Kıyıcılığın hükmü: Her şey "yarım"

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Devrimci bir arayışın en önemli özelliklerinden birisi, derin bir tarih bilincini hedeflenmesi ve giderek buna sahip olma çabasıdır.

Bu, sadece geçmiş tarihi "kitabi" olarak bilme anlamına gelmiyor. Bugünün, olumlu ya da olumsuz biçimde kendini sürdüren somut olgularını değerlendirme üzerinden geçmiş tarihi yorumlamak, geçmişten bugünün toplumsal, sosyal, siyasal vd. ihtiyaçları için sonuç çıkarmak anlamına da geliyor.

Esasen bu anlama geliyor.

Doğu toplumlarında uluslar, halklar, kuşaklar, hatta tek tek kişilikler kendi özel tarihlerini doğallığı içinde tamamlayamıyorlar; içinde yaşadıkları tarihsel, toplumsal süreçlerin potansiyellerini belli bir iç evrim içinde tüketip yeniyle buluşamıyorlar.

Kıyıcılığın ve inkârcılığın yasaları hükmünü yürütebiliyor...

Her şey "yarım" kalıyor.
 


"Yeni", "yok hükmünde" kabul edilen geçmiş üzerinden yaratılan siyasi iklimde kendi resmi tarihini inşa ederken, geçmiş yaşanmışlıklar bastırılıyor, toplumların ve halkların belleğine gömülüyor.

Öte yandan her şeye rağmen tarih unutmuyor, yaşananlar unutulmuyor!

Meselenin sahte ve şekli olanı ile esas olanı arasındaki mücadele kıyasıya sürüyor.

Suni bir zorlamayla yaratılan siyasi iklim değişince her şey bir anda ortaya çıkıyor.

Bir bakıyoruz ki yetmiş yıllık, hatta yüzyıllık sorunlar sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi ortaya dökülüyor.

Üstelik daha bir ağırlaşmış, tıkanmış şekilde ama buna karşın çözüm arayışı da toplumsal hareketlilik biçiminde yaşanmaya başlıyor...

 
Tarihle yüzleşme

Bu coğrafyada da hemen hemen tüm sınıflar, etnik topluluklar, kuşaklar, toplamda halklar tarihi toplumsal coğrafyanın esiridir diyebiliriz.

Hiçbir halkın ve sınıfın tarihsel gerçeklerle yüz yüze gelmeden ve kendi tarihiyle yüz yüze gelmeden ve kendi tarihiyle barışmadan rahatlaması, diğer halk ve sınıflarla barış içinde bir arada yaşaması olanaklı değildir.

Bunu başardıkları takdirde, neden oldukları göçlerin, sürgünlerin, katliamların bir dizi soruna yol açtığını göreceklerdir.

Bütün bu kötücül hadiseler olmasa ortadan kaldırılan ve yok sayılan halkların, etnik toplulukların ve kuşakların ülkenin zenginliği olarak yaşayacağını göreceklerdir.

Bu çerçevede, tarihle güçlü bağlar kuramayan bir çabanın, Doğu coğrafyasında kök salması, kalıcı olması mümkün değildir.

Türkiye toplumu bir bakıma Doğu toplumudur!

Bütün bunlardan kendimiz için çıkaracağımız sonuç, sadece ülke ve bölge halklarının değil, özel olarak kendi kuşağımızın tarihi geçmişini aydınlatmak gibi bir görevle karşı karşıya olduğumuzdur.

Elbette ki; kuşak eksenli bir tarih anlayışı geliştirme iddiasında değiliz.

Fakat toplumların tarihinde ancak yüzyılda bir ortaya çıkan toplumsal bir hadise 1970'li yılların Türkiye'sinde yaşandı.

6-7 yıla sığan kısacık bir zaman diliminde, bu ülkenin sınıfları ve halklarından milyonlarca insan, kısacası tüm yaşayan fertleri tarihi çok "sıkışmış" ve "yoğun" biçimlerde yaşadılar.

Türkiye tarihi içinde çok önemli ve çok özel olan bu dönem ilktir. Ancak tarih içindeki anlamı ve ülkenin geleceğindeki yeri denebilir ki, hiç anlaşılmadı.

Tartışılmadı bile! tartışmak yasaktı!

Ülkenin bugün içine sürüklenmiş olduğu olumsuzlukların boyutlarının "neden-sonuç ve çıkış yolu" esprisi içinde daha tam ve doğruya yakın anlaşılabilmesi 1970'li yılların tarihsel, toplumsal, siyasal, antropolojik, kültürel, psikolojik vb. yanlarıyla açığa çıkmasından geçiyor.

Bunun da kuşağımız gereği üzerinden yapılacak bu yönlü çalışmalarla gerçekleşebileceğine olan inancımız sürüyor.

Anahtar toplumsal kavram 78'liliktir, Türkiye'nin 1960-80 dönemidir. Bu etki altında devamla 2000'li yıllara ve günümüze kadar gelen "sürekli darbecilik" dönemidir.

İki kutuplu bir dünyaya dayalı tarihi bir dönemin bitmesi sonucu, Soğuk Savaş atmosferinde şekillenen ideolojiye, politikaya, kültüre, edebiyata vb. disiplinlere yaklaşım biçimlerinin kabuklaşarak toplumdan koptuğu, giderek çözüldüğü ve yeni gelişmeleri hala açıklayamadığı bir dünyada yaşıyoruz.

Toplumun ve halkın gerçek ilişkilerinin sahici ve yaşandığı şekliyle açığa çıkarılması, bunun üzerinden başta sosyal tarih olmak üzere, topluma ve halka dayalı tarih yazımının yeniden üretimi kaçınılmazdır.

Nitekim şu sıralar bir ölçüde gündeme gelen kişisel tanıklıklara dayalı sözlü tarih yazımı bunun malzemelerini verme anlamında önemlidir.

Bize gelince, bu aşamada gerçekleri anlatma ve yeni kuşakları aydınlatma gücünü gösterebilmeliyiz. Yaşadığımız gerçekler o zaman daha bir netleşerek, açığa çıkacaktır.

Bu açıdan, 43 yıldır süren tarihi sürecimizi arkeolojik kazının bir parçası olarak değerlendirmek gerekiyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU