Doktora tezi olarak ele almış olduğum "Horasan/Azerbaycan Uygarlık Üreten Medeniyet Havzası" (15. Yüzyıla Kadar) başlıklı çalışmada daha etraflı şekilde incelemeye tabi tutulan medeniyet konusuyla ilgili gelinmiş olan sonuçlara göre küresel boyutta üzerinde durulabilecek iki en önemli uygarlık üreten medeniyet havzası mevcut olmuştur; biri tarihen Sümer, İlam ve diğer yerli medeniyet kümeleri başta olmakla Hz. İbrahim'in babası Tebrizli Azer ile başlayan İbrahimi dinler sürecini de kapsayan Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzası olarak adlandırdığımız kültür havzasıdır.
İkincisi ise Horasan/Azerbaycan kültür havzası menşeli olduklarına dair fikirlerin ağır bastığı Etrüskler'in vaktiyle Tiber ile Arno nehirleri arasına yerleşmesiyle başlayan (milattan önce 8'inci yüzyıl), daha sonra kendisi (Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzası) için güçlü bir alternatif oluşturan Rum Uygarlık Üreten Medeniyet Havzası'dır.
Eski dünyamızda - Avrasya'daki siyasi ve medeni rekabet ve mücadele esas itibarıyla bu iki medeniyet arasında gelişerek devam etmiştir.
Bu süreç, 15'inci yüzyılın ortalarına kadar Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının üstünlüğü ile devam etmiştir.
15'inci yüzyılın başlarından özellikle ortalarından itibaren üstünlük Rum Medeniyet havzasının lehine değişmeye başlamıştır.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Türkmen kökenli Osmanoğulları'nın, II. Mehmet döneminden itibaren İstanbul'da Kayser-i Rum olarak ilan-i vücut etmesi (1453), ardınca III. İvan'ın Ortodoks Rum'un hukuki varisi olarak Moskova'da kendisini Sezar Rum ilan etmesi (1473) ve bunu müteakiben Hindistan yarımadasına dahil olan Portekiz, İspanya, Hollanda ve İngiltere gibi Rum medeniyet havzasının siyasi ve medeni iradesini temsiliyette iddialı olan diğer güçlerin Hindistan'daki hakim Türklere karşı halk kışkırtması ve iç savaşların çıkartılması, yenice bir sekt (sect) olarak oluşturulmuş olan Sihizm (1460'lardan itibaren) üzerinden Babür Türk devletinin padişahı Hümayun şahı tahtından etmeleriyle (1540) beraber bu süreç hız kazanmıştır.
Babür'ün oğlu Hümayun Şah, Tebriz'e sığınarak Türkün has evlatları sayılan Kızılbaşlarla yeniden Hindistan'a dönüp hükumetini ihya etmeyi başardı (1555) ve bu süreç, 1858'e, yani İngilizlerin resmen işgaline kadar sürmüştür.
Ancak kültür havzasında çöküşler artarda devam etmiştir.
Dünya Türklüğünün ilmi, edebi, siyasi ve medeni merkezi sayılan Tebriz'e sığınan ve daha sonra Tebriz'in istenilen açıdan desteğiyle dönüp kendi hakimiyetini yeniden ihya eden sadece Babür Padişahın oğlu Hümayun Şah değildi.
Bu dönem kuralıydı; Tebriz Dünya Türklüğünün "Ümmü'l-Kura"sı (أمّ القرى), yani Şehirlerin Anası olarak kabul ediliyordu.
Bu ilke, kural Kitay'dan (günümüz Çin Halk Cumhuriyeti'nin Kuzeybatısı) Mısır'a, Deşt-i Kıpçak'tan Hindistan yarımadasına, Hindistan'dan doğu Afrika'daki Tanzanya'nın Zengibar adlarına kadar uzanan Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasında siyasi iradeyi ilgilendirecek bütün alanlarda başı derde girecek her kesin, özellikle her bir Türkün baş vurduğu merkez olmuştur.
Bunu Kaşgar, Fergana Vadisi, Kazan, Kafkasya, günümüz Pakistan, Kaşkay (Qashqai), Halep-Şam ve Anadolu Türklerinin halk edebiyatında okunan tarihi manilerimizde açık şekilde göre biliyoruz.
Anadolu Türklüğü ile ilgili örnek olarak Mehmet Fuat Köprülü'nün "Anadolu Türklerinin Halk Edebiyatı" eserinde topladığı manilere bakmak kifayet eder.
Yerigelmişken kaydedilmesi yerinde olur; mevcut Rusya Federasyon'undaki Türklerin tarihi merkezi sayılabilecek "Kazan Şehri", İlhanlı Padişahı Tebrizli Kazan Han'ın Şerifine Tebrizli mühendis ve mimarların inşa ettiği ve ilk yerleşim haline getirdiği Şehir olmuştur.
Vaktiyle Anadolu Türklüğünü temsilen Zağanos'lara karşı direnen ve sonuna kadar mücadelesini sürdüren Türkün yiğit evladı Çandarlı Halil Paşaların doğrudan desteğiyle sonradan Adilşah olarak anılan II. Murad'ın oğlu Yusuf'un Tebriz'e götürtülmesi olayı da buna bir örnektir.
Türklerin desteğiyle Sultan II. Murad'ın yerine geçmesi istenmiştir. Anadolu Türklüğünün başlatmış olduğu bu hareketin Anadolu'da iflasa uğraması ardından II. Murad'ın oğlu Yusuf Hindistan'a götürülerek orada değerlendirilmiş ve orada kendi adına bölge hakimliğiyle (Adilşahîler Devleti 1489-1686) taltif edilmiştir (Muhammed Kâsım Hinduşah bin Gulam Ali el-Esterabadî (ö. m. 1623), "Firişte, Gülşen-i İbrahimî eseri).
Deşt-i Kıpçak'ta Horasan/Azerbaycan medeniyet Havzasının siyasi ve medeni iradesini temsil eden Kızıl Orda devletini ortadan kaldırarak Rum medeniyetinin Ortodoks mümessilliğine soyunan Moskova Knyazı III. İvan'ın Türklere karşı başlatmış olduğu katliamlar sonucunda bölge Türklüğünün iradesi kırılmış ve Tebriz'e sığınmaya başlamışlardır.
Deşt-i Kıpçak ve özellikle günümüz Tataristan bölgesinde bu direniş ve mukavemet savaşları sırasında Safevi devletinin Padişahı Büyük Şah Abbas, Rum Medeniyet Havzasının siyasi iradesini temsilliğe soyunan İvan hanedanına karşı aynı aileden gelen Şehzade ile Kazak Ataman üzerinden alternatif bir Türk devletinin kurulması sürecini başlatmıştır.
Bu mukavemet süreci, 1612'de Safevilerin desteği ve himayesi altında Astarahan/Hacı Tarhan'da Kazak Atamanı Zarutski'nin rehberliğinde kurulması düşünülen "Kazak Devleti" tasarısı, Moskova Devleti tarafından yenilgiye uğratılarak, Ataman Zarutski ve Çarzade İvan'ın da tutularak idam edilmesiyle iflasa uğramıştır.
Nitekim Kitay bölgesi, tarihen bölgesel kültür havzası olarak değerlendirilen Çin medeniyet havzasının siyasi iradesine teslim olmuştur. Deşt-i Kıpçak ve onu müteakiben Kafkasya ve daha sonra Orta Asya ise Sezar Rum olarak anılan Çar Rusya'sı tarafından işgal edilmiştir.
18înci, özellikle 19'uncu yüzyılın başlarından itibaren Kafkasya, Hindistan ve Orta Asya'da Rus ve İngiliz işgaline karşı başlayan mukavemet hareketlerinin iflasla sonuçlanmasının ardından Selçuklu, Cengiz Han ve Emir Timur veraset hukukuna dayanan İran Kaçar devletine tahmil edilen Gülistan 1813 (İran-Rusya Kafkasya ile ilgili), Türkmençay 1828 (İran-Rusya arasında Kafkasya ile ilgili), Paris 1857 (İran-İngiltere arasında Hindistan sınırlarıyla ilgili), Goldsmid 1871, Goldsmid 1872 (İran-İngiltere Hindistan yarımadasının sınırlarıyla ilgili) ve nihayet 1881 Ahal Kele Antlaşmsıyla (İran-Rusya arasında) Orta Asya'nın tamamen Çar Rusya'sına devredilmesi kabul edilmiştir.
Başka bir ifadeyle 1500 yıllık Hazarlardan Kaçarlara kadar (Xezer'lerden Qecer'lere kadar) süregelen Türk Devletçiliği için arta kalan günümüz İran arazisi olmuştur.
İngiltere ile Rusya arasında imzalanmış olan 1907 İran'ı Taksim Anlaşmasıyla ekonomi ve özellikle savunma sistemi hedef alınmıştır.
Ülkenin ekonomik yapısı çöktü. 1917-1921 arası dayatılan açlık ve kıtlık dönemiyle ülkenin 18 milyonluk nüfusunun 8 milyonu helak oldu.
Netice itibarıyla devletin Milli Ordusunu teşkil eden "Kazak", "Kara Süren" ve Polis ile kısmen Jandarma görevini üstlenen "Dargalık" gibi kurum ve kuruluşlarının feshedilmesiyle ülkenin savunma sistemi tamamıyla çöktü.
21 Şubat 1921 İngiliz darbesiyle Türk devleti Defacto ortadan kalktı ve 1925'te De Jure olarak Türk karşıtı Fars Düşünce Sistemine dayalı Pehlevi devleti kuruldu.
19'uncu yüzyılın ortalarından itibaren çökmüş sayılan Horasan/Azerbaycan medeniyet havzası, I. Dünya Muharebesiyle resmen sayfası kapatılmıştır.
I. Dünya Muharebesi'nden sonra küresel boyutta Rum Medeniyet Havzası üzerinden modern biçimde yeniden bir düzenlemeye gidildi.
Türkün tarihen Atayurdu ve Türkün asli-kurucu unsur olduğu ve ülke nüfusunun hala en az yarısından çoğunu teşkil ettiği İran'da, varlığı Fars Düşünce Sistemiyle şartlandırıldı.
Rıza Pehlevi döneminde uygulanan devlet politikaları, İran'daki etnik ve dilsel yapıyı merkezi bir Pers kimliği etrafında şekillendirmeyi amaçlamıştır.
Ferisiye tarikatına (Pharisees Sect) ait hikayelerin 15'inci yüzyıldan itibaren Rum/Yunan mitolojisiyle harmanlaştırılmış ve kurgulanmış olan Pers/Persian anlayışının Deri / Fars dili üzerinden yapay şekilde oluşturulmuş olan Türk Karşıtı Fars Düşünce Sistemi, milli kimlik olarak ortaya konulmuştur.
Devlet siyaseti olarak sert biçimde özellikle ülkenin güney ve merkezi bölgelerinde o cümleden Şiraz, Kirman, İsfahan ve Meşhed gibi şehirlerinde büyük katliamlarla uygulanmıştır.
Bu fikri sistemin en önemli teorisyeni ve uygulayıcısı Bağdat Yahudi'si Mohammad Ali Foroughi (1877-1942) olmuştur.
Fars Düşünce Sistemi'ne dayalı Pers kimlikli modern ulus-devlet inşasının iç faktör olarak esas mimarı yine Foroughi olmuştur.
Foroughi, aynı zamanda hem devlet yapılanmasında hem de Fars dili üzerinden oluşturulmak istenen ulus-devlet oluşumunda iç faktör olarak başlıca rol oynamıştır.
Ayrıca, 1935'te "Fars Dil Kurumu"nun da ilk kurucusu olmuştur.
Pehlevi, devletin yasama, yürütme ve yargı organları ile eğitim sisteminde Farsçanın hâkimiyetini sağlamak suretiyle Türkçe kullanımını resmen ve fiilen sert biçimde yasaklamıştır.
Tarihen Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzası'nın Telim-Terbiye (eğitim) sistemine göre İlahiyat alanı Arapça ağırlıklı, Medrese sistemi Farsça ağırlıklı, Mektep sistemi Türkçe ağırlıklı olmuştur.
Foroughi'nin bu alanda ilk işi, Mektepleri tamamen feshetmek olmuştur.
İran'da siyasi ve milli kimlik olarak yok edilmek istenen Türk ve Türklük ise, Enver Paşa, amcası Halil Paşa, Cemal Paşa ve Talat Paşa gibi şahsiyetlerin 1908 darbesinden sonraki iktidarlarıyla Anadolu'da yeniden gündeme gelmiştir.
Bu süreç Mustafa Kemal Paşanın 1923'te kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti ile taçlanmıştır.
Başka bir ifadeyle Paşalar iktidarıyla ön plana alınan ve Atatürk'ün liderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde devlet-millet kimliği olarak hukuken tescillenen Türklük, isim ve form itibarıyla tarihen Türklerin asli ve kurucu unsur olduğu, Tebriz'in "Ümmü'l-Kura"sı sayıldığı Horasan/Azerbaycan medeniyet havasının modern biçimde siyasi iradesini temsilen Ankara merkezli vücut bulmuş haliydi.
Tebriz başta olmakla İran'da bütün Türk kitlesi hissi romantik olarak Türk ve Türklüğü ön plana aldıkları için hem Enver Paşayı hem amcası Halil paşayı hem de Atatürk'ü severler.
Atatürk'ü, Türklüğü resmen devlet kimliği olarak kabul etmesi için, Enver Paşayı ise onlar için gerçek bir kahramanı hatırlattığı ve onun ardılı hesap ettikleri için çok severlerdi.
Enver Paşa, Tebrizliler için Tebrizli Abdulsamet Han'ı hatırlatıyordu. Ona göre çok sevilirdi.
Enver Paşa'nın Tebrizliler için Tebrizli Abdulsamet Han'ı hatırlattığı söz konusuyken birkaç kelime de Tebrizli Abdulsamet Han'dan bahsetmemiz yerinde olur.
19'uncu yüzyılın ilk yarısında Kacar'ların başlıca hedefleri, Hindistan'da halk direniş cephelerinin oluşturulması ve diğer taraftan arka cephe sayılan Orta Asya'da Buhara Emirliğini merkez alacak, kuzeyde Ruslara, Güneyde İngilizlere karşı Kacar'ların yanında duracak, merkezi bir devletin teşkil edilmesi olmuştur.
Bunun için görevlendirilen en önemli isimlerden biri Tebrizli Abdulsamet Han olmuştur. Tebrizli Abdulsamet Han, uzun süre Hindistan'da halk direniş cephelerinin oluşturulması için ölümüne mücadele etmiştir, orada Britanya ordusu tarafından tutuklanmış, daha sonra halk isyanlarıyla hapisten kurtarılmıştır.
Hapisten kurtarıldıktan sonra merkeze, yani İran'a dönmüştür.
Azerbaycan Darüssaltana'nın Valisi, Devlet'i Aliye'yi Kaçar'ın Ordu başkomutanı, Hakan Feth Ali Şah Kaçar'ın Veliahttı Abbas Mirza'nın huzuruna çıkmıştır.
Bu defa ise Tebrizli Abdulsamet Han, Buhara Emirliğini esas alacak merkezi devlet yapılanmasının oluşturulması için görevlendirilmiştir.
Tebrizli Abdulsamet Han, Hakan ve Devlet koruması olarak has bir şekilde yetiştirilen özel "Kara Sürenler" ordusuna aitti.
Her iki cephede de, yani Hindistan ve Orta Asya'daki görevlerinde Kara Sürenler'e ait özel ordu mensuplarıyla beraber, omuz omuza mücadele etmiştir. Nihayetinde de Orta Asya'da hepsi şehit düşmüşlerdi.
Yeri gelmişken kaydedilmelidir ki, Kara Sürenler ordusu esasen Karadağlı, Kaşkay (Qashqai) ve Horasan'ın has Türklerinden oluşuyordu.
Rusya ve İngiltere'ye ait dönem kayıtlarında, bu konuyla ilgili kifayet kadar bilginin mevcut olmasına bakılmaksızın, modern ulus-devlet dönemi Türkçe, Farsça, Azerbaycan, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen dillerinde, bu konunun ele alındığına dair tarafımca literatür taraması yapılmış olsa da bir çalışma bulunmamıştır.
Fakat Zeki Velidi Togan'ın çalışmalarında bazı ipucu kayıtlar bulunur. Zeki Velidi Togan, Rus ve İngiliz kaynaklarına dayanarak kısa şekilde Tebrizli Abdulsamet Han'ın şahsiyetine değinmiştir.
Evet! Modern ulus-devlet döneminde Türkün tarihen Atayurdu ve Türkün asli ve kurucu unsur olduğu İran'da, varlığı Fars Düşünce Sistemiyle şartlandırılmıştır.
Tebriz Ukelâsı, burada halledici siyasi ve fikri merkez ve akıl mercii olarak karar vermeliydi.
Tarihen merkezi olduğu Medeniyet Havzasının ve onun asli kurucu unsuru olan Türklüğün asırlarca ağır bedelini ödeyen Tebriz, nerde durmalıydı; yeni dünya pay bölüşünde Ferisiye tarikatı (Pharisees Sect) tarafından tahmil edilen Fars Düşünce Sistemini kabul etmek şartıyla hakkına düşen, Türk ve Türklüğünün vahşice mahvedilmesine karar verilen vatanı İran'ı mı, yoksa yenice Ankara'ya transfer edilen kimliğinin ardınca Türkiye'yi mi seçecekti?
Ağır bir durumdu…
Her bir karış toprağını eline alıp sıksan, Türkün kanını fışkıracak olan İran'ı tercih etti.
Önceliği payına düşeni her neyin bahasına olursa olsun korumayı tercih etti.
Ona göre de ülkede Türk karşıtı Fars Düşünce Sistemi'nin esas mimarı olan Foroughi ekibine karşı bürokrasi ve ulema içinde en güçlü Türk karşıtı Fars Düşünce Sistemini kendisi oluşturdu ve Türk kitlesini de Şii İslam'a sımsıkı bağlanmaya itti.
Süreç, 1979'a kadar böyle devam etti.
1979 İran İslam Devrimi sonrası dönemde, etnik meseleler, özellikle Türklerin statüsü, Anayasal düzenlemeler üzerinden şekillenmiştir.
15'inci madde aracılığıyla ilk defa Fars dilinin resmi statü kazanması ve Türkçe başta olmak üzere diğer yerel dillerin gayri resmi konuma itilmesi, Pehlevi döneminde başlayan Türk karşıtı Fars Düşünce Sistemi'nin İslam Cumhuriyeti döneminde de Anayasal düzeye yükseltilerek devam ettiğini göstermektedir.
Bu bağlamda, Humeyni'nin ve çevresindeki liderlerin, Türklerin hem ideolojik hem de siyasi olarak sistem içinde marjinalize ederek Fars Düşünce Sistemine dayalı merkezi otoriteyi güçlendirdiği görülmektedir.
Konumuz açısından oldukça büyük önem arz eden mesele, İslam Devrimi adına ileri sürülen "Ümmü'l-Kura" teorisidir.
1980'li yılların başında, kökenleri Yahudi olduğu tartışılan Laricani ailesine mensup Mohammad Javad Ardeshir Larijani tarafından ileri sürülen "Ümmü'l-Kura" teorisinin, Osmanlı'nın tarihsel bağlamda şekillenen ve "Türk karşıtı Fars Dilli İslam anlayışının" devlet siyasetine dönüştürülmüş bir devamı olarak ortaya konmuş olmasıdır.
Bu teori, bazı çevreler tarafından yeni kurulan İran İslam Cumhuriyeti'ne adeta dayatılmış ve resmî ideolojik çerçevenin temelini oluşturmuştur.
Başka bir ifadeyle, İran İslam Cumhuriyeti, Osmanlı'nın söz konusu tarihsel-siyasi misyonunu üstlenen bir aktör konumuna getirilmiştir. Yürürlüğe konulan bu devlet siyaseti, Türkiye dâhil olmak üzere İslam dünyasında hissi romantizm olarak geniş kitleler tarafından başlangıçta olumlu bir gelişme olarak memnuniyetle karşılanmış olsa da, halkın güvenliği ve geleceğinden sorumlu olan devlet erkânı tarafından ihtiyat ve kaygıyla değerlendirilmiştir.
Nitekim kısa bir süre içerisinde bu yaklaşım, derin ve köklü bir ayrışmanın kaynağına dönüşmüştür.
İran'da devam eden bu süreç, Türkiye'nin Devlet Ukelâsı tarafından endişeyle karşılanmış ve anen profilaktik tedbir olarak, 12 Eylül 1980 askeri darbesi yaşanmış ve netice itibarıyla Türk-İslam sentezcilerinin önü açılarak, "Türk" kavramı İran karşıtı "Turan" ile "İslam" kavramı ise "Osmanlı" ile özdeşleştirilmiş ve bu ikili söylem, alternatif bir devlet anlayışı gibi ön plana çıkarılmıştır.
Bu bağlamda bir düşünelim: Eğer Mohammad Javad Ardeshir Larijani'nin Türk karşıtı Osmanlı misyonunu dayatan Ümmü'l-Kura teorisi, İran İslam Cumhuriyeti tarafından devlet ideolojisi düzeyinde benimsenmemiş ve ülkenin asli kurucu unsuru olan Türk kimliği yok sayılmamış olsaydı, 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasının hemen ardından Orta Asya ve Kafkasya'da ortaya çıkan yeni Türk Cumhuriyetleriyle İran'ın tarihsel bağlara dayalı geniş ve derin ilişkiler ağı kurması an meselesiydi.
Ancak söz konusu teorinin devlet siyasetine dönüştürülmesi, yalnızca İslam dünyasını ideolojik bir çıkmazın içine sürüklemekle kalmamış, aynı zamanda İran'ı da ters bir yöne itmiş ve sonuç itibarıyla ülke açısından kültürel, siyasal ve ekonomik düzeyde ciddi kayıplara yol açmanın yanı sıra etno-sosyo-politik çözülmenin önünü açmıştır.
Diğer taraftan İran devleti adına ileri sürülen "Ümmü'l-Kura" jeopolitiği, Türkiye'nin de Atatürk tarafından ileri sürülen Türklüğünden ve genel olarak modern Türk kimliğinden uzaklaşarak Osmanlıcı bir çizgiye girmesine sebep olmuştur.
Nitekim bölge böyle bir çıkmazın içine mahkûm edilmiştir.
Şu an İran ile Türkiye'nin Halep-Şam dahil Irak ve diğer Arap ülkeleri üzerine yaşadıkları rekabet ve mücadele bu Türk karşıtı Osmanlıcı misyonunun birer ürünüdür.
Netice itibarıyla Türk ve Türklük önemini kaybediyor. Sanki birileri; siyasi kimlik bazında Atatürk Türklüğü İran'dan devraldığı gibi, İran'da Türk karşıtı Fars dilli İslam anlayışını, Osmanoğulları'ndan devralmıştır, der gibidir. Şimdi azınlık Şii İslam (2 milyar Müslümanın yüzde 10–13'ünü Şii Müslüman teşkil eder), nasıl çoğunluk Sünni İslam dünyası (yüzde 87-90) karşısında yetersiz kalıyor, Türkiye'de birçok cihetten özellikle tarih sürekliliği ve kimlik açısından yetersiz ve sığ kalıyor.
Tebriz olmaksızın kurulacak herhangi bir modern Türk devletinin (genel anlamda Türk devleti söz konusudur), dünya Türklüğünün bayraktarlığına soyunması fikri ve ülküsü, tarihi süreklilik açısından oldukça sığ durur ve yetersiz kalır.
Değerli büyüyüm, büyük Devlet adamı, Devlet (E.) Bakanı Rahmetli Sadi Somuncuoğlu'yla sohbetlerimizde söz konusu bu olduğunda şöyle derdi:
İran kedi gibidir, nerden düşerse dört ayağı üstünde düşer, ama Anadolu Türklüğü çok titiz ve dikkatli olmalıdır.
Rahmetli Sadi Somuncuoğlu'nun bu konuları da kapsayan "Patrikhane ve 551 Yıllık Hesap: İstanbul'da Yeni Roma İmparatorluğu" eserini bütün okurlarıma tavsiye ederim.
Çünkü oldukça önemli bir eserdir. Tarih sürekliliği bir millet ve bir devlet için hayati önem arz eder.
Eski Türk Ocakları başkanı Merhum Ulvi Batu'yla görüşümüzde konuştuğumuz bu konuyla ilgili şöyle demişti:
İran Eski tarihine dayanarak bir türlü paçayı kurtarır, ama biz Anadolu Türklüğü bu konuda büyük sorunlar yaşaya biliriz…
İran'ın Eski tarihi Türkün eski tarihidir.
Birincisi, Anadolu Türklüğü, Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının doğrudan birer parçası ve devamı olarak, 15'inci yüzyılın ortalarına kadar yirmiye yakın Türk beylikleri üzerinden temsil edilmiştir.
Tebriz'in odak nokta olduğu Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasından kopuk Anadolu Türklüğünün varlığı ciddi biçimde endişe vericidir. Buna göre bütünlüğümüz hayati önem arz eder.
İkincisi, 15'inci yüzyılın ortalarından 1870'lere, daha net şekilde 1908'e kadar en afifinden Türklükten uzak duran bir Osmanlının var olmasıdır.
Cumhuriyet sonrası Türk kimliğinin siyaset ve devlet kimliği olarak ön plana alan Atatürk'ün bu sosyopolitik zaafı bütün ilikleriyle yaşadığı görülmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Atatürk'ün vefatından sonra hemen Türk Tarih Tezinden imtina etmesi de bununla ilgilidir.
Türk İslam Senteziyle Osmanlıcılığa evrilmenin önünün açılması da bu sosyopolitik zaafla ilgilidir.
Türklüğün kalesi sayılan MHP ve onun Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli gibi bir şahsiyetin Abdullah Öcalan'ın muhatap alınmasıyla başlatmış olduğu yeni süreç de bununla ilgilidir.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan'ın "Türk, Arap, Kürt" kardeşliği, birliği ve bütünlüğü tezisi de bununla ilgilidir.
İYİ Parti, Zafer Partisi, Anahtar Parti ve diğer milliyetçi camianın, Sayın Devlet Bahçeli'nin Öcalan'ı ve PKK'yı muhatap almasına karşı ciddi muhalefette bulunması da yukarıda değinilen yetersizliklerle doğrudan ilgilidir.
Türkiye'nin gerçekten has evlatlarının o cümleden Anahtar Parti'nin Genel Başkanı Sn. Yavuz Ağıralioğlu'nun Sn. Devlet Bahçeli'nin Öcalan ve PKK'yı muhatap almasıyla başlatmış olduğu yeni açılım süreciyle ilgili; "Öcalan Hangi Kapının İtidir!" ifadesi oldukça isabetli olmuştur.
40 yıldır terör örgütüne karşı Türkiye devletinin yanında ve arkasında duran, bedel ödeyen, PKK'ya karşı mücadele eden milyonlarca Kürdün geleceğini PKK ile masaya yatırılması zaman aşamasında telafisi zor sosyopolitik çözülmelere sebep olabilir.
Yavuz Ağıralioğlu'nun siyasi mevkii bu konuyla ilgili oldukça yerinde bir tutum olmuştur ve ben şahsen bu isabetli tutumunu takdir ediyorum.
Kürt kardeşlerimizle ilgili mevcut sorunların giderilmesi, ancak on yıllarca Türkiye devletinin yanında olan Kürtlerin muhatap alınmasıyla çözüme kavuşturula bilir.
Yeri gelmişken kaydedeyim, Yavuz Ağıralioğlu, 2018'de İran'a iadem söz konusu yapılarak göz altına alındığımda Tebriz'de ailemi ziyaret etmesi için heyet gönderen yegâne parti lideri (o dönem İYİ Parti İstanbul Millet Vekiliydi) olmuştur. Bunun için de ayrıca teşekkür ederim.
Sözün özü, Türklük açısından Tarih sürekliliği ve sosyopolitik zaaflar giderilmeden Türkiye'nin Türk Dünyasının merkezi ve bayraktarı olmasına dair fikirler, ancak şiar olarak kalır.
Ama Tebriz merkezli bir Türk devleti için Türklerin asli ve kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan medeniyet havzasının yeniden ihya edilmesi mümkündür ve olması gereken de budur.
Bugün İran'da hiçbir inhitat ve sosyopolitik çözülmeye yol verilmeksizin insani değerlerin ön plana alınmasıyla, adil bir düzen çerçevesinde yapılmış haksızlıkların giderilmesi istenilirse; bunun için yegâne yol Pozitif Ayrımcılık / Positive Discrimination siyasetinin devlet stratejisi olarak ele alınmasına bağlıdır.
Unutulmamalıdır; 1925'ten itibaren Türk Karşıtı Fars Düşünce Sistemi'ne dayalı modern ulus-devlet inşası, devlet siyaseti olarak ele alınmış; tavandan tabana doğru uygulanmaya konulmuş ve "etno-jeopolitik inhilal" olarak anılan zulüm ve baskılar aracılığıyla hâkim olmuştur.
İran Türklüğünün talepleriyse; İran'da Türk ve Türk kimliğinin yeniden ihyasının temin edilmesi amacıyla Türk dilinin resmi, hukuki, zorunlu devlet dili olarak anayasal düzeyde resmen kabul görülmesi ve siyasi iradenin Tahran'dan yeniden Tebriz'e iade edilmesiyle İran dahil, güçlü, büyük ve müreffeh Türk Devletleri Birliğinin oluşturulmasıdır.
Bu ise yine yukarıdan aşağıya doğru yasal düzeyde yapılması gereken bir devlet iradesini gerektirmektedir.
Katliamlarla, zorla Farslaştırılan (kimliksizliği kimlik olarak algılayan) Kirman, Şiraz, İsfahan, Tahran ve Meşhed Türklerinin yeniden Türk dilini ve medeniyetini benimseyebilmeleri de ancak devlet iradesiyle mümkün olabilir.
Devlet kendi sorumluluğunu üstlenmediği takdir de Tebriz; Tahran, Meşhed, İsfahan, Şiraz gibi Ferisiye tarikatına (Pharisees Sect) ait hikayelere dayalı Fars dili üzerinden yapay şekilde oluşturulmuş olan Türk Karşıtı Fars Düşünce Sistemi'ni bir milli kimlik olarak kabul edeceğini düşünmek oldukça zordur ve açıkça mümkün değildi.
Nitekim, yapılmış haksızlıkların yukarıdan giderilmesi için ciddi devlet iradesi ortaya konulmadığı takdirde Tebriz adına (Tebriz dediğimizde tarihi Azerbaycan ve bitişik Türk toprakları kast ediliyor) Türklük üzerinden sürdürülecek yeni jeopolitik süreç, bölgede yeni bir düzen ve yapılanmayı kaçınılmaz edecektir.
Tebriz, 100 yıldır hem İran'ı korudu, hem de her şeye - cinayetlere, katliamlara, oldukça ağır şekilde yapılan tahkir ve aşağılanmalara rağmen kendi Türklüğünü korudu.
Tebriz, 2006'da bir milyonu aşkın insanıyla sokaklara çıktı; "Haray Haray Mən Türkəm / Ey Dünya Duyun Ben Türküm" dedi ve 100 yıllık kültürel soykırıma noktayı koydu.
Şimdi sıra Tahran, Meşhed, İsfahan, Şiraz gibi merkezlerdeki -Man Tork Nistam, Babam Tork Bud / Ben Türk Değilim, Babam Türk idi– diyebilecek kadar aşağılanmış, tahkir edilmiş, ulusal kişiliğini kaybetmiş, kimliksizliği kimlik addeden neslindedir.
Tebriz yeniden şahlanacağı dönemi iple çekmektedir; Tebriz yeni bir siyasi oluşumun merkezi olacak ki, o merkez güçlü, büyük ve müreffeh Türk Birliğinin kapılarını aralayacaktır.
Bize düşen görev, bunun farkında olmak, buna göre ağır başlı, temkinli, akıllı hareket etmek ve tarihi sürekliliği ön plana alan Türk Düşünce Sistemini rehber edinmektir.
Şiraz, İsfahan, Kirman, Tahran, Meşhed gibi merkezlerimiz er geç "Kendi babasını inkâr etmekle var olunmaz ilkesini" anlayacaktır. Anladığı takdirde, anladığı düzeyde Tebriz'i takip edecektir.
Tebriz ve İstanbul dünyanın tarihen en önemli iki medeniyet havzasının siyasi iradesinin temsilcisi olmuştur.
Tebriz Türklerin asli, kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzası'nın tarihi ocağıdırsa (merkezidirse), Osmanlı devletinin Türklere kazandırmış olduğu İstanbul da Rum Medeniyetinin oluşmasında başak rol oynayan Roma, Bizans, Latin ve Osmanlı gibi Roma İslam İmparatorluğunun merkezi olmuştur.
Bu iki medeni merkez, bölgemiz açısından büyük önem arz eder. Tebriz ve İstanbul'un bir merkezden idare edileceği dönem, Avrasya için bambaşka yeni bir başlangıç olur.
Tahran mı Tebriz'e taşınacak, Ankara mı, yoksa her ikisi de…
Tahran'da bazı daireler Safevi-Osmanlı karşı durmasını hep abartmak ister…
Onlara diyeceğim net bir kelam vardır; Tebriz'in Osmanlıyla olan 300 (15-17'inci yüzyıllar) yıllık sorunu, Osmanlı'nın II. Mehmet'ten itibaren Rum medeniyet havzasının bayraktarlığına soyunarak Türkleri hedef alması olmuştur.
Bu da koca Atatürk'ün tabiri caizse Tebriz'den devralmış olduğu Türklükle giderilmiştir.
Bugün Türklük üzerinden bütünleşmeyi amaçlayan yakınlaşma, bunun açık örneğidir.
Tam aksine Ferisiye tarikatına (Pharisees Sect) ait Türk Karşıtı Fars Düşünce Sistemiyle Tahran, İsfahan, Şiraz, Meşhed gibi merkezler özlerinden - Tebriz'den uzaklaşmaktalar.
Şimdi Tebriz için önem arz eden kimin Türklüğü ön plana alması ve Türk'ün İslam anlayışını benimsemesi meselesidir.
Bugün Tebriz'in Kirman, İsfahan, Şiraz, Tahran ve Meşhed'deki Türkten beklediği şey; babasını inkâr etmekten vazgeçip kendi öz kimliğini yeniden kabullenmektir.
2006'da Tebriz'in haykırarak söylediği; "Haray Haray Men Türkem" şiarına milyonlarca İsfahanlı, Meşhedli, Tahranlı ve Şirazlı Türk olarak, "Haray Haray Men Türkem" diye bilmesidir.
Tebriz'in beklediği budur!
Son söz olarak, mevcut durumda Rum Medeniyet Havzası için Vatikan ne kadar önemliyse, tarihen Avrasya'yı kapsayan, Türklerin asli ve kurucu unsur olduğu Horasan/Azerbaycan Medeniyet Havzası için Tebriz daha fazlasıdır.
Ve daha büyük önem arz eder.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish