2015 yılında Paris'te göçmen kökenli teröristlerin yaptığı silahlı saldırılarda 142 kişi hayatını kaybetmişti.
Saldırganların göçmen ve Müslüman kökenli olmaları, Batı dünyası içinde var olan bir tartışmayı daha da körükledi.
Bu saldırı sonrası İngiliz kökenli, dünyaca ünlü Harvard Üniversitesi'nde tarih dersleri veren Niall Ferguson, Sunday Times gazetesinde bir makale yazdı.
Ferguson'a göre, "Avrupa AVM'leri ve spor stadyumları ile çöküşe geçti."
Avrupa aynı zamanda "kendi zenginliğine göz koyan yabancıları, kendi değerlerini onlara kabul ettirmeden içine aldı. … Erken 5'inci yüzyılda aynı Roma İmparatorluğu'nun yaptığı gibi, savunma sistemlerinin yıkımına göz yumdu."
Ferguson son olarak yazısını şu cümle ile bitiriyordu:
Medeniyetler bu şekilde çöker.
Ferguson'un Roma üzerinden mevcut Batı toplumlarının çöküşünü gerekçelendirmesi, son yıllarda Batı'da yaygınlaşmış bir anlatı haline geldi.
Bu anlatının kökeninde tarihçi Edward Gibbon'un "Decline and Fall of the Roman Empire" isimli kitabı yatmaktadır.
Gibbon'a göre Roma İmparatorluğu yavaş yavaş içten erozyona uğrayarak çöküşe geçti.
Bu çöküşün nedeni ise Roma'nın Gotlar ve Vandallar gibi Barbarları ve Hristiyanları kendi içine kabul etmesi ile başladı.
Gibbon'un mantığından yola çıkıldığında, çöküşü engellemek için, sınırların sıkı kontrol edilmesi, yabancıların gelişini engellemek için duvarların yapılması, serbest ticaret anlaşmalarının tedavülden kaldırılması ve milliyetçiliğin ön plana çıkarılması gerekiyor.
Bu söylem son 10 yılda Avrupa'da ve Amerika'da aşırı sağ ve sağ popülist parti ve kişilerin programı haline geldi.
Nitekim Trump'ın gerek 2016, gerekse şimdiki seçim kampanyasına bakıldığında, bu anlatının programa ve uygulamaya geçtiğini gözlemlemek mümkün.
Benzer durum İngiltere'nin Brexit referandumu ile AB'den ayrılma sürecinde de söz konusuydu. Brexitçilerin ana söylemi sınırların kontrolü üzerine kuruluydu.
Bu durumda sorulması gereken soru; gerek Gibbon'un yazdıkları gerekse Gibbon'dan esinlenerek günümüzde geliştirilen söylemler ve uygulamalar tarihsel ve sosyolojik gerçeklerle uyumlu mu?
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Öncelikle belirtmek gerekir ki, bir klasik haline gelmiş Gibbon'un kitabı 1776 yılında yayımlandı, dolayısıyla eski bir kitap.
Gibbon sonrası yapılan arkeolojik kazılardan elde edilen veri ve malzemeler, Gibbon'un Roma İmparatorluğu'nun çöküşü için öne sürdüğü tarihsel kalıpları ve sosyolojik verileri sorgulamayı gerektiriyor.
Dolayısıyla günümüzde Gibbon'dan esinlenerek Batı toplumlarındaki menfi gidişat için öne sürülen argümanlar, tarihsel analoji olarak geçerliliğini kaybediyor.
Roma döneminde Roma'nın yıkılmasında ana etken, doğudan gelen Hun saldırıları nedeniyle Roma'nın periferisinde bulunan ve Roma'nın büyük askeri gücünü finanse etmek için bu toplumlardan aldığı vergilerin, saldırılar nedeniyle bozulan toprak düzeninden dolayı gelir kaybına uğramasından kaynaklanıyor.
Ayrıca, bu saldırılardan topraklarını kaybeden periferi toplumlarının Roma'nın merkezine doğru gelerek imparatorluğu baskı altına alması, vergi gelirlerini daha da azaltması ve Roma'nın merkezinde güç dengelerinin değişmesi ile çöküşün başladığını yeni tarihsel verilere dayanarak söylemek mümkün.
Peki, aynı durum Ferguson'un ve aşırı sağcı grupların belirttiği gibi günümüzde de geçerli mi?
Mevcut Batı toplumlarında işlerin kötüye gittiğini gösteren veriler ile Roma'nın çöküşüne yol açan gerekçeler aynı mı?
Öncelikle Roma'nın ekonomik temeli ile günümüzdeki Batı toplumlarının ekonomik temelleri farklı.
Roma İmparatorluğu'nun ana gelir kaynağı, kontrol ettiği tarım toprakları üzerinden topladığı vergilere dayanıyordu.
Yeni bir şey üretip satmaktan ziyade, askeri güçle kontrol ettiği topraklar ana gelir kaynağıydı ve güçlü ordusunu bu gelirle finanse ediyordu.
1800'lerde yükselişe geçip en zirvede olduğu 20'nci yüzyılın ortalarına kadar Batı ülkeleri hem dünyadaki üretimin hem de dünya coğrafyasının yüzde 80'ini kontrol ediyorlardı.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, maliyetli olmasından dolayı sömürge altında tuttuğu ülkelerin bağımsızlığının önü açılan Batı toplumları, an itibarıyla dünya coğrafyasının yaklaşık yüzde 20'sini kontrol ediyorlar.
Bu coğrafi küçülmeye rağmen, başta ABD olmak üzere 2007 yılına kadar dünyadaki üretimin, yani dünya ekonomisinin yüzde 80'ini kontrol ediyorlardı Batılı devletler.
2007 dünya ekonomik krizinden sonra Batılı devletlerin dünya ekonomisi içindeki payları küçülme sürecine girdi.
An itibarıyla başta ABD olmak üzere, Avrupalı devletlerin, yani Batı bloğunun dünya ekonomisi içindeki payı yüzde 50'ler civarına düşmüş durumda ve trend aşağıya doğru devam etmekte.
Bu arada, 2000'li yıllarda dünya ekonomisinin yüzde 10'undan azını teşkil eden Çin ekonomisi, yükselen bir trend ile dünya ekonomisinin an itibarıyla yaklaşık yüzde 20'sine hakim bir konumdadır.
Çin'in dışında, Batı ile ittifak içinde olmalarına rağmen, Batı kültürünün dışında bulunan Japonya, Tayvan, Güney Kore gibi ülkeler de dünya ekonomisi içindeki hem teknolojik önemlerini hem de paylarını artırmaktadırlar.
Afrika, Ortadoğu, Hindistan gibi bölge ve ülkelerde dünya ekonomisi içindeki paylarını düzenli bir şekilde artırmaktadırlar.
Ortaya çıkan bu yeni dünya mimarisinde, Batılı devletlerin ekonomileri gerekli büyümeyi göstermeyerek, dünya ekonomisi içindeki paylarının ve dolayısıyla siyasal güçlerinin erozyonuna şahit olmaları söz konusu.
Bu noktada sorulması gereken soru; Batı bloğunun bu küçülmesinin nedenler neler?
Tarihçi Niall Ferguson ve aşırı sağ partilerin belirttikleri gibi Batılı devletlere gelen göçmenler mi küçülmenin nedeni?
Öncelikle göçle ilgili doğru olarak algılanan bazı yanlışları düzeltmek lazım.
Batılı devletlere, özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra gelen göçmenler, savaş sonrası Avrupa'nın eleman açığını gidermek için bu devletlerin daveti üzerine geldiler.
Ayrıca Batılı devletler, istedikleri zaman göçün gelişini sınırlayabiliyorlar. Mesela Avrupa'ya girişin kapısı olan Macaristan, yakın zamanda göç konusunda yaptığı yasal düzenlemeler ile, yıllık gelen göçmen sayısında yüzde 75 oranında bir düşüş sağladı.
Ayrıca ciddi anlamda demografik sorun yaşayan Batılı ülkelerin ekonomik açıdan gerçekten göçe ihtiyaçları var, hiçbir Batılı devlette nüfus dengesinin sağlanması için kadın başına düşen çocuk sayısı 2,1 oranında değil.
Yine yapılan araştırmalar gösteriyor ki, bir ülkeye gelen yüzde 1 oranında göçmen, o ülkede GSYH'ye yüzde 2 oranında katkı sağlıyor.
Nitekim ABD'de trilyon dolarlık şirketlerin kurucularının önemli bir kısmı göçmen kökenli insanlardan oluşuyor.
Yine ABD'de Nobel ödülü alan bilim insanlarının yüzde 80'i ABD doğumlu olmayan göçmen kökenli insanlardan oluşuyor.
Yani göç, Batı'nın ekonomik ve siyasal açıdan gerilemesine neden oluyor algısının ekonomik ve sosyolojik hiçbir temeli bulunmamaktadır.
Göçün sorun olduğu algısı, aşırı sağcıların fantezilerinden ibarettir.
Batı'nın ekonomik ve siyasi olarak gerilemesini anlamak için, eldeki başka verilere bakmak gerekiyor.
Avrupa devletleri, 18'inci yüzyılın sonundan itibaren buharlı motoru bulmaları ile birlikte sanayileşmelerini geliştirerek üretim hızını artırmaya başladılar.
Üretiminin artması ile, Avrupalı devletlerde hem hammaddeye hem de üretilen ürünü satmak için pazarlara ihtiyaç olmaya başladı.
Bu nedenlerden dolayı aslında 16'ncı yüzyılda başlayarak dünyanın hemen hemen tüm coğrafyasında sömürgeler edinmeye başladılar.
Belirtildiği gibi, İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar Batılı ülkeler dünya coğrafyasının yüzde 80'ini kontrol altında tutuyorlardı.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Batı'nın sömürgelerinde milliyetçi akımlar başlayınca, bu sömürgelerin maliyetli olmalarından dolayı, Cezayir gibi birkaç istisna dışında, bağımsız devletler olmalarına müsaade ettiler.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı'nın Batılı galipleri bu sefer ABD'nin liderliğinde yeni bir düzen kurdular.
Savaş sonrası kurulan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde asıl önemli karar alma merci olan 5 daimî üyenin 3'ü Batılı ülkelerden oluşuyordu.
IMF ve Dünya Bankası gibi mali açıdan farklı ülkelere verdikleri kredilerle yaptırım uygulama gücü olan iki finans kurumu da yine Batılı ülkelerin kontrolündeydi.
Dünya Ticaret Örgütü'nün öncü kuruluşu olan ve ülkeler arasındaki ticareti ve gümrük tarifelerini düzenleyen General Agreement on Tariffs and Trade (GATT) de yine Batılı ülkelerin kontrolündeydi.
Güya serbest ticareti teşvik edecek olan bu kurum, aslında dünya ticaretini Batılı ülkelerin lehine düzenleyen bir içeriğe sahipti.
Örneğin, bu kurumun düzenlemesine göre, sanayi ürünlerinin alışverişinde gümrük duvarları ya hiç olmamalı ya da düşük olmalıydı.
Batı dışı ve çoğu Batı'nın eski sömürgesi olan ülkeler sanayi ürünü üretemedikleri için, hammadde ve tarım ürünleri ana ihracat kalemleri idi.
Ancak Batı ülkeleri, özellikle bu ülkelerden gelecek tarım ürünlerine ciddi gümrükler uygularken, kendi ürettikleri sanayi ürünlerini bu ülkelere gümrüksüz veya düşük gümrüklü olarak çok rahat satabiliyorlardı.
Ayrıca ABD dolarının da rezerv para birimi olması nedeniyle, dünya ülkeleri döviz rezervlerinin yüzde 90'ını dolar olarak muhafaza etmek zorunda kaldılar.
Bu durum, ABD ekonomisi ve dolayısıyla Batı ekonomisi için özel bir teşvik halini aldı.
Diğer ülkeler, ABD doları cinsinden döviz elde etmek için üretim ve ihracat yapmak zorunda kalırken, ABD matbaadan para basarak bu ihtiyacı karşılıyordu.
ABD ve Avrupalı yatırımcılar, yatırım ihtiyacı için gerekli olan parayı da bu vesileyle düşük faizlerle kullanabiliyorlardı.
Ayrıca, dünyadaki ticaretin de yüzde 90'ı dolar üzerinden yapıldığı için, bu ülkeler kur dalgalanmalarından etkilenmiyordu.
Farklı ülkelerde bu düzene karşı çıkan veya düzeni sorgulayan yöneticiler olduğunda, ABD destekli askeri darbelerle bu iktidarlar bertaraf edilip yerine ABD yanlısı kişiler iktidara getirildi.
2000'lerden sonra askeri darbeler, başta Gürcistan ve Ukrayna gibi ülkelerde yerini renkli devrimlere bıraktı.
Batı karşıtı liderler veya hükümetler renkli devrimlerle iktidardan indirildiler.
Batı'nın çıkarlarını temel alan bu düzen yaklaşık son 20 yıldır çatırdamaya başladı.
Bu çatırdamanın ana nedenlerinden biri, Çin'in yükselişidir. Nasıl Hunlar, Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünde ya da dağılmasında rol sahibi oldularsa, benzer bir şekilde Çin de üretimi, ihracatı ve İpek Yolu gibi kendi emperyal projeleri ile Batılı ülkelerin dünya üzerindeki hâkimiyetini geriletmeye başladı.
Ayrıca, Hindistan gibi, Çin'e benzer şekilde yükselişe geçen ve kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden yeni güçler oluşmaya başladı.
Türkiye, Brezilya, Endonezya gibi bölgesel güçler, Batı ile ilişkilerini devam ettirseler de bölgelerinde kendi ajandalarını takip etmeye başladılar.
Bu yeni gelişmelerin yansımaları farklı veriler üzerinden daha somut görülmeye başlandı.
Örneğin, dünyada artık döviz rezervlerinin yüzde 90'ı değil, yüzde 60'ı dolar olarak muhafaza ediliyor.
Dünya ticaretinde yapılan ikili anlaşmalarla, başta petrol olmak üzere hammadde ve diğer ürün satışları dolar dışındaki para birimleri ile yapılıyor.
Batılı ülkelerin dünya siyasetini koordine etmeye çalıştıkları G7 kurumuna karşı, başını Çin ve Rusya'nın çektiği BRICS adı altında yeni bir birlik kuruldu.
Bu gruba, yakın zamanda başta İran olmak üzere, finans gücü yüksek Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi ülkeler de üye oldular.
Yine Batı dışındaki ülkeler, şimdiye kadar Batılı ülkelerin domine ettikleri otomotiv, telekomünikasyon gibi alanlarda ciddi başarılar elde ederek pazar paylarını artırmaya başladılar.
Kısacası, Batı ülkeleri artık dünyayı istedikleri gibi domine edemiyorlar ve eski ekonomik başarılarından yavaş yavaş geri adım atmaya başlıyorlar.
Peki, tüm bu gelişmeler ne anlama geliyor?
İddia edildiği gibi Batı ekonomik olarak çöküyor mu?
Tüm bu gelişmeler, artık son iki yüzyılı aşkın bir süredir devam eden Batı dominantlığının erozyona uğradığını gösteriyor.
Dünya, Batı merkezli olmaktan çıkıyor. Batılı ülkeler, dünyada birkaç bloktan biri haline geliyor.
Ancak Batılı ülkeler iddia edildiği gibi çökmüyor. Hâlâ başta çip sektörü olmak üzere farklı alanlarda teknolojik üstünlüklerini koruyorlar.
Her şeyden önemlisi, Avrupa veya ABD'de gazetelere göz attığınızda, Batı bu gidişatın farkında ve bu güç erozyonuna karşı çare arayışı içinde; kendi kültürel havzasında olmasa bile, Vietnam, Güney Kore, Japonya gibi ülkelerle daha da özel bağlar kurarak gücünü muhafaza etmeye çalışıyor.
Batı bu alanda ne kadar başarılı olur, onu zaman gösterecek.
Tüm bu gelişmeler şu anlama geliyor: 21'inci yüzyıl sadece Batılı ülkelerin domine ettiği bir yüzyıl olmayacak.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish