Edebiyattan sinemaya: Fahrenheit 451; Değişen Dünyanın İnsanları

Mehmet Erduğan, Independent Türkçe için Ray Bradbury'un romanından, François Truffaut yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan 'Fahrenheit 451'i yazdı

Kitap hediye etme alışkanlığını topluma kazandırmak amacı ile Herkese Kitap Vakfı tarafından başlatılan ve her yıl nisan ayının üçüncü pazar günü kutlanan "Kitap Hediye Günü" bu yıl 18 Nisan Pazar günü, koronavirüs salgını nedeniyle evlerde kutlanacak.

Pandemi nedeniyle etkinliğin bu altıncı yılında, sosyal medya üzerinden insanların birbirlerine kitap hediye etmesini teşvik edecek "Kitap Hediye Zincirleri" oluşturulacak.

Herkese Kitap Vakfı, bu yıl içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 100'üncü kuruluş yılı nedeniyle okullara 100 bin adet "Nutuk" kitabı göndermiş ve öğretmenler gününde 32 bin öğretmene birer adet kitap hediye göndererek önemli iki projeye imzasını atmıştı.

Bu hafta gerçekleşecek etkinlik sürecinde de bağışlanan kitapları ihtiyaç sahibi köy okullarına göndermeyi planlayan Herkese Kitap Vakfı böylelikle önemli bir proje için de köprü vazifesini üstlenecek.

Teknolojinin hayatımıza girmesiyle birlikte okuma ritüellerimiz her ne kadar değiştiyse de hayatımızdaki önemi yadsınamayacak olan kitaplarla ilgili böylesi güzel bir etkinliğin olduğu bu hafta vesilesiyle ben de sizin için; kitapların itfaiyeciler tarafından yakıldığı, insanların sadece televizyonda beyin yıkayıcı şovlar izlediği ve kitap bulundurup düşünen insanların yok edildiği bir gelecekte geçmekte olan bir eseri ele alayım istedim.


Fahrenheit 451: Değişen Dünyanın İnsanları
 

 

Fahrenheit 451: Kitap kâğıtlarının yanıp tutuşmaya başladığı ısı derecesi; bugün dünyanın en büyük bilim kurgu ve fantezi yazarlarından biri kabul edilen Ray Bradbury'nin bundan altmış sekiz yıl kadar önce sadece bir kehanet olarak değil, aynı zamanda şiddetli bir uyarı amacıyla bir sürü öykü kaleme alma sebebi.

1950'li yıllarda oldukça yoksul olan ve kendisine ait bile olmayan kiralık daktilolarla bodrum kütüphanelerinde kısa öykülerini yazan yazar, bizim yaşadığımız dünyayla endişe verici benzerliklere sahip olan "kurgusal hikâyelerini" yayımlatabilme derdiyle geçim mücadelesi içindeydi.

Yazarlık kariyerinde bir sıçrama yaşamasını sağlayan yirmi beş bin kelimelik kısa bir roman olan İtfaiyeci eseri ortaya çıkana dek, birkaç yıllık bir zaman diliminde kaleme aldığı beş kısa hikâyeden biri olan Şenlik Ateşi'nde bir adamın dünyanın sonu gelmeden bir gece önceki uzun edebi düşüncelerini hayal etmişti.

Daha sonra bir şehir kütüphanecisinin bağnaz bir yerel vatansever tarafından tehdit edilerek birkaç düzine kitabın yakılmasını konu ettiği Parlak Anka Kuşu öyküsünü yazmıştı.

Sürgünler adlı öyküsü Nathaniel Hawthorne ve Edgar Allan Poe'nun yazdıkları garip öykülerdeki tiplerin birer birer Mars'a sürülüp dünyadaki son kitap yakıldığı zaman, nihai ölümlerinden önce hayaletlerinin eridiği, dumanlaştığı ve uçup gittiği bir grotesk anlatı olmuştu.
 


Dünyadaki bütün entelektüel kitap yakıcıları ve düşlemin akıl için zararlı olduğuna inanan o kötü ruhları Usher II'nin sayfalarında kendilerine yer bulmuştu ve 1950'lerin Los Angeles'ında bir yazar arkadaşıyla birlikte yaptığı bir avare yürüyüşü esnasında bir polisin karşılarına çıkarak onları durdurup "Ne yapıyorsunuz?" diye sorması üzerine yazarın "Ayaklarımızın birini diğerinin önüne koyuyoruz" yanıtına karşılık memurun; "Pekâlâ, bir daha yapmayın!" diyerek uzaklaşmasını takiben bu durum, yürümenin yasaklandığı ve bütün yayaların suçlu sayıldığı gelecek bir zamanda geçen Yaya'nın yazılmasına sebep olmuştu.

Fakat yangın, baskı ve papirüsle ilgili abartılı, mecazlar ve benzetmelerle dolu bu öykülerini neredeyse hiçbir dergi, yayınevi beğenmiyor, basılması ve yayımlanmasını reddediyordu çünkü hiç kimse, geçmişteki, şimdiki ve gelecek zamandaki sansürle ilgili bir roman için risk almak istemiyordu.

Yazarın böylesi sıkıntılı bir sürecinde, parası az fakat ileriyi görebilen genç bir editörün destek ve teşvikiyle bu kısa romanın bir dergide tefrika edilmesi sonrasında öykülerini yeniden gözden geçirip bir bütün olarak, üniforması gazyağı kokan itfaiyeci Montag'ın dünyasında bir araya getiren yazar; sansüre, totaliter yönetimlere, kültür endüstrisine ve sürdürdüğümüz yaşam tarzına yönelik en keskin eleştirisine dönüşen Fahrenheit 451 eserini ortaya çıkarmış oldu.


Değişen dünyanın insanları

Yönetmen: François Truffaut / Oyuncular: Julie Christie, Oskar Werner, Cyril Cusack, Anton Diffring, Jeremy Spenser, Bee Duffell, Alex Scott, Gillian Aldam, Michael Balfour, Ann Bell, Yvonne Blake, Arthur Cox, Frank Cox, Fred Cox, Noel Davis, Judith Drinan, Kevin Eldon, Alan Ford, Joan Francis, Denis Gilmore, David Glover, Tina Hart, Arthur Haynes, Caroline Hunt, Edward Kaye, Mark Lester, Aileen Lewis, Gillian Lewis, Eric Mason, Charlie McFadden, Roma Milne, Michael Mundell, Anna Palk, Donald Pickering, John Rae, Terry Sartain, Arnold Schulkes, Reg Thomason, Tom Watson, Chris William, Earl Younger / Süre: 112 dakika
 

 

Türkçe'de farklı çevirileri varsa da muhteşem bir işe imza atarak Bilimkurgu Klasikleri serisi içinde 1999 yılından beri düzenli olarak bu eseri biz okurlara ulaştıran İthaki Yayınları'nın çevirisiyle soluksuz okuduğum, Ray Bradbury'nin 1953 yılında yayımlatabildiği bu roman 1966 yılında aynı isimle François Truffaut yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır.

Yönetmenin ilk renkli (aynı zamanda ilk İngilizce ve tek bilim kurgu) filmi olan İngiltere-Fransa ortak yapımı film uluslararası prömiyerinden iki yılsa sonra, yani 1968 yılında "Değişen Dünyanın İnsanları" ismiyle ülkemiz sinemalarında gösterime girer.
 


Romandaki kurgu ve anlatımdan bazı farklılıklarla beyazperdeye taşınan film belirsiz bir gelecekte, adı belirtilmemiş bir ülkede geçer.

Kitapların tamamıyla yasaklandığı otoriter bir gelecekte itfaiyenin görevi artık yangın söndürmek değil gizli saklı okunan kitapların peşine düşmek, bulduklarını da yakarak imha etmektir.
 


Öyle ki bu operasyonlar yüzünden insanlar nesillerdir hiç kitap yüzü görmemişlerdir ve yazılı kültür tamamen ortadan yok olmuştur.

Bu mizansen filmin jeneriğine de yansımıştır; filmin açılışında oyuncuların ve teknik ekibin adları akan yazılar şeklinde değil de bir dış ses tarafından sözlü olarak verilmiştir.
 


Ayrıca Truffaut romandakinden farklı olarak filme bir aşk öyküsünü de ekleyerek hikâyeyi duygusal açıdan zenginleştirmiştir.


Prozac toplumu

Filmde; devlet otoriteleri, okumanın ve bilgi edinmenin bağımsız düşünmeyi yaygınlaştıracağına, onun da toplumda mutsuzluğa ve kargaşaya neden olacağına kanaat getirerek sakıncalı ve sakıncasız diye ayırmaksızın, ülkede yazılmış ne kadar kitap ve yazılı materyal varsa kesin bir biçimde yasaklar ve yok ederler.
 


Bunun çok uzun bir süreden beri devam eden bir operasyon olduğu anlaşılmaktadır, zira birçok insan, özellikle de genç nesil kitabın neye benzediğini bile bilmez.

Yazılı materyallerin yasaklandığı bu distopik evrende, sadece rakamlar ve yazısız resimli romanlar serbest olarak kullanılmaktadır.
 


Haliyle yazılı kültür tamamen ortadan yok olunca onun yerini ezbere dayalı görsel kültür almıştır.

Kitap olmadığı için insanların geçmiş hakkında bilgileri ya hiç yoktur ya da kendilerine aktarılanla sınırlıdır.

Televizyonun ve teknolojinin hüküm sürdüğü böylesi karanlık bir dünyada okuma eylemi yok olurken insanlar evlerindeki dev ekranlı monitörlerden sadece kendilerine dayatılan bilgileri almaktadır ve otoriteye itaat etmeyi sürdürmeleri için kendilerine verilen yatıştırıcı ilaçları kullanmak zorundalardır.
 


Böylece entelektüel faaliyetlerden tamamen uzak, neredeyse duyguları olmayan, kanaatkâr ve uyuşmuş bir Prozac toplumunun bireyleri olarak hayatlarını idame ettirmektelerdir.

Akıllarıyla birlikte duyguları da körelmiş olan bu insanların birbirleriyle iletişimleri de çok kısıtlı olduğu için yalnızlaşmışlardır.

İşin daha acı tarafı ise sahte bir huzur içerisindeki bu insanların kendilerini özgür bir dünyada yaşadıklarını sanmalarıdır.


Kitap insanlar

Artık bütün evlerin ve içlerindeki eşyaların yanmaz materyallerden yapıldığı bu geleceğin dünyasında sadece eskiden kalmış, oturulmayan veya kaçak kullanılan, bu nedenle yasa dışı duruma düşmüş bazı ücra konutlarla yine yasa dışı olan kitaplar yangından etkilenmektedir.
 


Dolayısıyla bu yeni düzende bir itfaiye teşkilatına gereksinim kalmamıştır ama yine de personelinin giysileriyle ve kullandıkları kırmızı itfaiye araçlarıyla eskinin itfaiyesini andıran bir kurum hala vardır ve bu teşkilatın adı da "451"dir.
 


Baskıcı devlet tarafından kitap bulundurma ya da okumanın yasak olduğu böylesi bir dünyada aldıkları ihbarları değerlendirerek baskın yaptıkları konutlarda ustalıkla gizlenmiş kitapları ortaya çıkartan ve görevleri yangın söndürmek yerine, buldukları kitapları herkesin gözü önünde ateşe vererek yakmak olan bu becerikli itfaiyeciler alev makinelerini kullanarak buldukları kitapları oracıkta yakıp imha ederler.
 


Bu misyonla çalışan ve hayatını sürdüren itfaiyecilerden biri de Guy Montag'dır ve görevi yasadışı üretimlerin en tehlikelisi olduğu söylenen kitapları yakmak olan Montag bu işini çok sevmektedir.

Ancak, yaptığı iş üzerine tek bir gün dahi düşünmemiş olan ve tüm zamanını televizyonlarla kaplı odalarda zaman öldüren eşi Mildred ile beraber geçiren Montag'ın yeni komşusu Clarisse ile tanışmasıyla tüm hayatı da bir anda değişecektir.
 


Montag bir gün bu yeni komşusu ile karşılaşır ve Clarisse ona "kitap insanlar"dan bahseder.

Kimsenin bilmediği yerlerde toplanan ve kendilerine "kitap insanlar" adını veren bu kişiler, devletin bu asimilasyon operasyonuna inat kitapları sonsuza kadar yaşatmak amacıyla onları okuyup ezberlemektelerdir.

Her biri sadece tek bir kitabı hafızasına kaydettiği için, bu kitap yok edilse bile onu ezberleyen hayatta kaldığı sürece bu kitap böylece yaşatılmış olacaktır.
 


Bu karanlık çağ sona erdiğinde ise bu insanlar hafızalarındaki kitapları yeniden bastırabileceklerdir.

Bu toplulukla tanıştıktan sonra kitapların değerini kavramaya başlayan Montag artık tüm bildiklerini sorgulayacaktır.

Filmde İtfaiyeci Montag duygu ve düşüncelerini sonuna kadar belli etmezken, romanda düzene karşı olduğu baştan bellidir.
 


Romanda savaş birdenbire başlar, hapla uyutulan insanlar kendilerine gelirler, kentler tahrip olur, uzun süredir gizli gizli örgütlenmiş "kitap İnsanlar" ve onlara katılan Montag, diğer insanları bilinçlendirmek, uyandırmak ve eğitmek için yola çıkarlar.

Romanda Bradbury gerçeklerden uzaklaştırılıp uyutulan insanlarıyla modern dünyayı daha geniş anlamıyla ve belli bir ülkeyi işaret ederek eleştirirken, Truffaut filmde bunu daha basite, sadece kitapların yok edilmesine/ezberlenmesine indirgemiştir.
 

 

Yakmak ya da toplamak

Romanın yazarı Bradbury, Fahrenheit 451'in totaliter hükümetlerin sansürünü eleştiren bir eser olmadığını, sadece televizyonun gelecekte toplumun hayâl gücünü ve okuma becerisini yok edeceğinin bir öngörüsü olduğunu ısrarla belirtmişse de bu eser toplumları geçmiş hatalar ve günahlarla yüzleştirdiği için bir tehdit olarak görülmüş ve ele aldığı konusunu haklı çıkarırcasına hem roman hem de film bazı ülkelerin yasaklı yayınlar listelerinde yer almıştır.
 


Günümüzde hafızaların artık bir zorlama olmaksızın silindiği, bireylerin düşünmek ve sorgulamak gibi eylemlerden olabildiğince uzaklaşmasını sağlamak üzere televizyonun, sosyal medyanın ve futbolun kitlelerin afyonu haline getirildiği ve herkesin aynı bilgi düzeyi (ya da bilgisizliği) ile gerçek bir eşitliğin sağlandığı bir ortamda kitapları yakmaya gerek kalmadığını göz önüne alınca kitap okuyanın suçlu sayılarak cezalandırıldığı böylesi distopik bir dünya sanırım hepinize fazlaca "kurgusal", "fütüristik" ve "komplovari" gelecektir.
 


Oysaki bu hikâye her ne kadar kurgusal bir olay örgüsü gibi bize aktarılmış olsa da farklı ülkelerde, çeşitli zamanlarda iktidarda bulunanlar tarafından siyasi, toplumsal, dini veya ahlaki sebeplerle ya süresiz ya da belirli bir süre için pek çok kitabın satışı, dağıtımı ve erişimine engel olunmuş, basılıp dağıtılanlar ise toplatılmıştır.
 


Üstelik böylesi bir despotizm altında kitaplar yasaklanmakla kalmamış, yazarları da yargı önüne çıkarılarak sindirilmiş ve hatta ölümlere varan cezalara çarptırılmıştır.

1934'te Almanya'da kitapları tutuşturan Hitler, Stalin ve onların kafadarlarının kibritleriyle alev alev yanan kitapların bu bilimkurgu romana ilham kaynağı olduğundan söz etmek mümkün olsa da gelin biz ülkemiz dışına çıkmayalım ve yakın tarihimize bir göz atalım.
 


Her ne kadar geçen yıllarda Emniyet Genel Müdürlüğü'nün "Üçüncü Yargı Paketi" kapsamında "Yasaklı Yayınlar Listesi" yeniden değerlendirilip 453 kitapla ilgili yasak yıllar sonra kalkmış olsa da henüz basımı dahi yapılmamış, çalışma ve yazıları nedeniyle insan düşüncesi üzerinde hâkimiyet kurma çabalarının devam ettiği günümüzde düşünce ve ifade özgürlüğüne dair engellemelerin ortadan kalktığından söz etmek hala biraz zor gibi.
 


Türkiye'de bu yönde gerçekleşen geçmiş faaliyetlere göz attığımda filmin aslında 12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980) dönemlerine bizi götüreceğine ve korkunç bir gerçeklikle yüzleştireceğine şüphe duymasam da bu araştırmaları yaparken karşılaştığım ve söylemlerinin benzerliği açısından ilginç bulduğum başka bir tarihsel bir olguyu aktarayım.


Canlı kitap

Fahrenheit 451 adlı kitabın yayımlandığı tarihten çok evvel 1920'li yılların başlarında, Osmanlı'da saltanatın kaldırılmasının ve Lozan Antlaşması'nın ardından Milli Egemenliğe dayalı yeni bir devlet kurulurken hükümetin kendisine muhalefet edebilecek her kesime korku saldığını ve zorbalığın caiz görülmeye başlandığını gözlemleyen Süleyman Hilmi Tunahan bu durum karşısında; "Bizden evvel gelip geçen âlimlerin mum ışığında yazdığı paha biçilmez hazine misali eserlerin toprağa gömülerek çürüdüğünü, bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmaya yüz tutmuş olan bu zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe yani ‘canlı kitap' yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum" diyerek maddenin değil mananın peşinden koşan, görenleri kendisine hayran bırakacak nesiller yetiştirmeye kendini adamış.
 


Böylece 1930-1936 yılları arasında, başlangıçta, Çatalca'nın Kabakçı köyünde kiraladığı bir çiftlikte birkaç öğrenciye İslami ilimleri okutmaya başlamış.

Öğrencilerine çiftliğin bir çalışanıymış gibi davranır, İstanbul'daki işçi pazarlarına gidip davasına uygun olduğunu düşündüğü işçilerin yanına yaklaşır ve onlara; "Evlat, ne kadar istiyorsun?" diye sorarmış.

"Bir lira" diye cevap verenlere "Gel ben sana üç lira vereceğim, yapacağın iş sadece Allah'ın dinini ve onun kitabı Kuran'ı öğrenmek" diyerek onlara günlük yevmiyelerini ödeyip bu ilimleri öğretirmiş.
 


Bazen de Anadolu'nun diğer köy ve şehirlerinde kimi zaman maden işçisi, kimi zaman tuğla üreticisi, kimi zaman da bir tarla işçisi olarak kendilerini gizleyerek öğrencileriyle birlikte davasına devam edermiş.

Öyle zamanlar olurmuş ki öğrencileriyle birlikte oturup onlarla ders okuyacak bir yer bulmak imkânsız hale gelir, bu yüzden bir taksi kiralayıp bazı öğrencileriyle sanki bir İstanbul turundaymışçasına onlara sahip olduğu yüksek ilimleri öğretmeye çalışırmış.
 


İslami kitaplar taşımanın ciddi bir suç olarak kabul edildiği böylesi sıkıntılı zamanlarda talebelerini yetiştirmek için benzeri görülmemiş yöntemler dener, hatta bir müddet bu eğitimi kesintiye uğratmadan devam ettirmek için birkaç öğrencisi ile birlikte İstanbul Haydarpaşa tren istasyonundan Sakarya yakınlarındaki Arifiye hattını kullanırmış.

Tren kompartımanlarını kiralar, sabahtan akşama kadar o kompartımanda gizli gizli Arapça, Fıkıh, Hadis, Akaid, Tefsir gibi dersleri okuturmuş.

Bu şekilde gün boyu hiç trenden inmeden defalarca Arifiye istasyonu ve İstanbul arasında mekik dokuyarak ilim okutma çalışmalarına devam ederlermiş.
 


Coğrafyalar, davalar, amaçlar ne kadar farklı olsa da dünyanın farklı farklı yerlerinde başka başka insanların tren vagonlarında, bodrumlarda, mağaralarda, harabe evlerde yaz-kış, gece-gündüz demeden acılar ve ıstıraplar eşliğinde aydınlık bir gelecek için benzer şeyleri düşünerek hareket etmiş olması tarih tekerrürden ibarettir sözünü bana anımsattı.

Ne diyeyim, dünyanın en güzel poleni olan ve insanda edebi alerji yaratan kitap tozunu içine çekip gelecek kuşaklara miras bırakabilenlere ne mutlu…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU