Barış ve huzura hizmet etmeyen adımlar: Belediyelerin geri alınması

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Van, Mardin ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlarının görevden alınması, onların yerine Belediye Meclisi'nden yeni seçimler yapmaktansa doğrudan en üst mülki amir olan valilerin kayyum/kayyım olarak atanması, yeni kayyumların ilk icraat olarak belediye meclislerini feshetmesi, aslında bizi 3 yıl veya 20 yıl öncesine değil, 80 yıl öncesine geri götürdü; Tek Parti dönemine. 1930'lu yıllara... Tek mülki amirin hem vali, hem belediye başkanı ve hem de CHP il başkanı olduğu yıllara. 

Anlaşılan o ki devletin hükümeti ya da İngilizlerin deyimiyle Majestelerinin hükümeti kim olursa olsun, sonuç değişmiyor. Hep aynı... Her zaman aynı.

Oysa seçim öncesi ve sonrası dolaşıma sokulan “Yeni bir süreç, barış süreci yeniden başlayabilir”, “Suriye'deki gelişmelere bağlı içerde yepyeni ve köklü bir uzlaşma ve barış ortamı oluşturulabilir” gibi söylemlerin hepsi boş ve de fos çıktı. Toplumda kendiliğinden hazır olan barış ve huzur umudu da yerini büyük bir ümitsizliğe bıraktı. Anlaşıldı ki devletin ne içerde ne de dışarıda Kürtlerle ne uzlaşmaya ne de barışmaya isteği yok. Hatta niyeti dahi yok. Aynen 80 yıl öncesi 100 yıl öncesi neyse aynı şey belki biraz gevşetilerek devam edecek.

Bu olayın bir kaç veçhesi var. Bunların her birini kendi nazarımdan değerlendirmek istiyorum.

Türkiye'de, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren siyasal sistem anti-Kürt olarak örgütlendi. Yaklaşık 70 yıldan fazla da böyle devam etti. 1989 yılında Paris Kürt Konferansı'na katılan bazı Kürt Milletvekillerinin SHP'den ihraç edilmesiyle, tarihte ilk defa Kürtler, kendi adı ve sanıyla bir legal siyasal örgütlenmeye gittiler. Yakın tarih biliniyor, tekrarına lüzum yok. Ama o günden bu güne HEP, DEP, HADEP vs. isimleri her ne ise bir gelenek halinde yaklaşık 30 yıldır bu siyasi partiler var. Bildiğim kadarıyla bu gün görevden alınan sayın Ahmet Türk, bu geleneğin partilerinin her aşamasında bulunan bir şahsiyettir. Sanırım o dönemden kalan kimse de kalmadı.

Bu siyasal geleneği Kürtlerin bir kısmı, kendi partileri olarak görmüş, en zor koşullarda bile her zaman destek vermişlerdir. Ancak bu destek halkın tamamı tarafından verilmemiş ve halk her zaman düzenin diğer partilerine de fırsat ve imkan vermiştir. Ben bunu halkın düzene olan bağlılıklarından ziyade, halkın sağduyusuna bağlıyorum. Zira bütün yumurtalarını aynı sepete koymuyor.

Ayrıca şunu söylemek istiyorum ki, halkımızın diline, kimliğine, kişiliğine ve de demokratik hak ve hukukuna yeterince saygı gösterilse, bu halk belediyecilik hizmetinden uzak olan bu geleneğin partilerine bu kadar fazla oy vermez. Ancak demokratik hak ve hukukuna saygı gösterilmediği gibi, diline ve kimliğine de ayrıca hakaret edildiği için ispatı vücut etmek zorunda olan bu halk, HDP'ye sarılmakta ve kendini ancak öyle ifade edebilmektedir.

Elbette ki bu halkın okumuşları, aydınları ve entellektüelleri, kendi memleketinde yönetici olmak isteyen bireyleri; avukat, mühendis, doktor ve esnafları, HDP'nin içinde bulunduğu 'anormal' durumunda farkındadırlar. Sharo I. Garip'in “Protez Akıl”, “Sol Kayyımlar” yazıları ile Mücahit Bilici gibi kısmen eleştirel olan yazı ve röportajlarının nasıl elden ele dolaştırıldığını biliyorum.

Bu geleneğin önceki partilerinde Kürt kimliği daha baskın iken; HDP de bu kimlik, biraz da İmralı Süreci'nin "Demokratik Ulus" "Demokratik Cumhuriyet" vb. konseptleriyle daha flulaştırılmış, adeta görünmez kılınmıştır.

Aslında HDP tam da bu süreci yürütmek için kurgulanmış ve örgütlenmişti. Daha az Kürt, daha fazla Türkiyelileşmiş, talepleri bir kimlik siyasetinden ziyade, daha çoğaltılmış genel bir demokrasi talepkarı bir siyaset; sol sosyalist; işçiler, kadın, ekoloji, cinsiyet gibi ideolojik azınlıkların talepleri vb. Gerçi böylece gövdesiyle eli ayağı başka bir şey talep ederken kafası başka şeylere çalışan bir organizma haline gelen HDP, aslında Kürt toplumunun ihtiyacına cevap olmaktansa, bu talepleri görünmez kılan bir hüviyete bürünmüştür. Buna rağmen Kürt toplumundan yoğun bir destek alıyor. Bunun yegane sebebi diğer bütün parti ve siyasetlerin Kürt kimliğine ve bu kimliğin taleplerine olan uzak mesafesinden öte adeta bu kimliğe karşı olan düşmanlıklarıdır.

AKP ilk dönemlerinde anadilde eğitim, OHAL'in kaldırılması, Avrupa Birliği Uyum Yasaları, 'Köye Dönüş' programları, boşaltılan köylere tazminat, genel af, refah seviyesinin yükseltilmesi vb. konuları programına almıştı. Bu programları gündemleştirip uygulamaya da koyan AKP, yaklaşık 13 yıl buyunca çok ciddi mesafeler de kat etti. Özellikle 2013 yılbaşında başlayan Barış Süreci ile bu çabalar kelimenin tam anlamıyla taçlandı. Halkımız yüzyıl boyunca yaşadığı bütün o sıkıntıların geride kaldığına, artık barış ve uzlaşmanın daha görünür bir hal aldığına inandı. Daha doğrusu inanmak istedi. Umut fakirin ekmeğidir.

O yıllarda Şemdinli olayı, Roboski Katliamı vb. bazı çok kötü olaylar olmuşsa da halkımız daha sonra gelişen barış çabalarına büyük bir umut bağlamaya devam etti. Bölge halkı daha bilinçli bir şekilde tarıma, hayvancılığa, arıcılığa yöneldi. O yıllarda her zamankinden daha fazla pancar topladı ve daha fazla piknik dahi yaptı. Hayat normale dönüyor, insanlar da doğaya yöneliyordu.

2013 ve 2014 yılında Suriye'deki gelişmeler buraları da etkiliyordu. Suriye Kürtlerinin siyasi temsilcileri Ankara'da neredeyse kırmızı halı ile karşılanırken, yerel temsilcileri Van, Diyarbakır ve diğer illerimizden Rojava'ya yardımlar topluyor ve oraya doğru giden yardım konvoylarına eşlik ediyorlardı.

İŞİD saldırılarına karşı Kobanê'de büyük bir direniş vardı ve adeta destanlaşıyordu. Tam o sırada başbakanın “Kobanê düştü düşecek” şeklinde talihsiz bir beyanatı oldu. Gerçi o öyle değil, şöyle oldu, onu demek istemedi, şöyle demek istedi vb. gibi onlarca tevile rağmen durum kontrol altına alınamadı. Hayatımızın en karanlık bir kaç günü olan 6-7 Ekim olayları da işte böyle başladı. Neyse ki bir kaç günlük karanlık olaylardan sonra durum kontrol altına alındı ve süreç kaldığı yerden, ama yaralı bir şekilde devam etti.

Lakin barış sürecini yürüten taraflar aynı zamanda siyasi rekabet içerisinde idiler. AKP ile HDP'nin siyasi rekabeti bir yana AKP'nin ardındaki devlet aklı ile HDP'nin arkasındaki PKK'nin barış ve uzlaşmadan anladıkları birbirine çok ters olan şeylerdi. 

Devlet, 'Şimdiye kadar Kürtlere işkence yapılıyordu, köyleri boşaltılıyordu, çocuklarına istedikleri isimleri veremiyorlardı, yol, hastahane vb. gibi hizmetleri azdı. Ama biz yeni dönemde bütün bunları hallettik. Üstelik TRT6 ile anadilde yayın da yapıyoruz. İlkokul düzeyinde seçmeli dersleri de koyduk, Üniversitelerde Kürdoloji bölümleri de açtık. Onlarca gazete, dergi ve kitapta yayınlanıyor. Daha ne istiyorlar, PKK silahlarını bıraksın gelsin' diye düşünüyordu.

PKK'nin gündemi ise gerçekten çok farklıydı. En azından kendi ideolojisini uygulayabileceği hiç olmazsa özerk bir yapı istiyordu. Gerçi "Rojava Devrimi" dediği şey ile bunu kısmen yapıyordu. 

Ortaklaştıkları tek bir konu vardı; silahların susması. Bu da halk olarak bizim işimize yarıyordu. Ama perde arkasından her ikisi de başka dümenler çevirmekteydi. Biri yeni savaşına hazırlık peşindeyken, beriki azalan otoritesini sağlamlaştırmaya çalışıyordu. HDP ve AKP kamuoyu önünde canım cicim ederken arkalarındaki güçler ve içlerindeki diğer ittifaklar işi bozmak için olağanüstü bir çaba harcıyorlardı. Gerek devletin ilgili temsilcileri ve gerekse HDP'nin konuyla ilgili temsilcileri bir gün konuştuklarında neler yaşandığını ömrümüz vefa ederse öğreneceğiz. 

Nihayet Haziran 2015 seçimlerine giderken, HDP "Seni başkan yaptırmayacağız" sloganı ile başkanlık sistemine karşı olan herkesin ve özellikle "Kürtler ve İslamcılar birleşip Kemalist düzeni ortadan kaldıracaklar, yeni bir düzen kuracaklar" korkusuna kapılan devletin katı bürokrasisinin ve CHP yandaşlarının gönlüne adeta su serpti. Barış sürecine rağmen HDP bu sloganla o çevrelerden de büyük bir ilgi ve destek gördü. 

CHP ve devletin anti-Kürt müesses nizamı böylece bir taşla kuş katliamı yaptı. Hem barış sürecini bozdular, hem de AKP ile HDP'nin ortaklaşmasından doğacak neredeyse ebedi AKP iktidarını devre dışı bıraktılar. 28 Şubat Mutabakatı bir kaç gün sonra, o süreci ilmek ilmek dokuyan Erdoğan tarafından yıkılmakla kalmadı, masa paramparça edildi. O masanın etrafında bir araya gelen insanlardan Pervin Buldan'ın dışında şimdi ortalıkta hiç kimse kalmadı.

Sonrasını herkes biliyor. Seçimler oldu; hükümet kurulamayınca yeniden seçimler oldu. 15 Haziran ile 1 Kasım tarihleri arasında öyle korkunç olaylar oldu ki zamanın başbakanı bile konuşmaktan imtina ediyor. Çünkü Pandora'nın kutusu açılırsa, ortalığa dökülecek kötülükten herkes haklı olarak korkuyor.

Şimdi aradan bu kadar badireler atlatıldıktan sonra geldiğimiz nokta itibariyle, her iki tarafa sormamız gereken birkaç soru var.

Önce AKP'ye ve ardındaki devlet aklına soralım; 

  • 100 yıldır değişik hükümetler Kürt toplumunu görünmez kılmak için olağanüstü çabalar sarf etti, ama bunu başaramadı. Bunu daha ne kadar sürdüreceksiniz?
  • İçerde Kürtlerin anadilde eğitim hakkı başta olmak üzere demokratik ve insani diğer kolektif haklarını ne zamana kadar engelleyebilirsiniz?
  • Dışardaki Kürtlerinde bulundukları yerlerde haklarına kavuşmaması için, daha ne kadar mücadele edeceksiniz? Bunun için harcadığınız emek ve enerjiyi kendi ülkenize ve vatandaşlarınızın refahına harcarsanız daha iyi olmaz mı?
  • Türkiye'yi bütün dünyada rezil ve rüsva etmektense, demokratik, şeffaf ve insan haklarına saygılı bir şekilde yönetmiyorsunuz?
  • Bir devlet kendi vatandaşlarını birbirinden ayırır mı, onların arasına nifak sokar mı?


Bir de HDP'ye ve ardındaki PKK'ye soralım;

  • Kürtlerin demokratik haklarını istiyorsanız, neden mücadelenizi demokratik yollarla yapmıyorsunuz?
  • Mademki Türkiye'nin demokratikleşmesini, insan hak ve hürriyetine saygılı olmasını istiyorsunuz, neden bu işi savaşla halletmek istiyorsunuz?
  • Savaş yıkımdan ve gözyaşından başka bir şey verir mi halkımıza ve diğer halklara?
  • Bugün kazandığınız belediyelerde yaşayan halkın toplam nüfusu, dünyanın birkaç devletinden daha büyük bir nüfusa tekabül ediyorken, buralarda halkın hizmeti için, sosyal ve kültürel programlar uygulamıyorsunuz da, sürekli bir gerginlik unsuru olarak kullanıyorsunuz?
  • Eğer demokrasi ve insan haklarını istiyorsanız, devletin diğer kurumları ile iyi geçinmeniz gerekmiyor mu?
  • Bu halk 100 yıldır acı ve ıstırap çekiyor, daha ne kadar devam etsin bu acı ve gözyaşına? Yetmedi mi yıkılan evler, virane köyler, ölen canlar?


Ha yetmedi mi? Bence yetti.

Ne devletin baskısı ne de PKK'nin savaşı barış ve huzura hizmet etmiyor.

Barış ve huzura yönelmemiz lazım. İnsanca yaşamanın başka bir yolu yok...

Bu yolu da, sizler baskı ve savaştan vazgeçtiğinizde beraber buluruz.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU