Renk körü, Boğa Boğa

Ayşe Naz Bulamur Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Netflix

Kırmızı ve yeşil renk körü boğaları kışkırtan, seçemedikleri kırmızı değil, matadorun pelerinini hışımla sallamasıdır.

Boğa Boğa'nın yönetmeni Onur Saylak, kırmızı ve yeşili seçiyor, hapisten çıkan yatırımcı Yalın'ın, karısı Beyza ile yeni bir başlangıç için memleketi Asos'a yerleşmesini anlatırken.

Yalın'ın montu ve kazağı, Asos'un derin ormanları gibi yeşil. Beyza'nın aşçı önlüğü, pantolonu ve yağmurluğu da kırmızı. Ev dekorasyonu, kırmızıya çalan bir kahverengi.

Demek ki her an boğa gibi saldırmak üzere olan karakterler aslında birbirlerini görmüyor.
 

 

Paralarını emanet ettikleri hemşerilerinden kazık yiyen kasabalılar, Yalın'ı avlamak isteyen kırmızı-siyah üniformalı jandarma, tehditlerle boğuşan Yalın ve intikamcı karısı bilinmez bir savaşta kör atışı yapıyorlar. 
 

 

Seyirci de renk körü. Bakkalın kovduğu, antikacının saldırdığı, karısının omzunda ağlayan "zavallı" Yalın'a sempati duyuyoruz.

Nasıl da titriyor, korkuyor bu düşmanca ortamda. Bir yatırımcı da hata yapabilir, diye düşünüyor ve hatta nefsi müdafaa için öldürmesini de hoş görüyoruz.

Bizdeki körlük, Kıvanç Tatlıtuğ'un güçlü oyunculuğunda yatıyor. Yakışıklılığını geri plana atmayı başaran nadir aktörlerden.

Mahcup, kırılgan, soluk bir ifadenin arkasında, zimmetine para geçiren, bir öğretmenin kendisini yakmasına sebep olan ve hesap soranları da vahşice öldüren katili göstermiyor bize. 
 

 

Filmde, Yalın'ın ihbar edildiği savcı da kör. Saygın bir ailenin, havalı, şık, efendi ve başarılı oğlu hiç hırsız olur mu? Adı gibi yalın, samimi hallerine kapılıyor. İnanmıyor hesaplarla oynayıp insanları dolandırdığına.

Güya kasabada her yerde gözü kulağı olan jandarma da kör. Yalın'ın linç edilmesini arzularken, fark etmiyor kendisinin de toplumsal yozlaşma ve şiddetin bir parçası olduğunu.

Son sahnelerde Yalın sakladığı paraları kasabalılara saçınca nasıl da oturuyor yılanın kahvaltı sofrasına, aynı filmin başında gördüğümüz kurbanlık koyunlar gibi. 
 

 

Ekranda renk körlüğü efektini, birçok sahneyi bulanıklaştırarak sağlıyor film ekibi. Boğanın gözünden bakıyormuşçasına, seçemiyoruz kırmızı ve yeşillere bürünmüş oyuncuları.

Kameranın kime niye odaklandığını anlamamız birkaç saniye sürüyor. Yalın ve Beyza'nın salonundan mutfağa uzanan koridorda, ahşap çerçeveli cam karelerden oluşan iki kapı zihnimizi karıştırıyor.

Sahneye hangi kareden bakacağımızı düşünürken uzayıp giden mekânda kayboluyoruz. Kamera, spiral şeklinde inen beyaz merdiveni takip ederken adeta midemiz bulanıyor.
 

 

Yalın'ın sanrılarını ve gerçekleri arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran filmde biz kimi görüyoruz?

Birçok eleştirmen, Funda Eryiğit'in canlandırdığı Beyza karakterinin yeterince işlenmediğinden şikâyet etmiş. Fakat, merak ediyorum, Beyza gerçekten Asos'ta Yalın'la mı?

Bir boğa gibi kocasıyla sevişen kadın, gece yarısı arabasıyla Asos'a giden Yalın'ın yanında değil. Copilot koltuğunda, Beyza yerine bir kaktüs var.
 

 

Yalın, Asos'taki evine geldiğinde, bahçedeki elma ağacını görüyoruz. Bilgi ağacındaki yasak elmayı yiyen Havva gibi kocasını ihbar eden Beyza da belki çoktan sürülmüştür bu dünyadan. Evin kapısının altından giren hamam böceği kadar yeri yoktur evde. 

Renk körlüğünü şiddet kültürüne başarıyla bağlayan Boğa Boğa'da, bana göre tek oturmayan filmin Amerikalı yazar Jack London'ın romanı Yanan Gün (1910) ile başlaması.

Yalın, kaktüsü ile Asos'a araba sürerken 1893'te Kanada'nın Alaska'ya komşu Yukon bölgesinde geçen hikâyeyi dinliyor:

Havada zerre kadar rutubet, sis, buhar yoktu; ama gök yine de kasvet verici, kurşuni bir örtü gibiydi.


Fakat romanda, alacakaranlığın kurşunla örttüğü uzun gündüzler, kar fırtınası, solgun güneş ve donmuş nehirle betimlenen Yukon'un kasveti ile Beyza'nın şarap içtiği, karanlık bulutlarla adeta üstümüze gelen sahil kasabasını eşleştiremiyorum.

Tematik benzerlikler var: "Hayat bir yalancı, bir hilekardı" diyor romandaki anlatıcı, aynı Asos'un tehditkâr havası gibi.

Elinde balta hazine arayan karakterler, elinde balta ile adam öldüren Yalın'ı çağrıştırıyor. Fakat benzer imge ve konular, on dokuzuncu yüzyıl Yukan'ı ile Asos arasındaki uçurumu kapatamıyor. 
 

 

Amerikan romanıyla başlayan film, Belçikalı Rock grubu Brides of Lucifer'ın "South of Heaven" şarkısı ile bitiyor. Şarkının ve filmin temaları uyuyor.

Rüşvetle dizginlenen komiser, "Cennet burası cennet…iyi ki geldin" diyor Yalın'a.

Son sahnede, kasabalılar, ezmek istedikleri yılanı bağırlarına basarken şarkı da cennetin sesini Tanrı'nın şeytanlaşan meleği, "ışık veren" anlamındaki, Lucifer'dan dinletiyor.

Ne kadar şarkı komiserin Asos'u cennete benzetmesini sorgulasa da İngilizce sözler bana kasabayı hiç terk etmemiş, kültürel ve ekonomik olarak yoksullaşan insanların ikilemini anlatamıyor. 
 

 

Öte yandan, Lucifer'ın Gelinleri şeklinde çevirebileceğimiz Belçikalı grubun ismi, bize filmdeki şeytanın karısı Beyza'yı ve filmin son sahnesinde Yalın'a kahvaltı hazırlamak için can atan kadını anımsatıyor.

Ve film gösteriyor ki herkes bu düzenin bir parçası. Aristoteles'in, aklın hüküm sürdüğüne inandığı Asos'ta artık "kaba kuvvet" ve "cehalet kol" geziyor.

Boğa boğaya karşı. Kim önce saldırırsa…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU