Yazmazsam olmazdı

Nuray Mert Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Baştan söyleyeyim, yanlış anlaşılmasın, bu yazı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı ittifak adayı Ekrem İmamoğlu’na karşı bir yazı değil. Dahası, aday beğenmek beğenmemek noktasında değiliz; İstanbul belediye seçiminde, otoriter iktidar siyaseti karşısında demokrasi kapısını aralamak için tek fırsat haline gelen, iktidar partisi karşısındaki adaya oy vermek konusunda tereddüt edemeyiz. Dahası, 31 Mart seçimini kazandığı halde, bin bir manevra ile mazbatası iptal edilen İmamoğlu’na hakkını teslim etmek gibi bir görevimiz var. 

Bu konuya açıklık getirdikten sonra, Türkiye’de siyaset sahnesine dair bir değerlendirme yapmak istiyorum. Dikkatinizi çekmek istediğim husus, Türkiye’de siyasetin ne ölçüde sağ otoriterlik anlayışına kaydığı. Doğrusu, bu sadece bizim ülkemize özgü bir gelişme değil, Doğu'su ile Batı'sı ile tüm dünyada siyaset sağa kayıyor. Biz şimdilik dünyada olan biteni bir yana bırakalım, bizim derdimiz olan Türkiye’ye gelelim. 

Malum AK Parti ve liberaller ittifakı kısa sürede zora girdi, kendini merkezde tanımlayarak siyasete atılan AK Parti, İslamcı fabrika ayarına dönmenin ötesinde, sağ milliyetçilik ile muhkem bir işbirliği oluşturdu. Parlamenter siyaset sistemine son veren Başkanlık sistemine geçiş bu işbirliğinin sonucu gerçekleşti. Buna karşı, sol siyasetten ziyade seküler, cumhuriyetçi olarak tanımlayabileceğimiz ana muhalefet de giderek artan biçimde sağ siyaset alanına savrulmaya başladı.

Doğrusu, bu ülkede, sağ siyasetler ve CHP ile temsil edilen sosyal demokrat siyaset, milliyetçilik konusunda öteden beri birbiri ile yarışır haldedir. Sol ulusalcılık ile sağ milliyetçilik sadece sekülerlik ile muhafazakarlık ekseninde ayrışır. Kürt meselesi, Kıbrıs sorunu ve Ermeni katliamı gibi temel konularda büyük bir uzlaşma vardır. Demokratikleşme açısından bu uzlaşmanın esaretinden kurtulmamız gerekiyordu, olmadı. Tam da bu nedenle, iktidar partisi ana muhalefeti “terörle mücadele” başta olmak üzere milliyetçilik siyasetine rehin almayı başarabildi.

Diğer taraftan, yine demokratikleşme açısından, sosyal demokratların katı laiklik anlayışının esnemesi, AK parti ile temsil edilen muhafazakar/İslamcı siyasetin ise laikliğin demokrasi açısından önemini kavraması gerekiyordu. O da olmadı. 

Doğrusu, CHP bir şekilde esneme gösterdi, AK Parti ise laikliği tartışma konusu yapmaktan kaçınmayı öğrendi ama eski bir sağ siyaset hastalığı olan siyasette “din ticareti”ni doruk noktasına taşıdı.

Demokratik bir laiklik anlayışını sindirmekten ziyade, iktidarın din kartı karşısında geri adım atmak zorunda kalan CHP bir noktadan sonra, bu kart üzerinden yürümeye karar verdi. İyi Parti ile ittifak içinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı gösterilen Ekrem İmamoğlu’nun siyasi söylemi bu tabloyu çok net biçimde sergiliyor. 

Siyaset artık, kim daha çok Cuma namazına gidiyor, ayet zikrediyor, iftar yapıyor, dua ediyor yarışına döndü. “Ne yapsınlar başka türlüsü geri tepiyor, iktidarın din ticareti hamleleri karşısında yapılacak başka bir şey yok” denilebilir, buna karşı verilebilecek bir cevap yok, ama yapılabilecek bir genel durum tespiti var; Türkiye’de siyaset kaygı verici ölçüde milliyetçi-muhafazakar eksene oturuyor.

“Ne var bunda kaygılanacak?” denilebilir, dahası “Senin gibi, yıllardır, toplumun dini değerleri ile barışmak gerektiğini savunan biri neden bu gelişmelerden rahatsızlık duysun?” denilebilir. 

Birincisi, toplumun veya onun çoğunluğunun benimsediği değerler ile “barışmak” başka şey, dini sembol ve değerlerin siyasi simsarlığını yapmak başka bir şey. Buna da bağlı olarak ikincisi, milliyetçi-muhafazakar siyaset kartları ile oynamanın sonu, bu kartların her seferinde demokratikleşme şans ve imkanlarının önüne kalın bir set çekmesi. 

Türkiye’de iktidar ve muhalefetin her ikisinin de bu eksende buluşması hayırhah bir uzlaşma değil. Tam tersine, Kürt meselesi söz konusu olduğunda milliyetçilik, hak ve özgürlükler ve özellikle bireysel özgürlükler, kadın hakları söz konusu olduğunda muhafazakarlık yarışına girmek demek. Bu arada, o yarışta “Topal Osman’ın çocukları” olmak da var, dahası da…

Doğrusu, sağ siyasetçilerden yıllardır her duyduğumda tüylerimi ürperten “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” özlü sözünü de, bu kez Ekrem İmamoğlu’ndan duymak demokratik bir gelecek ufkundan ne kadar uzak olduğumuza dair kaygılarıma tüy dikti. “Ne yani insanı devleti yaşatmak için mi önemsiyoruz, bu ne saçma laf, Şeyh Edebali söylemişse söylesin, bu devirde bu kafada olmak neyin nesi?” deme noktasına gelmediğimiz sürece işimiz zor olacak.
 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU