalnızca muhalefeti değil, tüm siyasal alanı içten içe çürütmektedir.
Bugün Türkiye'nin ihtiyacı olan şey, hakikate tarafsızca yaklaşabilen, ilkeleri kimliklerin önüne koyan ve siyaseti bir hesaplaşma değil, bir inşa alanı olarak gören zihinsel bir inkılaptır.
Ancak bu şekilde, kutuplaşmanın yıprattığı toplumsal doku yeniden onarılabilir.
CHP'nin değişmeyen kodları: Muhafazakârlığın yeni adı mı?
Cumhuriyet Halk Partisi, kurucu bir misyonun mirasçısı olarak Türkiye siyasetinin en köklü aktörlerinden biri olmasına rağmen, zaman içinde bu tarihsel mirası bir yenilenme dinamiğine dönüştürmek yerine, bir dogmaya dönüştürme eğilimi göstermiştir.
Parti içinde ve etrafında şekillenen siyasal kültür, zamanla bir tür fikir muhafazakârlığına evrilmiş; "değişim" söylemleri, özde değil, yalnızca şekil düzeyinde kalmıştır.
Bu durumun en görünür sonucu, farklı düşünenlere tahammülsüzlük, eleştiriye karşı alerjik tepkiler ve kendi dışındakileri "cahil", "gerici" ya da "yetersiz" görme eğilimidir.
CHP seçmen profili içinde hâkim olan bu yaklaşım, klasik anlamda sağ muhafazakârlığın simgelediği değer korumacılığından çok daha katı, çok daha dışlayıcıdır.
Bu anlamda, fikirsel anlamda en muhafazakâr seçmen kitlesi bugün ironiyle de olsa CHP etrafında şekillenmektedir.
Parti çizgisi dışına çıkan her ses ya yok sayılmakta ya da ihanetle damgalanmaktadır.
Siyasi parti değil, neredeyse bir dogmanın kutsal tapınağı gibi davranan bu yapılar, eleştiriyi içten değil, dıştan gelen bir tehdit olarak kodlamakta; bu da parti içi demokratik gelişimi imkânsız kılmaktadır.
Elitist zihniyetin en çarpıcı yansımalarından biri, eğitim ve entelektüellik tartışmalarında ortaya çıkmaktadır.
Harvard mezunu bir siyasetçinin oğlu, eğer "doğru tarafta" değilse, eğitimsiz ya da cahil olarak etiketlenebilmekte; öte yandan sıradan bir ideolojik yoldaş, sadece "bizden" olduğu için "aydın" sıfatıyla yüceltilmektedir.
Bu durum, eğitimin veya entelektüelliğin nesnel bir değer değil, ideolojik bir enstrüman haline geldiğini göstermektedir.
Gerçekten entelektüel olan değil, entelektüel olduğu kabul edilen konuşabilmektedir.
Bu zihinsel yapı, bilim gibi evrensel bir değeri bile araçsallaştırmaktan geri durmamaktadır.
Bilimsel düşünce, bir yöntemden çok bir "etiket" olarak kullanılmakta; bilim, artık bilimin kendisi değil, bir üstünlük sembolü olarak sunulmaktadır.
Bir başka ifadeyle, "bilim" artık bir değer değil, bir parolaya dönüşmüş; sadece belirli bir kesimin erişebileceği, kutsal bir alan gibi sunulmuştur.
Oysa gerçek entelektüellik, her düşünceyle yüzleşebilme cesareti ve her inanca mesafe koyabilen aklî olgunlukla mümkündür.
Bu anlamda CHP çevresindeki birçok sözde entelektüel figür, hakikatin değil, pozisyonun adamı olmayı tercih etmiş; düşünceyi değil, inancı savunur hale gelmiştir.
Bu inanç, ne yazık ki bilimsel değil, ideolojiktir.
Liderlik krizi ve aidiyetin çöküşü: CHP'nin araftaki siyasi kimliği
Her siyasi hareket, varlığını sürdürebilmek ve etkili olabilmek için yalnızca söylem değil, aynı zamanda bir liderlik vizyonuna da ihtiyaç duyar.
CHP için ise bu ihtiyaç neredeyse kronik bir yetersizliğe dönüşmüş durumdadır.
Parti, son on yıllarda yalnızca bir lider bulamama değil, aynı zamanda lider tanıyamama ve liderini sahiplenememe sorunlarıyla da boğuşmaktadır.
Bu yapısal kriz, partiyi kararsız, tepkisel ve sürekli kendi içine bakan bir pozisyona itmiştir.
Ekmeleddin İhsanoğlu örneği, bu krizin en çarpıcı sembollerinden biridir.
Kendi seçmeniyle hiçbir fikrî rezonansa sahip olmayan bir ismin "çatı aday" olarak dayatılması, parti tabanında bir aidiyet kırılmasına yol açmıştır.
Ardından gelen Muharrem İnce süreci, başlangıçta bir umut dalgası yaratmışsa da, seçimin kaybıyla birlikte linç kültürünün nasıl hızla harekete geçtiğini ortaya koymuştur.
Kemal Kılıçdaroğlu ise uzun süren liderliği boyunca partiyi merkezileştirmek adına bazı yapısal hamlelerde bulunsa da, liderliğini karizmatik bir kudretle değil, boşlukların yöneticisi olarak sürdürebilmiştir.
Seçimi kaybetmesinin ardından linçten o da nasibini almıştır.
CHP'de lider, bir yol gösterici değil, geçici bir semboldür; bir aday değil, bir hedef tahtasıdır.
Bu nedenle her lider, göreve geldiği gün umutla karşılanır, ilk yenilgide ise hain ilan edilir.
Bu, yalnızca bir liderlik sorunu değil, aynı zamanda kolektif aidiyet üretme yeteneğinin zayıflığına işaret eder.
Oysa bir siyasi yapı, sadece fikirlerle değil, ortak aidiyet duygusuyla da ayakta kalır.
Aidiyetin olmadığı yerde bağlılık, bağlılığın olmadığı yerde ise istikrar mümkün değildir.
Bu liderlik boşluğu, CHP'nin siyasal kimliğini inşa edememesine de neden olmaktadır.
Parti, uzun süredir pozitif bir siyasi vizyonla değil, Erdoğan karşıtlığı üzerinden varlık göstermektedir.
Bu negatif konumlanma, kendi içinden değerli liderler ya da projeler çıkarma yeteneğini köreltmiş, siyaset üretmek yerine tepki üretmeyi meşru hale getirmiştir.
Bugün Tayyip Erdoğan, hangi siyasi rolde olursa olsun CHP seçmeni nezdinde dışlanacak; buna karşılık Erdoğan karşıtı her figür, yetkinliğine bakılmaksızın yüceltilmeye açık hale gelecektir.
Bu siyasal refleks, nesnel bir değerlendirme kültürünü imkânsız kılmaktadır.
Liderlik krizinin bir diğer boyutu da, partinin hem entelektüel hem de duygusal düzlemde bir önderlik figürü çıkaramamasıdır.
CHP, uzun süredir bir "lider" değil, bir "yönetici" çıkarabilmekte; karizma yerine diplomasi, vizyon yerine pragmatizm ön plana çıkmaktadır.
Bu da toplum nezdinde coşku uyandıracak bir hareketin ortaya çıkmasını zorlaştırmakta, partiyi sürekli bir arayışta tutmaktadır.
CHP'nin içinden geçtiği bu liderlik krizi, sadece kişilere indirgenemez. B
u daha derin bir sorundur: Parti, bir siyasal kimlik oluşturamamış, seçmenine bir yön değil, bir reaksiyon sunabilmiştir.
Siyasi aidiyetin yerini geçici heyecanların alması, buhranı kalıcılaştırmakta; liderin değil, pozisyonun kutsandığı bir yapıda, kurumsal hafıza da, toplumsal karşılık da giderek zayıflamaktadır.
Çifte standartlar ve ideolojik sapmaların günlük pratikleri
Siyasi kutuplaşmanın en sarsıcı tezahürü, ahlaki tutarlılığın kaybıdır.
Bugün Türkiye'de birçok ideolojik grup, savunduğu ilkelere yalnızca karşıtlarını yargılamak için başvurmaktadır.
Bu çifte standart, muhalefet cephesinde de aynı derecede belirgindir.
Özellikle CHP çevresinde yaygınlaşan söylemler, ahlaki ve bilimsel iddiaların yalnızca birer araç haline geldiğini göstermektedir.
İzmir'de yaşanan işçi grevleri örneğinde de benzer bir ikiyüzlülük ortaya çıkmıştır.
Grev, iktidar içinse desteklenir, ama bu grev "bizim belediyemizde" oluyorsa artık bir tehdittir ve lokavt gerekir.
Sosyalist söylemi dilinden düşürmeyen çevrelerin, sınıf mücadelesi pratiğinde nasıl sermaye dostu refleksler geliştirdiği bu örnekte çıplak biçimde görülmüştür.
Oysa adil bir siyaset, hangi belediyede olursa olsun işçinin hakkını savunmayı gerektirir.
Ancak CHP çevresinde işçinin sesi, yalnızca iktidara karşı kullanılabilecek bir gürültüye dönüştürülmektedir.
Türkiye siyasetinde son dönemde dikkat çeken tehlikeli eğilimlerden biri, siyasi muhalefetin giderek daha radikal ve ekonomik anlamda da yıkıcı bir tavır geliştirmesidir.
Bu tutumun en çarpıcı örneklerinden biri, CHP'nin, iktidara yakın olduğu varsayılan yerli markalara karşı başlattığı boykot kampanyalarıdır.
Meselenin vahameti, bu boykotların yalnızca hedef gösterme düzeyinde kalmaması, bir adım öteye taşınarak topyekûn bir ekonomik eylem çağrısına, adeta bir "ulusal alışveriş grevi"ne dönüştürülmesidir.
Kendini muhalif olarak konumlandıran bu gruplar, bir gün boyunca hiçbir alışveriş yapılmamasını, ekonomik çarkların durdurulmasını talep ederek, aslında yalnızca hükümeti değil; bütün bir ülke ekonomisini hedef almışlardır.
Bu tür bir eylem çağrısı, içerdiği retorikle demokrasi, özgürlük ve halktan yana olma iddialarına taban tabana zıt bir pozisyondadır.
Çünkü burada halkı yaşatan esnafı, çalışanı, üreticiyi cezalandırmak pahasına, siyasi bir hırsın doyurulması hedeflenmiştir.
Ekonomik sistemi sabote etmek, muhalefet etmek değil; toplumsal yapıya zarar vermektir.
Boykotun bir başka yüzü ise kültürel linç kampanyasına dönüşmesidir.
Siyasi angajmanı olmayan, herhangi bir açıklama yapmamayı tercih eden sanatçılar, yazarlar, hatta sosyal medya fenomenleri dahi bu cadı avının hedefi haline getirilmiştir.
Sosyal medya üzerinden "neden sessiz kaldın?", "niçin destek vermedin?" gibi suçlayıcı ifadelerle toplumsal bir baskı ortamı inşa edilmiş, bireyin sessiz kalma hakkı bile adeta "ihanet" sayılmıştır.
Bu durum, yalnızca demokrasi anlayışındaki zaafı değil, aynı zamanda bir ideolojinin kendi inançlarına sadakat göstermeyen herkesi "öteki"leştirme refleksini de gözler önüne sermektedir.
Bir diğer çarpıcı konu ise Diyanet İşleri Başkanlığı'na yönelik sistematik ideolojik saldırılardır.
Türkiye'nin 2024 bütçe verileri açıkça göstermektedir ki, Diyanet bütçesi eğitim bütçesinin yanında son derece sınırlıdır: Eğitim için ayrılan 2,2 trilyon TL'ye karşılık, Diyanet'in bütçesi yalnızca 130 milyar TL'dir.
Bu, eğitim bütçesinin Diyanet bütçesinin yaklaşık 17 katı olduğu anlamına gelir.
Üniversitelere ayrılan 488 milyar TL ise, Diyanet bütçesinin yüzde 1'inin tam 375 katına tekabül etmektedir.
Buna rağmen bazı çevreler, Diyanet'e ayrılan bütçeyi abartarak "entelektüel devrim" adına bu kurumu hedef göstermekte, böylece dini yapıları sistematik olarak itibarsızlaştırmaktadır.
Özellikle bir profesörün "Diyanet bütçesinin yüzde biri eğitime aktarılırsa entelektüel devrim olur" iddiası, rakamsal ve mantıksal bir temelden yoksundur.
Aslında mesele eğitim değil, Diyanet üzerinden İslam'la hesaplaşmadır.
Bilimsel bir argüman değil, ideolojik bir öfke söz konusudur.
Bilim, burada sadece bir maske; altındaki hakikat ise din karşıtlığıdır.
Ne hazindir ki, bu söylemler de yine "aydınlık" adı altında alkışlanmaktadır.
Tüm bu örnekler bize şunu göstermektedir:
CHP çevresindeki birçok söylem, ilkesel değil tepkiseldir; nesnel değil, seçicidir.
Bu da siyasal tutarlılığı imkânsız kılmakta, inandırıcılığı zedelemektedir.
Siyasi ahlakın yerini kimlikçi sadakat almış, gerçeğin yerini ise inşa edilmiş anlatılar doldurmuştur.
Türkiye'de ideolojik körlüğün en tehlikeli yanı da budur: Gerçekle kurulan ilişki, kimlik ve aidiyete göre sürekli yeniden kurgulanmakta; hakikat, bu kurgunun
Bu tür söylemlerin temelinde yatan motivasyon, kamusal kaynakların rasyonel kullanımına yönelik kaygılardan çok, İslam'ın kamusal alandaki görünürlüğüne duyulan tepkidir.
Laiklik adına yapılan bu tür müdahaleler, özünde bir seküler tahakküm arayışıdır.
Diyanet, yalnızca dini hizmet sunan bir kamu kurumu değil; aynı zamanda Türkiye toplumunun tarihsel ve sosyolojik hafızasında yer etmiş bir temsildir.
Bu nedenle Diyanet'e yönelen her saldırı, kamuoyunda yalnızca bir kurumun değil, inanan geniş bir toplum kesiminin temsil hakkının hedef alınması olarak okunmaktadır.
Eğitim gibi stratejik bir alanda reform ihtiyacı elbette tartışılmalıdır.
Ancak bu reform çağrısı, dini kurumları aşağılamak, inançlı insanları karikatürize etmek ve bilim adı altında ideolojik üstünlük kurmak şeklinde kurgulandığında, toplumsal bütünlüğe zarar vermekte, kutuplaşmayı daha da derinleştirmektedir.
Oysa gerçek bilimsel gelişim, düşmanlaştırıcı değil; kapsayıcı, birleştirici ve çoğulcu bir zeminde gerçekleşebilir.
Bugün üniversitelerimizin sorunları, yalnızca kaynak yetersizliğinden değil; eleştirel düşüncenin yerini alan dogmatik akademik iklimden, siyasi eğilimlere göre şekillenen akademik kadrolardan ve üniversite-toplum kopukluğundan kaynaklanmaktadır.
Yani sorun sadece bütçe değil; zihniyet meselesidir.
Türkiye'nin geleceği, din-devlet-toplum ilişkilerinin çatışmacı değil, uyumlu bir zeminde inşa edilmesine bağlıdır.
Seküler tektipleştirme çözüm değildir.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish