Çağımız savrulmalar ve bocalamalar çağı.
Belki de beşeriyet tarihinin hiçbir döneminde insan, her şeyi fethetmeye bu kadar yakın fakat kendi varoluşsal krizlerini çözme konusunda geçmiş yıllara oranla sahip olduğu beceri ve mental kapasitesinden bu kadar uzakta olmamıştı.
Başta Sigmund Freud olmak üzere birçok düşünür, hatırı sayılır sayıda sosyal bilimci ve kanaat önderi zamane insanının kendini bile isteye iteklediği bu darboğazı, uygarlığın huzursuzluğu kavramıyla da özdeşleştirmektedir.
Onlara göre, son birkaç yüzyılda tepeden inme bir şekilde gerçekleşen bilimsel ilerlemeler ve sosyoekonomik dönüşümler, olması gerekenden hızlı bir şekilde gerçekleşmiş ve insanlara bir nevi şok terapisi şeklinde sunulmuştu.
Bu şok terapisine bir reaksiyon olarak insanoğlu kendini 1789 Fransız İhtilali sonrası ortaya çıkan ve güvenli bir liman olarak gördüğü sağ ya da sol ideolojilerin kucağına atmış ve bu koşulsuz teslimiyet; Almanya’da konsantrasyon (temerküz) kampları, SSCB’de Gulaglar, Anglo-Amerikan dünyasında öjenizm, köle ticareti, insanat bahçeleri ve hem İsrail hem de Güney Afrika’da Apartheid gibi hastalıklı olarak tanımlanabilecek kitlesel hareketlerin oluşmasına ortam hazırlamıştır.
Tüm bunlara ek olarak da "barış için nükleer" mottosuyla dehşetengiz bir silahlanma yarışına giren Rusya, Çin gibi Avrasya’nın kadim toplumları ve Atlantik ülkeleri, kendilerini yakın bir gelecekte çıkması son derece muhtemel ve insanoğlunu bir çırpıda yok edebilme potansiyeline sahip yeni bir dünya savaşı ihtimaliyle varoluşsal bir açmazın içerisinde bulmuştur.
Bu silahlanma yarışının üzerine eklenen yeni bir katman olarak nitelendirilebilecek "Yapay Zekâ Devrimi" gibi gelişmeler de yakın bir geçmişe kadar her şeyi kendi kontrolünde tuttuğunu ve her daim tutabileceğini zanneden ve zaten kendi benliğine yabancılaşmış modern insana, aslında hiçbir şeyin kendi kontrolünde olmadığı gerçeğini hatırlatmıştır.
2020 yılında ise Kovid-19 gibi yıkıcı bir pandeminin de insanları toplumsal bir canlı olmaktan uzaklaştırıp, evlerine kapatıp iyiden iyiye izole etmesiyle birlikte insanoğlu kendi yuvasını dört duvarlı bir zindana dönüştürüvermiştir.
Bir diğer ifadeyle, evdeki konfor alanına ve de sahip olduğu akıllı telefon gibi teknolojik aparatlara daha da hapsolan homo sapien kendi gerçekliğinden kopmuş, tabiatından uzaklaşmış, kendi kendiyle baş başa kalamayan ve kendi meramını ne kendine ne de sosyal çevresine ifade edebilen, agorafobik bir canlıya doğru evrilmiştir.
Tam da bu esnada, Yanis Varoufakis tarafından "Tekno-Feodal Lort" olarak tanımlanan Mark Zuckerberg, Elon Musk, Jeff Bezos ve Sam Altman gibi Batılı aktörler, toplumların yazılımı olarak da tabir edilebilecek toplumsal kodları, normları ve arzularımızı biçimlendiren birer toplum mühendisine dönüşmüş; kendi dünya tasavvurlarını satranç ustasıvari hamleleri ve sistematik PR (halk ile ilişkiler) çalışmaları ile dünya halklarına benimsetmeyi başarabilmiştir.
Piyasaya sundukları teknolojik teçhizatları ve ChatGPT gibi yapay zekâ yazılımlarını adeta birer arzu objesine ve statü sembolüne dönüştüren bu kişiler, yalnızca bireysel düzeydeki tüketim alışkanlıklarını biçimlendirmekle kalmamış, aynı zamanda toplumların kolektif bilinç yapısını ve sosyolojik dinamiklerini de tepeden tırnağa şekillendirmeye başlamıştır.
Dijital çağın ya da sözde "cesur yeni dünya"nın ortaya çıkardığı bu yeni paradigma, bu metnin "toplumsal savrulma" olarak adlandırdığı çok boyutlu bir dönüşüm sürecinin çerçevesini oluşturmakta; bireylerin tüm alışkanlıklarını, düşünce yapılarını ve algılama biçimlerini dört aşamalı bir izleği takip ederek yeniden inşa etmektedir ve insanların gündelik hayatını en iyimser tabirle terörize etmektedir.
Eski bir KGB propaganda ajanı olan Yuri Bezmenov Soğuk Savaş döneminde bu tipten bir savrulma durumunu geçtiğimiz yüzyılda "aktivnye meropriyatiya" (aktif önlemler) şemsiyesi altında toplamıştır.
SSCB tarafından bir zamanlar Batılı kapitalist ülkelere, günümüzde ise tekno-feodal lortlar tarafından tüm insanlara ve savrulan toplumlara uygulanan bu çok aşamalı strateji "demoralizasyon", "destabilizasyon", "kriz" ve "normalizasyon" olmak üzere dört sac ayağından oluşmaktadır.
Bu metne göre ve aktivnye meropriyatiya planının 2020’li yılların konjonktürüne adapte edilmiş haliyle demoralizasyon, bireyleri her şeyin kötüye gittiğine inandırıp derin bir moral çöküntüsü döngüsü yaratma stratejisi ve hâlihazırda ağır aksak da olsa işler olan moral kodların müesses nizamın isteklerine göre yeniden yapılandırılmasını içermektedir.
Kovid-19 pandemisi ve bunun kanaat önderleri tarafından kitlesel medya araçları aracılığıyla sonsuz bir spiral ya da içinden çıkılmaz bir durummuş gibi aktarılması bu sürecin bir başlangıcı olarak değerlendirilebilir.
Destabilizasyon aşaması da Kovid-19 sonrasında modern piyasa ekonomisinin rot-balans ayarlarının bozulması, ülkeler arasındaki ticaret savaşlarının artması ve Rusya Federasyonu gibi eski dünyanın süper güçlerinin savunma sistemlerinin zaafa uğratılması ve de uluslararası ilişkiler disiplininin dünya sistemi olarak adlandırdığı yapının dengesizleştirilmesi olarak tanımlanabilir.
Kriz aşaması ise, çürümeye yüz tutmuş Atlantik sisteminin Birleşmiş Milletler (BM) gibi kurumlarının bahsi geçen değişimlere reaksiyon verme konusundaki basiretsizliği ve tekno-feodal düzenin ardı arkası kesilmeyen latent (gizil) müdahaleleri kaynaklı açık uçlu sosyal krizlerin etkisiyle mevcut statükonun yıkıma uğratılması olarak betimlenebilir.
Bu kaotik sürecin son adımı olan normalizasyon ise henüz gerçekleşmemiş bir aşama olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda elinizdeki metin yukarıda bahsi geçen aktif önlemleri listeleyerek içtimai bir analiz gerçekleştirmeyi, demoralizasyon ve destabilizasyon kavramlarının bir nevi yapı-sökümü üzerinden sağlayacaktır.
Bir diğer ifadeyle, kriz ve normalleşme (normalizasyon) aşamaları henüz tamamlanmamış ve spekülasyona açık iki kavram olduğundan bu metinde ele alınmayacaktır.
Öyleyse, demoralizasyon kavramıyla analizimize başlayalım:
1. Demoralizayon
Etimolojik olarak değerlendirildiğinde demoralizasyon kavramı, Latince kökenli "moralis" (ahlak, karakter) kelimesinden türetilmiş olup ilk olarak 18'inci yüzyılda bireylerin ve toplumların onları bir arada tutan ve de bir tutkal görevi gören mevcut ahlaki bağlarının ya da moral kodların zayıflamaya başlaması ve sonrasında yeniden yapılandırılması anlamında kullanılmıştır.
Bahsi geçen moral kodların zayıflaması, toplumları oluşturan altyapı ve üstyapıdaki değişimlerin gözle görülür hale gelmesi ile de yakından ilişkilidir. Bu süreçlerden ilki, maddi kaynakların dağılımı ve iş bölümündeki değişimleri içerir.
Kovid-19 pandemisi sonrası beyaz yakalı çalışanların geleneksel ofis ortamından hızla koparılıp uzaktan çalışma sistemine geçirilmesi ve mavi yakalı işçilerin de planlı bir şekilde işlerinden çıkarılıp kimliksizleştirilmesi ve öz benliklerini kaybetmesi bu sürece örnek olarak verilebilir.
İkincisi ise hukuktan dine, dinî inanç sistemlerinden politik ideolojilere kadar uzanan kolektif inanç biçimlerindeki beklenmedik mutasyonları kapsar.
SSCB’nin yıkılması, komünizmin çökmesi ve "tarihin sonunun gelmesi" ile birlikte zaten toplumsal alandan soyutlanan insanların, önce homo economicus’a dönüşümü ve en nihayetinde yapay zekâ devrimi ile birlikte de homo digitalis’e evrilerek makbul yurttaştan, dijital vatandaşa savrulması bu mutasyonun en önemli toplumsal tezahürü olarak da formüle edilebilir.
Bu kafkaesk dönüşüm sürecinde, medya uzmanlarının "dijital yankı odaları" olarak adlandırdığı siber agoralar (ya da sosyal medya platformları), bireylerin yalnızca tekno-feodal lortların ve onların etki ajanlarının tasarladıkları görüşleri onaylayan manipülatif içeriklerle karşılaşmasına ortam hazırlar ve bu interaktif etkileşim yıllar boyunca sürer.
Sürecin sonunda toplumun bireyleri, çok kutuplu ve radikalize olmuş bir yapıya bürünerek pürüzsüz bir şekilde kontrol edilebilir ve de yukarıda bahsi geçen aktörler tarafından yönlendirilebilir hale gelir.
Örneğin, bir birey anti-İslamizm (İslam karşıtlığı) temalı birkaç video izledikten hemen sonra, algoritma ona yalnızca anti-İslamik (İslam karşıtı) podcast programlarını ve anti-İslamik düşünce biçimlerini teşvik eden içerikler sunarak bu bireyi Müslümanlara karşı bir nefret çarkının içerisine çekebilir.
Bu süreç, bireyin yalnızca dijital içerik odaklı tüketim alışkanlıklarını değil, aynı zamanda benlik algısını da yeniden inşa etmektedir.
Zenofobi artık yalnızca basit bir teorik kavram değil, bir kimlik ya da bir yaşam biçimi haline gelmektedir.
Benzer şekilde, YouTube ve TikTok gibi video paylaşım platformlarının algoritmaları, bireylerin ilgi alanlarını sistematik bir biçimde analiz ederek giderek daha dikkat çekici, kimi zaman uç içerikleri önermektedir.
Örneğin, av sporlarına ilgi duyan bir genç, silah yapımıyla ilgili bir video izlemeye başladığında algoritma, seçili ilgi alanı doğrultusunda ona daha fazla cezbedici içerik sunar.
Ancak bu içeriklerin bir kısmı, insanlara karşı silahlanmayı teşvik eden veya saldırgan davranışları normalleştiren mesajları da içerebilir.
Zamanla bu genç birey yalnızca av sporlarına değil, aynı zamanda bireysel silahlanmaya ve hatta tehdit olarak algıladığı insanlara ve de gruplara karşı potansiyel olarak şiddet içerikli eylemlere yönelme riski taşıyan bir teröriste de dönüşebilir.
2020’li yılarda, Pensilvanya eyaletinin Butler ilinde ABD Başkanı Donald J. Trump’a yönelik suikast teşebbüsü, Almanya’nın Magdeburg şehrinde gerçekleşen terör saldırısı ve ABD’nin Kaliforniya, Teksas ve Florida bölgelerinde süregelen mass shooting (toplu katliam) olayları bu türden algı manipülasyonlarının yarattığı suç ve vahşet sarmalını gözler önüne sermektedir.
Sosyal bilim dünyasında, bandwagon etkisinin (ya da sürü psikolojisinin) modern bir reenkarnasyonu olarak da tanımlanabilecek bu kısır döngü, bireylerin topluma ve yaşadıkları ülkelerin kurumlarına olan bağlılığını daha da zayıflatarak mevcut statükoyu temelden sarsmaktadır.
Buna benzer bir savrulma süreci, Metaverse gibi platformların bireyleri fiziksel gerçeklikten kopararak sanal bir evrene yönlendirmesiyle de meydana gelmektedir.
Mark Zuckerberg gibi figürlerin dizayn ettiği, Matrix filmlerini aratmayan bu dijital dünyalar, bireylerin gerçek hayatta latent (gizil) bir biçimde "kompleks" olarak gördükleri eksikliklerini, ince eleyip sık dokuyarak oluşturdukları "süperkahramanvari" avatarlar aracılığıyla sanal alanlarda telafi etmelerine olanak tanırken onları bu sanal dünyalara giderek daha bağımlı hale getirmektedir.
Bundan dolayı bireyler, fiziksel dünyadaki bağlarından koparak tamamen dijital evrene entegre olmuş dijital yurttaşlara dönüşmekte, gerçeklik algısını ve topluma katkıda bulunma sorumluluğunu da aşamalı olarak kaybetmektedir.
Bu durum, toplum sözleşmesinde geri dönülmez bir değişime neden olmakta, bireylerin kolektif dayanışmadan kopuşuyla birlikte, devletin moral kodlarına uyma kapasitesini ve istencini ciddi biçimde erozyona uğratmaktadır.
Sonuç olarak dijital evren dolayımıyla bireylerin devlete karşı ontolojik olan ruhsal bağlılığının ve yasalara uyma istencinin çözülmesi, hem bireysel düzeyde derin bir yabancılaşmaya hem de toplumsal düzeyde istikrarsızlığa yol açmaktadır.
Bu süreç, devletin Hobbesyen bağlamda geleneksel otoritesini zayıflatırken partilerüstü siyasal istikrarı tehdit eden geniş çaplı bir destabilizasyona da neden olmaktadır.
2. Destabilizasyon
Yukarıda söylenenlerden hareketle destabilizasyon; toplumların sosyal, ekonomik ve siyasi dengesinin bozulduğu, sosyal harmoninin yerini anominin (kuralsızlığın) aldığı bir süreci ifade eder.
Bu süreç, genellikle demoralizasyonun yani toplumsal moral kodlarının korozyona uğraması ve bireylerin psikolojik dayanıklılıklarının yerle yeksan olmasının sonrasında zuhur eder.
SSCB’nin post-glasnost ve post-perestroika deneyiminin de bizlere gösterdiği üzere, tepeden inme şok terapisi kaynaklı destabilizasyonun yarattığı içtimai zelzele toplumun temel işlevlerini felç ederek uzun vadede çöküşüne zemin hazırlayan çok yönlü bir ekonomik krizi beraberinde getirir.
Cemiyetleri bir arada tutan dinî, manevi veya toplum merkezcilik gibi ideolojik referans sistemlerinin ters yüz edilmesi, bu dönüşümün nihai aşamasını temsil eder.
Bu sürecin mikro düzeydeki en çarpıcı etkilerinden biriyse, Thorstein Veblen’in yaklaşık bir buçuk asır önce formüle etmiş olduğu gösterişçi tüketim eğilimleri, öz benliğe yabancılaşma ve en nihayetinde ekonomik iflastır.
Yuval Noah Harari gibi modern düşünürlerse bireylerin bu destabilizasyon sürecinde kendilerini online alışveriş, sosyal medya ya da elektronik bahis platformlarında amaçsız bir haz arayışı içinde bulduğunu ve bu süreçte giderek apolitikleştiğini ve pasifize edildiğini vurgulamaktadır.
Bahsi geçen apolitikleşme kökenli pasifizasyon süreci, Louis Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) teorisiyle de yakından ilgilidir.
Fakat bu sefer, kitleleri kontrol etmek için ideolojik manipülasyon yapan devlet aygıtının yerini tekno-feodal düzenin dijital enstrümanları almıştır.
Tıpkı Roma imparatorlarının "ekmek ve sirk" (panem et circenses) politikasını izleyerek kitleleri (o zamanki adıyla plebleri) kontrol altında tutmak istemesi gibi günümüzde de kitle iletişim araçları ve yapay zekâ teknolojisi, müesses nizam (patrisyenler, tekno-feodal lortlar ve diğer çıkar grupları) tarafından kullanılarak buna benzer bir işlev görmektedir.
Bu platformlar, siber alemde sonsuz bir eğlence ve iyi hissetme vaadiyle bireylere neredeyse ücretsiz bir şekilde sunulmaktadır.
Böyle bir durumun en doğal sonucu olarak da bireyler kademeli olarak kendilerine bir "Truva atı" gibi sunulan ve aslında onları köleleştirmeye yönelik olan bu platformlara büyük bir şevkle üye olmuş, dijital networkler oluşturmuş ve realiteden kopmuştur.
Bitcoin gibi casino ortamlarını aratmayacak alternatif e-trading (elektronik ticaret) evrenlerinde kısa vadeli kazanımlar, beyinlerindeki dopamin salınımını arttırarak yeni dünyanın "cesur" insanında kısa süreli bir egosal tatmin yaratmış, dijital ve ekonomik kapitallerini yükseltmiştir.
Freud’un "tekrarlama zorlantısı" kavramıyla da açıklanabilecek bu durum, bireylerin meta fetişizmi kökenli tatmin arayışlarını körükleyerek sürekli olarak daha fazla kazanmak istemelerine neden olmuş fakat uzun vadede büyük bir yıkımı da beraberinde getirmiştir.
Aşırı internet kullanımı, bireylerde zihinsel yorgunluk (burnout) ve tükenmişlik sendromuna yol açarken online kumar bağımlılığı gibi sosyal hastalıklar finansal çöküşlere ve birçok ailenin dağılmasına neden olmuştur.
Bu dağılma sürecinin getirdiği hüsran, çoğu toplumda psikotik en iyi ihtimalle nevrotik hastalıkların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Kendi gerçekliklerinden kopmuş bireyler, reel hayatlarına kısa süreli olarak döndüğünde ekonomik buhranların yarattığı ümitsizlik ve öfkeyle manipülatif dijital uyarıcılara daha açık hale gelmiştir.
Özellikle Twitter (günümüzdeki adıyla "X") gibi dijital platformlarda yayılan provokatif mesajlar ve popülist komplo teorileri, ekonomik eşitsizlikler ve sosyal adaletsizlikler üzerinden rövanşist duygulara hitap etmiş, kitleleri yaşadıkları ülkelerin kurucu ideolojilerine karşı galeyana getirerek toplumsal barışı tehdit eden kaotik hareketlerin yayılmasına neden olmuştur.
Bu süreçte, ajitasyon kaynaklı manipülasyonun araçsallaştırılması, çoğunluğu genç ve işsiz erkeklerden oluşan bireylerin hayatın ta kendisine karşı olan öfkelerini kinetiğe döküp organize çatışmalara dönüştürmüş ve toplumu derin ayrışmalara sürüklemiştir.
2021 yılının ocak ayında ABD’de vuku bulan Capitol Hill olayları bu duruma verilebilecek en doğru örneklerden biridir.
Bob Woodward’ın da The War (Savaş) adlı kitabında ifade ettiği üzere bir sürü öfkeli genç adam, tam olarak ideolojisini bile bilmediği bir yapının savunucusu olup Washington’daki hükümet binasını (Capitol Hill) basmış, neredeyse ABD’yi bir iç savaşın eşiğine getirmiştir.
Sonuç olarak bu durum ABD’de, kitlesel şiddet eylemlerini meşru gören Proud Boys, QaNon ve Oath Keepers gibi son derece tehlikeli marjinal grupların tanınırlığını ve meşruiyetini arttırmış; bu grupları, kendini sosyoekonomik bağlamda zarara uğramış hisseden sosyopat insanların gözünde kahramanlaştırmıştır.
Bu durum, kıta Avrupa’sının dışında İngiltere gibi liberal ülkelerde de aşırı sağcı English Defence League (EDF) uzantısı Patriotic Alternative gibi grupların cesaretlenmesine yol açmış, onları benzer şekilde sokaklara dökmüş ve Britanya’yı içtimai etkileri uzun vadede anlaşılacak bir iç karışıklığa sürüklemiştir.
Aşırı sağın amansız yükselişi ile birlikte destabilize olan Batı dünyasının bu savrulmasına sessiz kalamayan Joe Biden, Ocak 2025’te gerçekleştirdiği başkanlığa veda konuşmasında ABD’de partilerüstü yeni bir oligarşinin ve de daha önce eşi benzerine rastlanmamış bir tekno-endüstriyel düzenin oluşmakta olduğu konusunda halkını ve halefi Trump’u uyarmış; bu oligarşinin X gibi sosyal medya platformları aracılığıyla kitleleri etkileme gücünün korkutucu boyutlara ulaştığını ifade etmiştir.
Donald Trump ise bu uyarıları dikkate almayarak başkanlık yemin törenine bahsi geçen tekno-feodal baronların çoğunu konuşma yapmaları için davet etmiş, onları Amerikan politikasının kalbine eklemlemiş ve dünyanın yeni bir döneme girdiğinin mesajını müttefiklerine ve düşmanlarına nevi şahsına münhasır bir şekilde duyurmuştur.
Popülist lider Trump’ın başkanlığa dönüşünün kutlandığı tören esnasında, Elon Musk’ın katılımcıları Nazi selamı ile selamlaması ve ardından yeni ABD Başkanı’nın da selefi Joe Biden döneminde yürürlüğe giren yapay zekâ kullanımına ilişkin politik kısıtlamaların kaldırılacağını beyan etmesi, tarihsel bilince ve sağduyuya sahip tüm insanları haklı bir şekilde endişelendirmiştir.
Çin Halk Cumhuriyeti gibi yapay zekâ teknolojisi konusunda oldukça iddialı devletlerse bu gelişmelere seyirci kalmamış ve yapay zekâ üzerine çalışmalarını arttırmış; dünya varoluşsal bir krizin eşiğine gelmiştir.
Buradan hareketle, eğer palazlanmakta olan tekno-endüstriyel düzenin ve onun başat ürünü olan yapay zekânın denetimsiz yükselişine karşı somut ve etkili önlemler alınmazsa, metal yakalı elit olarak tanımlanabilecek bir avuç teknokrat seçkin, hâlihazırda teknoloji bağımlılığına sürüklenmiş milyarlarca insanı daha da köleleştirecektir.
Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi hâlinde, saldırıya açık hâle gelecek modern dünya ülkelerinin, bir zamanlar "failed state" (tarumar olmuş devlet) kavramıyla özdeşleşen Suriye’nin sosyolojik durumuna sürüklenmesi ve ucu açık krizlerle dolu bir beka sorunuyla karşı karşıya kalması işten bile değildir.
Bahsi geçen kriz durumunun kronikleşmesi ise, "aktif önlemler" şemsiyesi altında saldırıya uğrayan savrulan toplumların daha da savrulmasına yol açacak ve normalleşme sürecini imkânsız hale getirecektir.
Dr. Batuhan Yıldız, Nottingham Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden mezun olmuştur. Yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümünde, Doktorasını da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Sosyoloji Bölümünde tamamlamıştır. Toplumsal yapı araştırmaları, gündelik hayatın sosyolojisi, Çin, Orta Doğu ve Post-Sovyet ülkelerinin içtimai tarihi uzmanlık alanları arasındadır. Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde doktor öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish