Suudi Arabistan'ın Suriye hamlesi ne anlama geliyor?

Dr. Osman Gazi Kandemir Independent Türkçe için yazdı

Suudi Arabistan Veliaht Prensi ve Başbakanı Muhammed bin Selman ile Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şera / Fotoğraf: SPA

Esad sonrası dönemde Suriye'ye ekonomi ve diplomasiyle dönen Suudi Arabistan, yeni bir etki modeli kuruyor.

Peki bu yeni düzende Türkiye için ne gibi fırsatlar ve zorluklar var?


Mayıs 2025 itibarıyla Ortadoğu'daki güç denkleminde yeni bir hamle gözlerden kaçmadı: Suudi Arabistan, Suriye sahnesine geri döndü.

Ancak bu dönüş, geçmişteki gibi rejim karşıtı milisler üzerinden değil; ekonomi, diplomasi ve yönetişim araçlarıyla şekillenen yeni bir stratejiyle gerçekleşiyor.

Şam'da Beşar Esad sonrası iktidara gelen Ahmed el-Şaraa hükümeti, bölgesel aktörler için hem fırsatlar hem de riskler doğururken, Riyad bu süreci kendi lehine çevirmek için kapsamlı bir yeniden angajman başlattı.


Riyad'ın politika dönüşümü: Savaşçıdan arabulucuya

Suudi Arabistan, Suriye İç Savaşı'nın ilk yıllarında Esad rejiminin devrilmesi hedefiyle muhalif gruplara destek vermiş, özellikle 2011-2015 döneminde aktif bir vekalet savaşı yürütmüştü.

Ancak İran, Hizbullah ve Rusya'nın askeri müdahaleleriyle Esad iktidarını koruyunca Riyad kademeli olarak sahneden çekilmiş, 2023'e gelindiğinde Esad rejimiyle kısmi bir normalleşme başlatılmıştı.

Esad'ın devrilmesiyle oluşan boşlukta, Suudi Arabistan bu kez yeni bir taktikle, ekonomi ve diplomasi üzerinden nüfuz inşa etmeye yöneldi.

Bu dönüşüm, "savaşçıdan arabulucuya" geçişin tipik bir örneği.

Riyad artık askeri değil, kurumsal ve finansal etkisini kullanarak bölgede konumlanmak istiyor.

Yeni Şam yönetimiyle kurduğu ilişki, sadece İran'ın etkisini kırma hedefi taşımıyor; aynı zamanda Arap dünyasının bölge üzerindeki söz hakkını yeniden tesis etme amacını da barındırıyor.


Diplomasi ve para: Yeni dönemin araçları

Suudi Arabistan'ın yeni Suriye stratejisi, askeri değil; diplomatik ve ekonomik araçlarla yürütülüyor.

En dikkat çekici adımlardan biri, Suudi Arabistan ve Katar'ın Şam'daki kamu çalışanlarının maaşlarını finanse etme kararı oldu.

Aylık 29 milyon doları bulan bu destek, devletin temel işlevlerini sürdürebilmesini amaçlıyor.

Ayrıca, Dünya Bankası'na olan 15 milyon dolarlık borcun Riyad ve Doha tarafından üstlenilmesi, 14 yıl aradan sonra bu kurumun Suriye'ye dönmesini sağladı.

Bu girişimler, sadece "devlet kapasitesini onarmak" anlamına gelmiyor.

Aynı zamanda, Şam üzerindeki nüfuzu kalıcılaştırmak, yönetimin yönelimini şekillendirmek ve İran'ın geri dönüşünü önlemek gibi stratejik hedefler de güdülüyor.

Riyad, Suriyeli mültecilerin dönüşü, Captagon kaçakçılığının engellenmesi ve Suriye'nin tekrar cihatçı şiddet için üs haline gelmemesi gibi güvenlik önceliklerini de sürecin parçası haline getirmiş durumda.


İdeolojik hat: "Ilımlı İslam" söylemi ne kadar gerçekçi?

Suudi Arabistan'ın Suriye'de milliyetçi-ılımlı İslam temelinde bir düzen inşa etme arzusu, kendi içindeki dinî doktrinle çelişen bir görüntü sunuyor.

Vehhabi-Selefi geçmişiyle bilinen Riyad, şimdi HTŞ kökenli bir hükümetten ılımlı, kapsayıcı bir yönetişim talep ediyor.

Bu çelişki, sadece Şam'daki yönetim için değil, Riyad'ın kendisi için de ideolojik bir sınav olabilir.

Öte yandan Suudi Arabistan'ın İbrahim Anlaşmaları çerçevesinde İsrail'le kurduğu yakınlaşmanın, Şam'da İran karşıtı milliyetçiliği teşvik etme çabasına örtük destek sağladığı da unutulmamalı.

Bu da Riyad'ın sadece ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik mesajlar taşıyan bir rol oynamaya çalıştığını gösteriyor.


İran'ın kaybı, Suudi Arabistan'ın kazancı mı?

İran için Suriye, bir yandan müttefik diğer yandan Lübnan'daki Hizbullah'a silah ve milis transferi için çok önemli bir kara köprüsüydü.

Tahran'ın bu nedenle Suriye'ye yaptığı doğrudan yatırımların toplamı yaklaşık 30 milyar doları bulmuştu.

Ancak Esad rejiminin devrilmesiyle bu altyapı büyük ölçüde çöküşe uğradı.

Yeni hükümetin İran karşıtı tavrı, İran'ı "önemini koruma" mücadelesine itti.

Bu boşluk, Suudi Arabistan'ın diplomatik manevrasına eşsiz bir zemin sundu.

İran'ın Şam üzerindeki doğrudan nüfuzu silinirken, Riyad hem Arap dünyasını yeniden canlandırmak hem de bölgesel liderlik iddiasını tahkim etmek için sürece dâhil oldu.

Bu, klasik vekalet savaşı modelinden uzak, çok daha incelikli bir nüfuz inşası modeli olarak dikkat çekiyor.


Unutulmaması gereken aktörler: ABD ve Rusya

Riyad'ın bu yeni rolü, Trump yönetiminin verdiği stratejik destekle güç kazanıyor.

Mayıs 2025'teki Körfez ziyaretinde açıklanan 142 milyar dolarlık savunma anlaşması ve 600 milyar dolarlık yatırım paketi, Washington'un Riyad'a açık çek sunduğunu gösterdi.

Ancak ABD'nin Suriye'deki askeri varlığı, PYD/YPG ile ilişkileri ve İsrail'in güvenlik kaygıları gibi konular Suudi hamlelerini sınırlayan dinamikler olmaya devam ediyor.

Öte yandan Rusya'nın da sahadan tamamen çekildiği söylenemez.

Tartus Limanı ve Hmeymim Üssü üzerinden bölgede varlığını sürdüren Moskova, yeni hükümete açık destek vermese de stratejik "veto" gücünü elinde tutuyor.

Özellikle enerji projeleri ve askeri altyapı üzerinden Rusya'nın sessiz etkisi dikkate alınmalı.


Türkiye açısından rekabet mi, uzmanlaşma mı?

Ankara, Suriye'de hâlen en büyük sahadaki askerî güç ve diplomatik angajman sahibi aktörlerden biri.

Ancak Suudi Arabistan'ın ekonomik araçlarla kurduğu yeni etki modeli, bu dengeleri zorluyor.

Türkiye'nin askeri temelli yaklaşımı ile Riyad'ın diplomatik-yatırım odaklı modeli arasındaki farklılık, ilk etapta birbirini tamamlayabilir gibi görünse de ilerleyen aşamalarda alan çatışmasına dönüşme potansiyeli taşıyor.

Özellikle HTŞ gibi gruplara yaklaşım farklılıkları, Türkiye ile Suudi Arabistan arasında bölgesel vizyon ayrışmasına yol açabilir.

Ankara'nın müttefiki Katar'ın Suudi çizgisine yaklaşması ise bu denklemi daha karmaşık hâle getiriyor.
 


Fırsatlar ve zorluklar: Türkiye ne kazanabilir, ne kaybedebilir?

Fırsatlar:

  • İran'ın Suriye'deki geleneksel nüfuzunun zayıflaması ve vekil güçlerinin etkinliğini kaybetmesi, Tahran'ın dış politikasında daha rasyonel ve ekonomik temelli açılımlara yönelmesine zemin hazırlayabilir. Bu durum, Türkiye ile İran arasında bölgesel enerji projelerinde daha fazla iş birliği ihtimali doğurur. Türkiye, doğu-batı enerji geçişlerinde sadece bir transit ülke değil, aynı zamanda yön verici bir aktör olabilir. Özellikle doğalgaz, hidrojen ve elektrik enterkonnektör sistemleri gibi alanlarda Körfez-İran-Türkiye üçgeni, stratejik bir enerji koridoruna dönüşebilir.
     
  • Savunma sanayiinde ortaklıklar: Türkiye'nin SİHA, radar sistemleri ve siber savunma gibi alanlardaki tecrübesi; Körfez ülkeleri için çekici bir ortaklık zemini yaratmaktadır. Suudi Arabistan'ın millî savunma sanayii kurma hedefleriyle Türkiye'nin tecrübesi örtüşmektedir. Teknoloji paylaşımı, ortak üretim ve Ar-Ge yatırımları üzerinden stratejik ortaklıklar inşa edilebilir.
     
  • Çok taraflı diplomasi: İslam İşbirliği Teşkilatı, Astana Süreci ve Türk Devletleri Teşkilatı gibi platformlar üzerinden yumuşak güç kapasitesi artırılabilir. Bu platformlar aynı zamanda Türkiye'nin bölgesel arabulucu kimliğini pekiştirme potansiyeli taşır.

Zorluklar:

  • Dengeleyici rolün zayıflaması: Riyad'ın çok kutuplu dış politika çizgisi, Türkiye'nin klasik "dengeleyici güç" rolünü sorgulatabilir. Suudi Arabistan'ın Batı ve Çin ile eşzamanlı ilişkileri, Türkiye'nin tek merkezli ittifak stratejisini zorlayabilir.
     
  • Arabuluculuk zeminindeki daralma: Suudi Arabistan'ın Şam ile kurumsallaşan ilişkileri, Türkiye'nin diplomatik nüfuz alanını sınırlayabilir. Katar gibi ara aktörlerin Suudi çizgisine yaklaşması da bu etkiyi güçlendirebilir.
     
  • İdeolojik rekabet: Türkiye'nin sahadaki bazı unsurlarla ilişkisi, Suudi Arabistan'ın ılımlı İslam ve milliyetçilik temelinde kurmaya çalıştığı düzenle çelişebilir. Bu durum hem Batı kamuoyunda hem de bölgesel meşruiyet mekanizmalarında Ankara'yı zorlayabilir.
     
  • YPG/PYD/SDG gibi yapılar konusunda hem ABD hem Suudi Arabistan'ın yaklaşımı, Türkiye'nin güvenlik politikalarıyla çatışabilir.

Türkiye bu yeni haritada nerede durmalı?

Türkiye'nin bu satranç tahtasında pozisyonunu güçlendirebilmesi için şu 3 başlıkta stratejik uyum geliştirmesi gerekiyor:

  • Askerî etkinin diplomatik ve ekonomik araçlarla desteklenmesi: Sahadaki kazanımlar, diplomatik tanınırlık ve finansal etkiyle perçinlenmedikçe kalıcı olamayacaktır.
     
  • Çok taraflı platformlarda yön verici bir aktör kimliği inşa edilmesi: Türkiye, yalnızca süreçlere katılan değil; süreçleri belirleyen ve yöneten ülke konumuna geçmelidir.
     
  • Stratejik özerklik korunarak esnek ve seçici dış politika uygulanması: Ankara, bloklar arasında savrulmak yerine, çıkar temelli çok yönlü ilişki ağları kurmalı ve rekabetin dilini dönüştürmelidir.

Ankara, yalnızca dengeleyen değil, yön veren bir aktör olursa; Suriye'den başlayarak Ortadoğu'daki yeniden yapılanmanın temel mimarlarından biri olabilir.

Aksi hâlde, bölgedeki oyun kurulurken kenarda bekleyen bir izleyiciye dönüşme riskiyle karşı karşıyadır.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU