Latinler için Çin pragmatizmi: Önemli olan kedinin rengi değil, dans etmeyi bilmesidir

Özgür Uyanık Independent Türkçe için yazdı

Arjantin Devlet Başkanı Alberto Fernandez Çin Komünist Partisi müzesinde Mao Zedung’un heykelinin önünde dururken

Alberto Fernandez, Ulusal Halk Kongresi'nin de içinde yer aldığı Büyük Halk Salonu'nun devasa odalarından birinde Xi Jinping'in karşısında coşkuyla konuşuyordu. O kadar heyecanlanmıştı ki ağzından: "Siz eğer Arjantinli olsaydınız, Peronist olurdunuz" cümlesi döküldü. 

Konuşmasından, Arjantin devlet başkanının, bir gün önce gezdiği Çin Komünist Partisi (ÇKP) Müzesi'nden fazlasıyla etkilendiği anlaşılıyordu.

Sözleri Çin Devlet Başkanını bile güldürdüğüne göre muhtemelen Xi Jinping de Peronizmin her kılığa girme kapasitesine sahip olduğunu biliyordu.

Arjantin heyetindeki ÇKP hayranlığı o kadar üst boyuttaydı ki heyet kalkıp Xi Jinping onları yolcularken, Arjantin'in Çin Büyükelçisi Sabino Vaca Narvaja birden Mao'nun söylediği bir şarkının dizelerini Mandarince söyledi:

Komünist partisiz yeni Çin olamazdı.
 

2.jpg
Çin televizyonu Arjantin büyükelçisi Sabino Vaca Narvaja'nın Xi Jinping'e ÇKP şarkısını söylerken görüntülerine sıkça yer verdi

 

Başkan Xi de bir müsamere çocuğunun başını okşar gibi, "iyi söyledin, iyi söyledin" diye onu onayladı.

Zaten Arjantin devlet başkanı konuşması boyunca yeterince ÇKP ile Peronizm arasında paralellik kurmuştu.

"Peronizm'in her zaman iyi gelir dağılımına sahip ve işçi sınıfının daha güçlü olduğu sanayileşmiş bir ülke yapmaya çalıştığını" fakat "her defasında askeri veya neoliberal bir darbe ile (Peronist) süreci geriletdiğini" söyleyerek üstü kapalı biçimde ABD'yi suçladı ve şimdi muhalefette olan ve 2018'de iktidardayken 57 milyar dolar IMF'den borç aldığı için Mauricio Macri'yi şikayet etti. 

Oysa Macri de Peronizm'in sağ kanadıyla ittifak kurarak bu borcu almıştı ve aslında 1976 darbesinden önce Arjantin işçi hareketine karşı terör bizzat Peron'un emriyle başlamıştı. 

Bu tartışmalardan uzak olanlar için modası geçmiş gelebilir fakat ne yazık ki öyle değil.
 

3.jpg
Alberto Fernandez ve Xi Jinping

 

Çünkü tutarsızlığın ve pragmatizmin politikada sağcılara özgü olmadığını bir kez daha Fernandez'in Çin ziyaretinde görüyoruz.

Oysa bizzat kendisinin başında olduğu Arjantin hükümeti, muhalefete baskı uyguladığı için Nikaragua'daki son seçimleri tanımadı. Ve tabi Venezuela'da Maduro yönetimini insan hakları ihlalleri sebebiyle eleştirmekten geri kalmadı. 

Ama solcu Fernandez ve kabinesi tüm bu demokrasi ve insan hakları tekerlemelerini Rusya'da ve Çin'de unuttu. 
 

4.JPG
Arjantin devlet başkanı Rusya’da Putin’le görüştükten sonra Çin’e geçti

 

Çok değil daha iki ay önce, Şili'nin neosağcı başkan adayı Jose Antonio Kast, seçim kampanyası sırasında çıktığı programda, deneyimli gazeteci Tomas Mosciatti'nin "diktatörlük olduğu için Küba ve Venezuela ile tüm ilişkileri keseceğinizi söylüyorsunuz, peki Çin ile neden kesmiyorsunuz?" sorusuna "Çünkü ticaretimiz var. Kesersek Şili halkı aç kalır" cevabını verince Mosciatti:

"Demek Küba güçlü olsaydı bu tavrı alamayacaktınız" dediğinde tüm solcular "bakın sağcılar işte böyledir" diye parmak sallamışlardı. 

Şimdi kıtanın en fazla solcu geçinen, insan hakları ve demokrasiyi dilinden düşürmeyen Arjantin hükümetinin tavrının, neosağcı Kast'tan farklı olduğunu kim iddia edebilir?

Hatta neredeyse şu diktatörlükle suçlanan Daniel Ortega'nın Arjantin'dekilerden daha dürüst ve öngörü sahibi bir politikacı olduğunu söyleyeceğim de dilim varmıyor. 

Ortega hiçbir zaman tipik bir solcu olmadı zaten. Latin Amerika'nın 20.yy'dan kalmış en kurnaz, en pragmatik lideri denilebilir onun için. 

Silahlı bir devrimle gelip iktidarı seçimle burjuvaziye devreden tek lider odur. İktidarı terk edip tasfiye olmayan, aksine kendi hareketini ehlileştirip hakimiyet altına alabilen başka bir politikacı yoktur. 

Çok geriye gitmeye de gerek yok; 2006'da seçimle tekrar iktidara geldiğinde ABD ile ilişkileri harikaydı. Askeri, ekonomik her alanda anlaşmalar imzalamıştı. IMF ile anlaşma yapmaktan bile kaçınmamıştı.

Bu kurt politikacı, 2018'den bu yana dünyada rüzgarın Asya'dan estiğini anlamakta gecikmedi. İktidarını korumak için ihtiyacı olan şeyin Rusya ve Çin'le ittifak kurmak olduğunun farkındaydı.

Geçtiğimiz yılın son altı ayında muhalefeti ezdi ve ABD ile bağları kopardı. Daha düne kadar temsilciliği olan Tayvan'ı ülkeden kovdu. Onun mülklerini Çin'e devretti. Rusya ile askeri işbirliğini güçlendirdi. 

Eskiden statüko ABD tarafından belirlenirdi. Ortega, dünyanın büyük bir kısmında olduğu gibi Latin Amerika'da da statükonun artık Rus- Çin ekseni tarafından belirlendiğini ilk görenlerdendi.

Şimdi geri kalanların hepsi aynı yoldan ilerliyor. 

Alberto Fernandez Çin'e, Putin'le görüştükten sonra geçti. Arjantin devlet başkanı Putin tarafından çok sıcak karşılandı. Macron'a yaptığı gibi araya uzun bir masa koymadı.

İki lider güldüler, el sıkıştılar ve sarıldılar. Alberto da Putin'e: "Arjantin'i Rusya'nın Latin Amerika'ya açılan kapısı yapalım" dedi. 

Geçtiğimiz hafta El Salvador'un "Bitcoinci" ve influencer devlet başkanı Bukele'den Ekvador'un zengin devlet başkanı Lasso'ya kadar neredeyse tüm Latin Amerika başkanları Çin'deydi. 

Bu arada belki hatırlayanlar olacaktır: 2019 Ekiminde patlak veren, yerlilerin 10 gün başkenti ele geçirdiği, başkan Lenin Moreno'nun kışlaya sığınmasına yol açan isyan bu ülkenin Çin'e olan borçları sebebiyle çıkmıştı.

Moreno, Çin'e olan borçları ödeyebilmek için vergileri artırmış, akaryakıta zam yapmış, maaşları düşürmüş ve hatta emekçilere ayda birkaç gün ücretsiz çalışma zorunluluğu getirmişti. 

Halk ilk seçimlerde, Çin şirketlerini Ekvador'da egemen hale getiren ve ülkesini Çin'e aşırı borçlandıran solcu Rafael Correa'nın adayını değil, daha önce üç defa O'na yenilen sermayedar Gillermo Lasso'yu seçmişti. Şimdi anlaşılan o Lasso da çareyi Çin'e sığınmakta bulmuş.

Tabi Lasso, Çin devlet başkanı tarafından ağırlanmadı. Ve elbette Xi Jiping'in batık bir ülke başkanıyla görüşmekten daha önemli işleri vardı. 

Bu yüzden Arjantinliler'in, Xi ile 20 dakika planlanan görüşmenin 40 dakika sürdüğünü her yerde söylemelerine şaşırmamak lazım.

Zaten son 40 yıldır Arjantin hükümetlerinin Çin'e gerçekleşen gezilerinin içinde en fazla promosyonu yapılanı da buydu.

Gerçi 2004'te 350 kişilik bir heyetle Pekin'i ziyaret eden Nestor Kirchner'in rekorunu kimse kıramaz ama her zaman Arjantinlilerin Çin'e ilgisi vardı. 1976 cuntasının başı General Videla da Çin'i ziyaret etmişti. 

Fakat sanırım Fernandez'in gezisi, 1990'da Carlos Menem'inkine daha çok benziyor. Zira Menem de Fernandez gibi, önce IMF ile anlaşıp sonra Pekin'e geçmişti. 

İki ziyaret arasındaki bir başka benzerlik de yine bir Kış Olimpiyatları sırasında gerçekleşmiş olması. O sırada Batı ülkeleri -Tiananman Olayları sebebiyle- Çin'deki olimpiyatı boykot ediyorlardı. Menem'in ziyaretiyle Batı bloğunda bu boykotu kıran ilk ülke Arjantin olmuştu. 

30 yıl sonra bu defa Uygur sorunu sebebiyle Çin'i boykot eden Atlantik bloğunu bozan ülke de Arjantin oldu. 

2004'te Nestor Kirchner'in "milyarlarca dolar Çin yatırımı gelecek" vaadinin bir devamı gelmediği gibi, 1990'da Menem'in ziyaretinin de pek bir karşılığı olmadı.

Yine de "Peronist solun" Çin miti, hiçbir zaman sönmedi. Çin, Latin Amerika solunun Washington'a alternatif olarak ortaya attığı "El Dorado"su olarak kaldı. 

Fernandez'in eyalet valilerini hatta belediye başkanlarını bile heyete katıp götürmesinin bir sebebi de buydu:

Ben sizi ormana soktum. Herkes kendi 'El Dorado'sunu bulsun.


Onlar da sınırsız Arjantin topraklarını, nadir madenlerini, zengin su kaynaklarını birbirleriyle yarışırcasına pazarladılar.

Sonuçta Arjantin ne kadar zayıflamış olsa da, Ekvador kadar küçümsenecek bir ülke değil. Her şeyden önce iyi yetişmiş ve uluslararası deneyime sahip kadroları var.

Yoksa ne kadar büyük olursa olsun, tarihinde 21 IMF anlaşması yapmış bir ülkenin belini doğrultması mümkün olmazdı. O yüzden yine ne yapıp ettiler, IMF'ye yüklü bir fatura çıkarıp anlaşmayı tatlıya bağladılar. 

Çin ile yapılan anlaşmalara baktığımızda ise yeni bir şeyle karşılaşmadık: %7 faizle 11 milyar USD SWAP anlaşması zaten 2014'de Cristina Kirchner'den bu yana yenilenip duruyordu. Ancak yuanın değerindeki oynamalar bu rakamı 9 milyara kadar düşürmüştü. 

Kendi nükleer teknolojisine sahip sayılı ülkelerden olan Arjantin, IV. santralin yapımı için Çinli Hualong ile Cristina döneminden kalan 8 milyar dolarlık anlaşmayı yeniledi.

Bu anlaşmanın Arjantin'in IMF'ye olan yüklü borcuna rağmen yenilenmesi, prestij olarak görülüyor: Hayata geçmesi kısa vadede pek mümkün olmasa da.

Dört tren hattının ve lokomotiflerin, iki ana yolun, bir baraj ve gaz hattının Çinli firmalarca yenilenmesi iki yıldır gündemdeydi. 

Buenos Aires çevresindeki (AMBA) elektrik hatlarının yenilenmesi ve Jujuy'daki güneş paneli parkının genişletilmesi de bu anlaşmalara eklendi. 

Arjantin'de merkezi hükümet hiçbir zaman maden işletmeleriyle ilgili konulara ilişmez. Zira merkezden daha çok eyaletler bu konuyla ilgilidir. Merkez, payını alır ve çekilir.

Bu defa da maden işletmelerine ilişkin hiçbir şey duyamadık. El altından yapılan anlaşmalar da büyük sosyal patlamalara yol açıyor.

Örneğin geçen Aralık ayında yeni bir maden bölgesi yasası çıkaran ülkenin güneyindeki Chubut eyaletinde, hükümet konağının yakılmasına varan protestolar gerçekleşti. 6 gün sonra eyalet meclisi yeniden toplanıp yasayı iptal etmek zorunda kaldı.

Büyükbaş hayvan yetiştiriciliğinde deneyimli olan Arjantin, şimdi Çin'in ihtiyacını karşılamak için devasa domuz çiftlikleri kuracak. Milyonlarca domuzun atıklarının yaratacağı kirlilik ve sağlık problemleri ile ilgili hükümetin ne gibi bir planı olduğunu ise bilmiyoruz. 

Diğer yandan açıklamalara bakılırsa Arjantin, "Kuşak Yol İnsiyatifi"ne de katıldı ama neresinden, onu anlayamadık. Zira Pasifikten gelen rota, Peru üzerinden Amazonları yaran, henüz tamamlanmamış bir yoldan Brezilya limanına ulaşıyordu. Bu rotaya Arjantin neresinden eklenebilir, o anlatılmadı.

Bu gezinin neticesinde Arjantin hükümeti toplamda 23 milyar USD'lik bir yatırımdan bahsediyor. Ancak bu rakama nasıl ulaşıldığı belirsiz. Örneğin 8 milyar USD'lik yatırım gerektiren ve yıllardır bekleyen nükleer santral inşası gibi yatırımlar da hesaba dahil mi bilmiyoruz.  

Bilmiyoruz çünkü Çin bütün anlaşmalarında gizlilik şartını dayatıyor. Çin'le kurulan ticari ilişkiler hangi koşullarda yapılıyor kimse bilgi sahibi değil. 

Bildiğimiz şey Çin'in son 20 yıldır yatırımlarının maden, petrol, gaz, tarım ürünlerinde yoğunlaştığı ve şimdi Afrika'dakine benzer biçimde bayındırlık hizmetleri üzerinden kredi açtığı.

Bu Çin'in enerji yollarının garanti altına alınma stratejisine de uygun. Zira Çin yatırımlarına baktığımızda maden ve enerji kaynaklarının ulaştığı limanları da ele geçirdiğini görebiliyoruz.

Yani Çin Latin Amerika'dan hammadde alıp kendi ürünlerini satarak artı değer elde ediyor. Üstelik artık 2000-2014 arasındaki yüksek hammadde fiyatları (commodities supercycle) yok. 

Latin Amerika ülkeleri o dönemde bile bu extraktivist politikadan bir sermaye birikimi yaratmayı başaramadı ki bugünkü fiyatlarla imkansız.

Çin'in stratejisi ihtiyacı olan hammaddeyi, enerji kaynağını ve gıdayı garanti altına alma üzerine kurulu. Verdiği krediler verimsiz. Venezuela ve Ekvador örnekleri önümüzde duruyor.

Hadi Ekvador küçük bir ülke. Çin Venezuela'ya 68 milyar USD borç vermiş ve bu ülkede sefalet hüküm sürüyor. 

Ayrıca "Çin yatırımları" teknoloji getirmediği gibi istihdam da yaratmıyor. Bayındırlık ya da maden alanlarındaki krediler ancak ihaleler Çinli firmalara verilirse açılıyor. Bu firmaların bir özelliği ise Çinli işçi çalıştırması.

Gezide Fernandez yönetiminin tavrı, Çin karşısında Arjantin'in sahip olduğu otonomiyi sürdürebileceği izlenimini vermedi. 

Bana kalırsa Arjantin'e yapılacak en büyük kötülük de bu olabilir. Çünkü bu ülke demokrasisinin temelinde doktriner materyalleri ilerleten hukukçular, ilerleme modeline katkıda bulunan ekonomistler, diplomatik ve stratejik düşünceleri hayata geçiren özerk politikacılar vardır.

Bu dünyanın periferinde kalan büyük ülkede, otonomi ve dış politika üzerine farklı bakış açılarıyla entelektüel tartışmayı zenginleştiren çok önemli akademisyenler ve uzmanlar var. 

Hepsinin işaret ettiği şey; Latin Amerika'da büyük bir güç boşluğunun olduğu. En küçüğünden en büyüğüne Latin Amerika ülkelerinin tümü, özerklik iddiasıyla harekete geçiyor.

Fakat herhangi bir özerklik projesi, güç kaynaklarının harekete geçirilmesini gerektirir. Özerklik, uygulanabilir maddi- manevi iticilere sahip olmalıdır.

Özerklik esastır ama bu etkinleştirilmiş kaynaklardan yoksunsa, yetersizdir.

Eğer ekonomik refah, sosyal eşitlik ve ekolojik sürdürülebilirliği sağlayacak tutarlı bir kalkınma modeliniz yoksa, bu güç boşluğu; özerklik yerine geçmiştekinden daha büyük bağımlılıklarla sonuçlanır.

Bir de bakmışsınız elin kedisi sizin evinizde fare avlarken, sizinkisi tango ya da salsa yaparak zaman geçiriyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU