Geride kalan son iki yüzyılda, imparatorlukların çöküşü ve küresel bazda çok sayıda ulus devletlerin ortaya çıkışı tarihe kaydedilmiş durumdadır...
Öyle ki İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana 120'den fazla ulus devlet kuruldu...
Günümüz çağdaş ulus devletleri siyasal bir düzenleme olarak kabul görmekle birlikte, "devletsiz uluslar" olarak ifade edilen halkların demokratik olsun veya olmasın, birlikte yaşadıkları ulus devletten daha çok tanınma ve daha çok hak arayışı talebinde bulunmuştur.
Ulus devletlerin karşılaştıkları bu yeni durum ile ilgili olarak, iki temel belirleme yapılmaktadır.
Birincisi, "devletsiz ulusların" ulusal demokratik doğal hakları anlamında ifade edilebilecek geçmiş ulus devletle bağlarını koparma ve "yeni bir tarih yazımı" arzusudur.
İkinci olarak, ulusçuluğa karşı durma yerine demokrasiyi derinleştirerek güçlendirerek bir eşit ve güçlü toplum yaratma ve değerlerinin ulus devlet tarafından kabulünü sağlamaktır…
1789 Fransız Devrimi, bütün dünyada eski siyasal ve sosyal yapının geride kalmasını sağlarken, yeni bir toplum modeli kurmak üzere yeni bir sınıfın yönetimi yani burjuva sınıfının egemenliğinde ve öncülüğünde yeni bir toplum düzeni, egemen olacaktır.
Bu yeni devrimin temel hedefi doğal olarak feodal düzen olmuştur.
Feodal düzen kaldırılmış hedef olarak ta hak eşitliği esas alınmıştır. 26 Ağustos 1789'da Fransa Ulusal Meclisi'nde kabul edilen 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, insanın özgürlük hakkını, yurttaşın egemenlik hakkını da kapsaması esas alınmıştır.
İnsanlar, haklar bakımından özgür ve eşit doğar ve yaşarlar. Sosyal farklılıklar ancak ortak faydaya dayanabilir.
Yurttaş Hakları Bildirisi'nin birinci maddesi son derece önemlidir. İnsanların doğuştan kaynaklı doğal haklara sahip olunduğu, sınıfsal farklılıkların ise ancak ortak payda ile sınırlandırılması hususu ayrıca değerlidir.
1789 Fransız İhtilali, burjuva devrimi olmasına rağmen, toplumsal gelişmenin ve değişimin önünü açan bir süreçtir.
Fransız İhtilali, yalnızca Fransa'yı etkileyen bir devrim de değildir. Bu devrim bütün bir dünyayı etkisi altına almıştır. Başka bir deyişle Fransız ihtilali, "uluslararası bir sosyal savaştır."
1789 Fransız Devrimi, 1830, 1848 burjuva-demokratik devrimleri ile 1871 Paris Komini ayaklanması ihtilalci fikirlerinin tutuşturduğu özgürlük ateşi, Osmanlı İmparatorluğu'nda ulusal kimlik talepleri ile ulusal hareketler sorunun da Balkanlar başlangıç noktasıdır.
Balkan ulusları ve Ortadoğu halklarının ulusal talepleri ve bu konudaki mücadeleleri, Osmanlı devletinin sonunu hazırlayan süreçlerin adıdır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son yüzyıldaki görünümü, farklı özellikli ulusların ve inançların yer aldığı vagonlardan oluşan ve de yükü ağır bir tren şeklindedir. Bu yükü ağır trenin makinisti Abdülhamit ve istibdadıdır.
Fransız devrimin yaktığı ateşle, "Hürriyet" , "Adalet", "Müsavat(eşitlik)" yükselen sloganlar Osmanlı toplumunu, İstanbul ve Selanik gibi toplumsal gelişmenin yoğunlaştığı merkezlerini etkisi altına almıştır.
1908 devrimi bu merkezlerden başka tüm imparatorluğu kapsamına almış, toplumsal hareketler talepleri anlamında nitelik kazanmış, ulusların hak ve tanınma talepleri daha da yükselmiştir.
Söz konusu süreç aslında, Osmanlı toplumunun modern burjuva toplumuna doğru yönelişinin de bir ifadesidir.
Sultan Abdülhamit dönemi, Türk milli ticaret burjuvazisinin ulus bilinci olan İttihat ve Terakki, Fransız devriminin etkisiyle, Abdülhamit istibdat rejimine bayrak açarken, Balkan halklarının da özgürleşme mücadelelerini engellemiştir.
1908 devrimiyle Osmanlı devleti bünyesindeki halklar kısa bir zaman aralığında da olsa bazı demokratik haklara kavuşmuş; ezilen milliyetler, kendi dillerinde eğitim yapmak, kendi vekillerini seçmek üzere demokratik haklar edinmişlerdir.
Balkan halklarına verilen bu haklar Kürtlerin de ulusal hak talebinde bulunması sürecinin başlangıcıdır.
Özellikle 1838 Balta Limanı Antlaşması, Kürt yaşam coğrafyasında ekonomik değer ve birikimlerinin talanı anlamına gelmekteydi.
Halkın bu yeni ek sömürü sistemine karşı mücadelesi, feodal beylerin etkisiyle "burjuva demokratik" yönü zayıf kalmış olsa da ulusal demokratik haklar talebini karartamamıştır.
Kürt halkının ulusal hak talepleri, istibdat rejimi tarafından geliştirilen Pan-İslamist politikalar vasıtasıyla engellenmeye çalışılmıştır.
İTF'nin Kürtleri Türkleştirme projesi, Osmanlı devlet rejimini olumsuz etkilemiş, Abdülhamit'in Panislamizm politikasını da etkisiz kılmıştır.
Bu süreç aslında Kürtlerin artık ulusal demokratik haklarının isteminde çıkarak ulus bilincinin gelişmesi noktasına ulaşmıştır.
Kürtlerin bu ulus bilincinin gelişmesine karşılık olarak, İttihat Terakki Fırkası Tehcir Kanunu'na ait yönetmeliğin 12'nci maddesinde "Kürtler ufak ufak kafilelere ayrılıp silahlardan arındırılarak değişik bölgelere gönderilecek ve orada genel nüfusun %5'ni geçmeyecektir. Kürt mülteciler eski yerine gönderilmeyecektir" ifadelerinin yer aldığı şekilde önlem almaya çalışmıştır.
İTF'nin bu önlemi cumhuriyet döneminde bir proje olarak sürekli kullanılmıştır.
İttihat ve Terakki döneminde İskan-ı Aşair ve Muhacirin Genel Müdürlüğü yapan Şükrü Kaya, tek partili siyasi hayatın 11 yıl süren İçişleri Bakanlığı görevi sırasında ırkçı/Turancı siyaseti eksiksiz bir şekilde uygulamıştır.
Yazımızın konusu esas itibarıyla cumhuriyet ulus devlet sisteminin Kürt meselesine yaklaşımındaki geliştirdiği siyaset ve sonucudur.
Bu anlamda cumhuriyetin ilanının hemen öncesine kısa değerlendirmeden sonra esas konuya döndüğümüzde;
Yaşadığımız süreç dünyada "belirsizlikler çağı" olarak tanımlanmaktadır. Tüm dünyada "devletsiz uluslar" ya da ulusal azınlıklar, ulusal kimlik talepleri ulusal çoğunluk ya da egemen ulus tarafından kabul görmemektedir.
Kabul görmemenin nedeni egemen ulus kazanımlarıdır. Egemen ulus ile diğer ezilen uluslararasındaki haklar konusundaki farklı dalga boyutundaki iletişim doğal olarak sorunları ağırlaştırmaktadır.
Cumhuriyet öncü kadroları, egemen ulus devlet kazanımlarını, korumak temelinde, çoğu zaman muhalif ulusal taleplere boyun eğdirmek suretiyle, ulusal devlet kazanımlarını koruma bilinci siyaseti geliştirir ve uygularlar.
Cumhuriyet dönemi olarak ifade ettiğimiz aslında yüzyılını tamamlamak üzere olan bir ulus devlet sürecidir.
Kürt meselesi ile ilgili olarak cumhuriyetin en önemli aktörü kuşkusuz Mustafa Kemal'dir. Mustafa Kemal "üç tarz-ı siyaset"i, "iki tarz-ı siyaset"e ustaca dönüştürmüştür.
Birincisi, Mustafa Kemal kafasındaki egemen ulus ve egemen inanç siyasetini geliştirirken, farklı profil örneklerini göstermektedir.
Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Amasya Protokolü görüşmelerinde Kürt varlığını kabul etmekte Kurtuluş Savaşı'nı zorunlu olarak Kürtlerle birlikte yürütülmesinin bilincindedir.
Samsun'a çıktığında "Türk ve Kürt tekmil milleti" kavramını kullanmıştır.
Özellikle "yerinden yönetim" prensibine dayanan 1921 Anayasası'nda bu dönemin yani iki Tarz-ı siyasetin ürünü, politikasının sonucudur.
Mustafa Kemal'in iki tar-zı siyasetinin birinci kısmı, cumhuriyet ilanından önce ortaya koyduğu siyaset, tamamen egemenliğin güçlendirilmesi ve ulus devleti sağlama alma çabasıdır.
16 Ocak 1923 yılında İzmit'te yaptığı konuşmada "Kürtlere yerel özerklik verileceğini" dile getiren konuşması da tamamen Kürt ulusal hak taleplerinin ötelenmesi ya da engellenmesine yöneliktir.
Kemalist/resmi ideolojinin iki tarz-ı siyasetinin ikinci bölümü, cumhuriyetin ilanı ve 1925 sonrası geliştirilen politik yolun siyaseti ile ilgilidir.
İki tarz-ı siyaset, Şark Islahat planını geliştirerek Kürt varlığını ret ederek asimilasyonu esas alan ulus devleti güçlendirecek politikaları uygulamaya koymuştur.
Bu siyaset tarzını 1924 Anayasası'na taşıyan egemen ulus ideolojisi artık ulus devletinin tahkimine geçmiştir.
Mahmut Esat Bozkurt, Recep Peker…gibi yeni ve güçlü ulusu oluşturma çabası içerisinde, Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi…gibi asimilasyon amaçlı, tek uluslu ulus devlet yaratma çabalarını sağlama almışlardır.
Bu süreç Türk ulus bilincinin en yüksek noktası olan homojen bir ulus yaratma çabası olarak ifade edilebilir.
Mahmut Esat Bozkurt'un deyişiyle "Benim fikrim ve kanaatim şudur ki, memleketin kendisi Türk'tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır…" Artık Türk olmayanların bu ülkede işi yoktur.
Cumhuriyetin kurucu kadroları tarafından sürekli olarak ifade edilen "ortak vatan" neden vatana dönüştü?
Nerede kaldı; Kürtlerin ve Türklerin birlikte bir kardeş ve millet olduğu?
İsmet İnönü Dışişleri Bakanı ve Lozan'daki delegelerin başkanı olarak;
"Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir" demişti.
Peki, ne oldu da birden bir ulus, bir halk yok sayıldı?
Günümüz de var olan Kürt meselesinin temeli burada yatmaktadır;
Yok sayılmak!
Bu durum Kürtler anlamında kabul edilemez bir durumdur.
Bu yok sayılmanın sonrasında sürekli isyanlar…
1806 yılında başlayarak günümüze kadar süren bir süreci tanımlamak zor da olsa, ulusal demokratik haklar mücadelesi olarak bir eksende toplayabileceğimiz Kürt meselesi, çözümü konusunda elimizde çok daha fazla olanak söz konusudur.
Bir kere Kürt meselesi konusunda devletin güçlü bir hafızası söz konusudur. Meselenin çözümünü kolaylaştıracak noktalardan biri de budur.
Meselenin tüm boyutlarıyla ele alan Osmanlıd'an başlayıp cumhuriyetle süregelen raporlar söz konusudur. Bu raporlar maalesef Şark Islahat Planı'nın alt yapısını oluşturmuştur.
Söz konusu raporların sayısının 27 Mayıs 1961'te 15 adet olduğu, bu tarihten sonra ise resmi rapor sayısının yüzlerce olduğu ifade edilmektedir.
Hazırlanan raporlar ve öneriler incelendiğinde cumhuriyetin yani devletin resmi politikasının Kürt meselesi konusunda, çözüm üretemeyen iki görüşün günümüze kadar ulaştığını ifade edebiliriz.
Birincisi İsmet İnönü ve arkadaşlarının (Fevzi Çakmak, İbrahim Tali Öngören, Hamdi Bey, Abidin Özmen Şükrü Kaya…gibi devlet oligarşisi içinde yer alanlar) geliştirdiği aşırı güvenlikçi politikalar, zorunlu iskan, asimilasyon ve Türkleştirme üzerine kurulan politikalar.
İkincisi Celal Bayar ve arkadaşlarının (Cemal Bardakçı, Kazım Karabekir… gibi ) önerdiği sivil demokratik çözüm politikalardır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz 'iki tarz-ı siyaset'in özellikle İnönü grubunun politikaları devletin resmi düşüncesi olarak tescil gördüğünden geniş uygulama alanı bularak günümüze kadar ulaşmıştır.
Bu iki farklı siyaset ekseni arasında Kürt meselesinin çözümü konusunda ciddi farklar vardır.
Örneklemek gerekirse,
İnönü gurubu Kürt yaşam coğrafyasında partilerin teşkilat kurmasına bile karşı çıkmıştır.
İnönü grubu ya da siyaseti Kürt yaşam coğrafyasının "Umum Müfettişlikle" yönetilmesini istemiştir.
Yasakçı ve Türkleşme konusunda son derece kararlı İnönü grubu, Kürt dilini yasaklamıştır.
Yine Kürt meselesinin günümüze kadar ulaşmasının baş mimarı sayılan İnönü ve grubunun siyaseti, Kürt halkının zorla yaşam coğrafyalarından göçünü açıkça savunmuştur…
'İki tarz-ı siyaset'in Bayar gurubu ise tersi politikaları savunmuşlardır.
Özellikle müfettişlikleri lağvetmişler, Kürtçe konuşma önündeki yasaklar kaldırılmıştır.
Ancak bu grup siyasetinde geliştirdikleri politikaların tutarsızlığı, meselenin demokratik çözümünü zorlaştırmıştır.
Burada bu 'iki tarz-ı siyaset' arasında Kürt meselesiyle ilgili hazırlanan raporlar, çoğu zaman raflarda "gayet mahremdir ve zata mahsustur" ya da "çok gizlidir" şerhleriyle tozlanmaya bırakılmıştır.
1925 yılında hazırlanan ilk üç rapor belirlemeleri (İçişleri Bakanı Cemil Uybad'ın Raporu, Abdülhalik Renda Raporu, Hamdi Bey'in hazırladığı Dersim Raporu) 24 Eylül 1925 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilerek yürürlüğe giren ve Şark Islahat Planı'na dönüşmüştür.
Şark Islahat Planı, Kürt yaşam coğrafyasının demografisinin değiştirilmesi, Kürt nüfusun batı bölgesine zorunlu iskan edilmesi, dağlık köylerin merkezde birleştirilmesi, askeri karakolların tüm bölgeye yaygınlaştırılması, çocukların ailelerinden alınarak Türkçe eğitimle yetiştirilmeleri, Türklük propagandalarının yapılması, Kürtçe konuşmanın yasaklanması…konularını içermektedir.
Bu plan, cumhuriyetin tüm süreçlerinde Kürt meselesine yaklaşımda rehber ve ana düşünce olmuştur.
Bu plan "tedip-tenkil-temsil" olarak ifade edilecek bir siyasettir. Uslandırma ve terbiye etme ile cezalandırma esaslı kendine benzeştirme politikalarıdır.
Yüzyıldır cumhuriyetin önünde duran bir mesele, Kürt meselesi!
Yüzyıldır neden çözmedik ya da çözemedik?
Yukarıda sadece önemli kesitlerini vermeye çalıştığımız ve en çok da tek partili sistemin kadrolarının meseleyi çözmeme konusundaki kararlılığını anlatmaya çalıştık.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken sırtındaki bu yükün nasıl indirileceğine ilişkin olarak, siyasetin ve siyaset kurumlarının çözüm odaklı projelerini acilen ortaya koymak zorunda olduklarını bilmelerine rağmen, yeterince istekli görünmediklerine şahit oluyoruz.
Bu durum da doğal olarak siyasi çözümleri zorlaştırmaktadır.
Çok kültürlü, çok uluslu ve çok milliyetli toplumsal yapımız ve bu yapıdan çıkan hak talepleri ülkemizin toplumsal bir gerçekliğidir.
Yüzyıldır süren bu gerçekliğin ortaya çıkardığı hak taleplerinin reddedilmesi tüm sorunların kaynağıdır.
Yüzyıldır, mevcut çeşitliliği, farklılığı, dayanışmayı ve birlikte yaşamın nasıl kurgulanacağı, farklılıkla eşitlik arasında nasıl bir denge oluşturulacağı hususlarına yoğunlaşmanın yerine homojenleştirme maksatlı bir sistem, meselenin çözümünün önüne konmuş, meselenin sosyolojisinden uzaklaşılmış böylelikle sorunların karmaşık hale gelmesine zemin hazırlanmıştır.
Geçmiş yüzyıllık tarihsel sürecin ve cumhuriyetin kurucu kadrolarının, ulus devleti koruma çabası, egemen ulus ve egemen inanca dayalı bir sistemi yaratmıştır.
Geride kalan süreç ve diyalektik bu anlamda anlaşılabilir; ancak günümüzde kabul edilemez bir durumdur.
Elde edilen kamusal değerlerin adil bir şekilde paylaşılmaması artık kabul görmemektedir. Hak talepleri adil karşılık görmemektedir.
Bu durumu aşmak üzere, meselenin sosyolojisine yoğunlaşarak yeni bir olgunluk sürecine ihtiyaç duyulmaktadır.
Başta cumhuriyetin kurucu uluslardan biri olarak tanımlanan Kürtlerin (M. Kemal Atatürk: Cumhuriyetin iki kurucu unsuru vardır: Türkler ve Kürtler) yine Lozan Konferansı'nın heyet başkanı olarak İsmet İnönü ("Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir") ulus devlet kazanımlarının dışında tutulması, asimilasyona tabi tutularak Türkleştirme projeleri, Kürtleri haklı hak taleplerine yönlendirmiştir.
Bu hakların tamamı doğal ve ortak yaratılmış değerleri kapsamaktadır. Bu temel ve doğal meşru haklara karşı egemen ulus zihniyeti ile duyarsız kalma, bu taleplere karşı güç ve boyun eğdirme dinamiklerini sürekli canlı tutma politikaları, Kürtlerin son yüzyılda geliştirdikleri "birlikte yaşam" paradigmasını zorlamakta, başka zor seçeneklere zorlamaktadır.
Artık kurucu iki ulus arasında çıkarların dengelenerek, işbirliğinin birlik temelinde çoğaltılarak, özne ortaklığı sağlanmalıdır.
Toplumsal barışın ve meselenin en önemli ruhsal eşik burada somutlaşmaktadır.
Burada belirtmemiz gereken en temel bir diğer sorun da, halkların yeni özgürlük alanlarının biri birini sınırlandırmadığı soğukkanlılığa sahip olunmasıdır.
Bölünme kaygısı geride kalmalıdır. Bu durum da siyasetin geliştireceği inisiyatifle çözülebilir bu süreci iyi yönettiği sürece sorun yaşanmayacaktır.
Geldiğimiz nokta itibarıyla Kürt meselesinin çözümü konusunda neredeyse tekrardan işin başına dönülmüş durumdadır.
Devlet kayıtlarına geçmiş 70 adet rapor (1925-2010 yılları arasında) ve binlerce araştırma, 1514 Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran Seferi ile Sünni Kürt aşiretlerinin özerkliklerini koruyarak İstanbul yani Osmanlı hükümetine bağlanması ile başlayan, cumhuriyete devredilen bir süreç günümüz adıyla Kürt meselesi!
Sonuç olarak;
Kürt meselesinin çözümü; ulus devlet olanaklarının ve kazanımlarının eşit olarak paylaşımından geçmektedir.
Söz konusu paylaşım talebi aslında adil, birleşik, eşit, özgür bir toplum yaratma çabası olarak da değerlendirilebilir.
Ulus devlet olanaklarının paylaşımı, adaletin sağlanması ve adaleti koruyan kuralların tasarlanması anlamına gelmektedir.
Başka bir deyişle yeni bir toplum sözleşmesi ile süreci yönetmek ve denetlemek gerekmektedir.
Demokratik bir anayasanın yapılması ile farklılıkların bir birikim ve değerler topluluğu bilinci yükseltilecek, birleştirici kimlik olan "Türkiyeli" ile ortak bir geçmiş ve geleceği paylaşmak anlamında, eşit yurttaşlar topluluğuna ulaşım kolaylaşacaktır.
"Kürt ulus gerçeğinin" kabulü anayasa hükmü ile tescil görmelidir.
Özellikle anayasada Türklerin ve Kürtlerin asli kurucu olarak tüm halkların ortak vatanı olduğu hususu belirtilmelidir.
Bugün yürürlükte olan merkezi ve yerel idarelerin ikili sistemi yerine, merkezde TBMM ve merkezi hükümet biçiminde her kademede seçimle gelen halkına karşı sorumlu demokratik bir sistem kurulmalıdır.
Türkiye toplumu olarak, toplumumuzu insanlığın evrensel değerleriyle birleştiren, barışçı, özgürlükçü laik, demokratik, kardeşlik kültürünü yayıp, güçlendirerek; anadilde eğitimin tüm kademelerinde sağlanması, halkların demokratik kültürün özgürce geliştirmek hususlarına da anayasal güvence oluşturulmalıdır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish