Diyarbekirli Onnik Dinkjian

Altan Tan Independent Türkçe için yazdı

Onnik Dinkjian

Bugün sizlere Diyarbekir'in has evlatlarından Onnik Dinkjian'ı anlatacağım.

Onnik Dinkjian, yani esas adıyla Dinkçiyan -internette genellikle "J" harfiyle Dinkjian şeklinde yazılıyor- 1929 yılında, Ermeni Diyarbekirli bir anne-babanın çocuğu olarak Fransa'da dünyaya gelmiş.

Annesi ve babası, 1915'teki büyük felaketten, katliamlardan bir şekilde kurtulmuş; zorlu bir hayat hikâyesinin ardından Fransa'ya ulaşmışlar.

Ne yazık ki, Onnik'in hayatı da tıpkı annesi, babası ve dedeleri gibi bir dramla başlamış.
 


Henüz 1 yaşındayken babasını kaybetmiş.

Tek bir ablası varmış.

Allah'tan derler ya, kader bazen son anda bir kapı açar. İşte, Onnik'e de öyle olmuş.

Kendileri gibi Diyarbekirli olan vaftiz annesi ve babası, yani Dinkjian ailesi, onu himayelerine almış.

Dinkjian soyadı da annesi ve babasından değil, kendisini büyüten bu Diyarbekirli vaftiz ailesinden geliyor.

Bütün hayatı, hiç görmediği Diyarbekir'le geçmiş.

Hikâyeler, türküler, şarkılar, hatıralar hep Diyarbekir'le yoğrulmuş.

Ve öyle bir noktaya gelmiş ki Allah vergisi müzik yeteneği sayesinde, dünyadaki onlarca müzik ekolü ya da türü yerine Diyarbekir'in yerli, şehirli Ermeni musikisini ve genel olarak Diyarbekir musikisini kendine yol olarak seçmiş.

Şu anda 96 yaşında. Allah uzun ömürler versin.

Bu 96 yıllık ömrü boyunca, aklı erdiğinden beri, eli mızrap tuttuğundan beri Diyarbekir folklörü; Diyarbekir'in şarkıları, türküleri ve hikâyeleri üzerine çalışıyor.

Bir de çok enteresan bir husus: O has Diyarbekir musikisi -yani tüm notaları, makamları ve şehirli ruhuyla-  Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Ermenilerin ve Süryanilerin birlikte yoğurduğu bu kültürü, Onnik Dinkjian nasıl olmuş da bu kadar uzakta koruyabilmiş, içselleştirmiş? Bu başlı başına ayrı bir inceleme konusu.

Allah uzun ömürler versin.

Hâlen müzik yapmaya devam ediyor.

Üstelik, Ermenice söylediği parçalarda Diyarbekir'de konuşulan Ermeni ağzıyla söylemesi, onu daha da özel kılıyor.

Yani, bu da artık nesli tükenen, çok az sayıda kişinin bildiği o yerel Diyarbekir Ermeni lehçesini belki de kayda geçiren son kişilerden biri oluyor.

Allah ona bir büyük lütuf daha vermiş.

Ara Dinkjian adında bir oğlu var.

Çoğu zaman büyük alimlerin, ressamların, yazarların, romancıların, şairlerin çocukları kendileri gibi olmaz.

Bu da Allah'ın bir kanunu. Çok az rastlanır böyle durumlara.

Ama Ara Dinkjian, en az babası kadar ünlü ve tanınan; hatta Türkiye'de babasından daha fazla tanınan, 1958 doğumlu büyük bir ud sanatçısı ve aynı zamanda bestekâr.

İşte Sezen Aksu'nun hepimize ezberlettiği, zihnimizden ve kalbimizden çıkmayan, "ağladıkça ağlatan" parçanın bestekârı o.
 


İbranice, Yunanca, Türkçe, Kürtçe, Arapça; hemen hemen her dilde söylenen ve tüm bu halkların ruhlarına hitap eden ilginç ve çok güzel bir eser.

İnternette, YouTube'da hem Ara Dinkjian'ın hem de Onnik Dinkjian'ın eserlerini kendi seslerinden ve görüntülerinden izleyebilirsiniz.
 


Ama deseler ki; seni en fazla ne duygulandırıyor?

En fazla duygulandıran, Onnik Dinkjian'ın İngilizce yaptığı bir konuşma.

İnsanın yüreğini sızlatıyor, ciğerini sızlatıyor.

Hele, işte bütün Diyarbekirlilerin bildiği; Türküyle, Kürdüyle, Ermenisiyle, Süryanisiyle ve her dilde söylenen, özellikle "hele, hele,hele yar" nakaratı olan parçayı söylediği vakit, inan edin, o konser salonları kalkıyor iniyor, kalkıyor iniyor ve bu nakaratı oradaki herkes yürekten, bir ağızdan söylüyor.

Onnik Dinkjian, bu kadar yoruldu, ruhuna işlediği, kılcal damarlarına kadar indirdiği Diyarbekir kültürünü 75 yaşına kadar yerinde, Diyarbekir'de görmüyor, göremiyor.

Oğlu Ara Dinkjian'ın ifadesiyle:

Bir gün biletlerimizi aldım ve babamı aradım. 75 yaşındaydı. 

'O zaman, baba, Diyarbekir'e gidiyoruz' dedim.

Ve Diyarbekir'e geldiğimizde babamı sokaklarda bıraktım.

O, dinlediği, anlatılan, görmediği ama haritasını iliklerine kadar ezbere bildiği sokakları gezdi.

Duygularını, hissiyatını görmek istedim.


Evet, gurbet böyle bir şey.

İnsanın kökleri böyle bir şey.

Keşke bu yapı bozulmasaydı.

Türküyle, Kürdüyle, Ermenisiyle, Süryanisiyle, Keldanisiyle, Ezidisiyle, Alevisiyle, Sünnisiyle bu topraklarda kim varsa, o çokkültürlülük demokratik bir şekilde devam edebilseydi.

Yıllar önce, 2011'de ilk milletvekili seçildikten hemen sonra, 2012 senesinde bir New York ziyaretinde, Koçgiri isyanının liderlerinden, hareketin liderlerinden Ali Şir'nin torunu, orada büyük bir işadamı sağ olsun bizi bir yemeğe götürdü.

"Nereye gidelim?" diye sordu.

"Vallahi, sen bilirsin" dedik.

Yani, "Ev sahibi sensin, nereye istersen"; sahil kenarında, deniz kıyısında, biraz uzaklarda bir kır lokantasına gittik.

Lokanta, Diyarbekirli bir Ermeni'ye ait.

Orada oturduk, sarıldık, öpüştük, sohbet ettik, ikramlarda bulundular.

Lokantanın sahibi dedi ki: "Küçük kardeşim de burada. Zaten ablam, ben ve o kaldık."

Yani hem Ermeniceyi iyi bilen, hem Diyarbekir Türkçesini, lehçesini, ağzını çok iyi konuşan bizler. Belli günlerde bir araya gelir, hasret gideririz. Ama çocuklar, torunlar zaten büyük oranda bu kültürel atmosferden uzaklaştılar.

Kardeşini çağırdı. Dedi ki:

Bak işte, Altan Bey gelmiş, Altan Tan. Bizim Diyarbekir milletvekili, hemşerimiz.


Ben de "Merhaba, nasılsınız, iyi misiniz?" falan diyerek birkaç şey söyledim.

Normal, İstanbul Türkçesiyle.

Bir kaşlarını çattı, döndü bana şöyle dedi:

Sen niye êle tango Istanbullilar kimın konişisan?
Ma sen bızım mılletvekilımız degılsen?
Niye bızım Diyarbekirliler kimın konişmisan?


Aynen Diyarbekir ağzıyla bunları söyledi.

Yüreğim hırt diye mi, hop diyemi ben de bilmiyorum oynadı bir yandan gülmeye başladım bir yandan da utandım.

"He kardaş hama nasıl istisen êle konışax" diye Diyarbekir ağzıyla devam ettim.

Beni davet eden Koçgiri büyük iş adamı hemşerimiz ne yaptı ne ettiyse, hiç hesap almadı.

"Asla. Diyarbekir'den buraya kadar hemşerimiz, kardeşimiz gelecek, biz ondan hesap alacağız! mümkün değil."


Yine o Newyor gezisinde Süryani Metropolitini ziyaret etmek istedim.

Metropolit Bey, yani Metropolit Efendi, Süryani literatüründe, Hristiyan literatüründe "baba" diye anılıyor toplantılarda.

Randevusuz gittik.

Google'dan bakıp adresin neresi olduğunu öğrendik.

Yanımdaki arkadaşlarla şöyle dedik:

"Vallahi" dedim; "uzaktan geldik. Yani haber verin lütfen, tabii biz randevusuz geldik. Eğer müsaitse, 5 dakika selam verip çıkmak isteriz."

Bize haber verdiler, kabul etti.

İçeri girdim; iri yarı, en az 1.90 civarında iri cübbeli biri.

Tabii bilirsiniz, bilmeyenlere de anlatalım, metropolitler baştan aşağı kıpkırmızı giyinirler.

Her şeyleri kırmızıydı.

İngilizce konuşmaya başladık.

İkimiz kendimizi takdim ettik; nereliyiz, nereden geldik, nasılsınız, iyi misiniz diye bildiğimiz kadarıyla İngilizce konuştuk.

Sonra bir ara sordum: "Nerelisiniz efendim?"

Dedi ki: "Ben Suriyeliyim."

"Suriyeliyim" deyince ben de Arapçaya döndüm.

3-5 dakika kadar Arapça konuştuk.

"Suriye'nin neresindensiniz?" diye sordum.

"Kamışlı" dedi.

"Ooo" dedim; "daha yakın, hemen Nusaybin'in karşısı."

"Efendim" dedi; "benim bildiğim kadarıyla ailemin de önemli bir kısmı Kamışlı'da. Kamışlı'daki Suriyelilerin büyük bir kısmı Midyatlıdır, yani Turabdinlidır."

Tor derken, Midyat'ı da içine alan; Gercüş, Nusaybin, Hasankeyf…

Tor geniş bir bölge.

Dedi ki: "Ben de Habablıyım."

"Habab" derken hemen Midyat'ın burnunun dibinde, Bagok Dağları'nın üzerinde çok meşhur bir köy.

Neyi ile meşhur derseniz.

"Bütün Kürtçe türkülerde, şarkılarda, kişiler sevdiklerinin güzelliğini anlatırken 'Seve Halati' yani 'Ahlat elması', 'mevijê Hababê' derler. Habab'ın kuru üzümü gibi derler. Çok besli, tatlı, uzun, iri. Yani Besni üzümüne benzer. Muhteşem bir üzüm."


Bunu duyunca daha da güldük, şakalaştık.

Ben de Midyatlı olduğumu söyleyince, bu sefer Kürtçe konuşmaya başladık.

Bakın, İngilizce başlayan bir sohbet, Arapçaya, oradan Kürtçeye, yani Kurmancîye döndü.

İşte Ortadoğu'nun bu güzellikleri...

Bu birlikteliği, bu folkloru ve ortak kültür ile kimlik ortaya çıkarması en büyük hazinemiz.

Ne yazık ki, biz bunu geçen yüzyılın başında İttihatçılar eliyle çatlattık, parçaladık.

Ama bugün, işte yan yana geldiğimizde, hiç hayatımızda görmediğimiz bir Diyarbekirli Ermeni hemşerimizle, bir Midyatlı Süryani Metropolit hemşerimizle can ciğer kuzu sarması oluyoruz.

Çünkü niye?

Şakalarımız, gülmemiz, nüktelerimiz, folklorumuz, şarkı ve türkülerimiz hepsi bir.

Ve işte o Metropolit, şu an bütün dünya Süryanilerinin patriği -muhterem diyelim, sayın diyelim, hangi terminolojiyi kullanırsak kullanalım- Afram Kerim, şu an Şam'da.

Allah ona da hayırlı, uzun ömürler versin.

Böyle işte anılarımız oldu.

Keşke, keşke…

Bu yapılar dağılmasaydı.

75 sene Diyarbekir'i görmeden, Diyarbekir'in bütün ruhunu yansıtan Onnik Dinkjian, Ara Dinkciyan, bizim New York'taki restoran sahibi, lokanta sahibi Ermeni hemşerilerimiz ve saygıdeğer Afram Kerim gibi bu ortak dostluklarımız, ruhumuz devam etsin.

Dünü kaybettik; geleceği kurtarmaya bakalım.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU