Zavallı kalem III

Prof. Dr. Mehmet Çelik Independent Türkçe için yazdı

 “Kalem söyleneni yazar

   Dost katına vardı ise.”

 Diyerek bitirmiştik bir önceki yazımızı. Kalem elbette masumdur. Ama varılası o dost kapısı acaba bizim aslında aslımızın temeli olan birlik vadisi ya da ezel meclisi değil mi ki?

 Kalem elbette yazacak; yazacak da yazdıran kim? Hani bir söz vardır ya “Söyleyene değil, söyletene bak!” diye,

galiba oradayız şimdi. Söyleten kim? Adamın biri bu soruyu şöyle cevaplamış:

“Aldı aşkım verdi hüsnün ara yerde kimse yok
  Kendi aldı kendi sattı kendi bazar eyledi.”

(Aşkımı alıp yerine güzelliğini verdi; ama ortalıkta da kimseler yok. Kendisi aldı, kendisi sattı, kendisi pazarlık etti.)

 Biz doğmadan başladı çünkü bu macera. Ezel meclisinde Allah sorunca:

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

“Hani Rabbin (ezelde) Ademoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demişti. Onlar da, "Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)" demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir.” (Araf-172)

  İşte o an âşıklar aşk deryasına daldılar. Hakk’ın sesini duydular. O sesten sarhoş oldular. Onlara “ezel sarhoşları” dendi. Bu bir alkol sarhoşluğu değildi elbet;  İbn-i Fârıd şöyle dememiş miydi?

 Biz oturduk da şarap içtik o sevgili ile

 Şarhoş olduk yaratılmamıştı üzüm bile

 Ya da Rûhî’nin deyişiyle:

“Sanman bizi kim şîre-i engûr ile mestiz
 Biz ehli harâbâtdanız mest-i Elest'iz.”

 (Bizi sakın üzüm şarabıyla sarhoş olmuş sanmayın! Biz meyhane ehliyiz; yani Allah’ın sunduğu ilâhî şarapla ta ezelden mest ve sarhoşuz.)

 Çünkü o mecliste Allah bize: “Rabb’iniz değilmiyim?” diye sormuştu da “belâ” demiştik ya hani! İşte o günden beri bir çoğumuz onun terbiyesinden gelen ilhamın yazıcısı. söyleyicisi olduk. O mecliste duyduğu,işittiği sesin peşinden koşarak semâ yapıp beste bağladı kimileri… Kimileri o ebedî ayrılığı söyleyip yazdı; buna şiir dedi kimileri. Bunu  Şeyh Ârif-i Azerî' nin şu sözleriyle açıklamaya çalışalım:

"Bütün şairler şiir söylemek hususunda söz toplantısında bir kadehten sarhoşturlar. Fakat bazılarım şarabına sakinin gözünün tesiri de karışmıştır.”

“Mâna âleminin dili ile konuşan bu şairlerin ağızları, şiir söyledikleri zaman, sûret âlemine karşı kapalıdır. Bunlar hakikat denizine ağ atmış olgunluk deryası dalgıçlarıdır. Sen bunları öteki zümre ile bir tutma. Zira bunlarin şiirlerinde şâirlikten başka senin anlamadığın bir şey de vardır.”

Artık şairler orada duyduklarının aksini; yazılanların gölgesini takip edip duracaklardır. Aşkın da söylemenin de yazmanın da kaynağı artık orası olacak, ezel üstadı ne demişse o söylenecek o yazılacak. Yunûs’a kulak verelim:

   “Evvel gönül levhinde Hak yazmışıdı çün bir varak

     Bu şimdi okınan sebak ezel-i âzâldan gelür.”

  Çok sorarlar Yûnus'a niçe ‘ışk esrükligi

 N'itsün ezel bezminde öyle çalındı kalem.”

( Allah önceden gönül sayfasına bir yazı yazmıştı. Bu okunanlar ezellerin ezelinden gelen sözlerdir. Yunûs’ a hep sorarlar bu aşk sarhoşluğu nedendir?” diye; Yunûs ne yapsın? Ezel meclisinde kalem böyle çalınmış; yazısı böyle yazılmış.)

Şark irfan kültüründe bazı şair-arifler kendilerini papağana benzetirler. Çünkü papağana konuşma öğretilirken ayna kullanılırdı. Divan şiirinde “tûtî” halk arasında dudu kuşu diye anılan papağan günümüzde ezberciliğin sembolu olarak kullanılıyorsa da eski kültürde konuşma mucizesinin sembolüydü. İrfan şiirinin metaforları arasında papağan ile şair arasında bağ kurulur şöyle ki: Papağan alınıp ya da yakalanıp getirildiğinde önüne bir ayna koyarlar, Papağan aynada kendi suretini görünce suretini başkaa bir papağan zanneder. Papağanı eğiten üstad aynanın arkasına geçer ve konuşmaya başlar. Aynanın önündeki papağan da aynadaki papağan konuşuyor zannıyla üstadın sözlerini tekrarlamaya başlar. Papağana bunun karşılığında şeker verirler ki papağanın dilinin tatlı olması buna dayandırılır. Ünlü Fars Şairi Hâfız-ı Şirâzî

“Der pes-i ayine tûtî-sıfatem daşteend

Ân çi üstâd-ı ezel goft bego migoyem”

(Ayna ardından papağan sıfatı ile donattılar beni

Ben de söylüyorum ezel üstadının söyle dediğini.)

 Şair, Allah’ın aynası olan kainatın önünde papağan terbiyecisinin aynasının önüne oturmuş bir papağan gibidir. Nasıl ki papağanın kendi sözü yoktur da sadece üstadın ona başka bir papağan suretinden seslenerek söylediği sözleri tekrar ediyorsa, şair-arif de kainat ayansında gördüğü ilahi sesleri ve nakışları duyup söyleyen ilâhî bir papağandır. Hâfız bununla ilâhî değerlere ve söz ölçülerine bağlılığını dile getirmektedir. Yani ilhamını ilâhî bir kaynaktan aldığını belirtmektedir. Yoksa bu onun kendisine ait sözü olmadığı anlamına da gelmez. Nitekim semâvî kitaplar da öyledir. Mevlânâ bir şiirinde şöyle der:

“Kur’ân’ın Muhammed’in dudağından geldiği kesindir

  Yine de onu Allah söylememiştir diyen kişi  kâfirdir.”

 Burada önemli olan ayna ve ayna sahibinin niteliğidir. Aynanın arkasında duran eğiticinin sözü neyse papağanın da sözü o olacaktır. Hani kendi orijinalliğinden utanan bazı kişilerin alaya aldığı bir Nef’î şiiri vardır ya şöyle der:

“Tûti-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil
 Çerh ile söyleşemem âyinesi sâf değil.”

Burada Nef’î şunları söyler: ben mucizeler söyleyen bir papağanım. Söylediklerim sıradan ve boş laf değil. Çünkü mucizelerin kaynağı olan yerden ve üstad- ı ezelden gelen ilham ve sözleri konuşup tekrar ediyorum. Felek ile konuşamam, söyleşemem, çünkü feleğin aynası temiz ve saf değil. Felek bana üstatlık edemez ben onun sözlerini tekrar edemem çünkü felek hileci ve yoldan çıkarıcıdır.

İmdi kainat aynasının karşısında duran tûtîlerin söyledikleri ile acun gözgüsü denen renkli ekranların karşısına geçip arkasındaki “enformatik cehalet” satıcısı tecim esnafı üstatların söylediklerini söyleyen papağanları kıyaslamadan bitireyim diyorum.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU