Film Eleştirmeni Alin Taşçıyan kadınlar üzerine yönelttiğimiz bir soruya, “Kadınların çoğunlukta olması dünyadaki her alanda bir büyük şanstır. Film eleştirisinde de bu şekilde görüyorum” yanıtını verdi.
Taşçıyan, ayrıca “Toplumların itici gücü genellikle kültür sanat alanından geliyor. Sinema da sadece bir sanat eseri, bir sanat pratiği değil. Aynı zamanda bir kitle iletişim aracı. Sinemanın kitlelere çok geniş biçimde etkisi var” dedi.
Sizce sinema eleştirisinin bir yasası var mı? İnsanlar düşündükleri gibi yazabilirler mi?
Ne düşündüğünüze bağlı. Eğer düşünceleriniz yeterince bilgi içeriyorsa, yeterince eğitimliyseniz bu konuda, yeterince deneyimliyseniz ve edepliyseniz, tabii ki düşündüklerini yazabilirsiniz.
Yani şu olmazsa film eleştirisi olmaz dediğiniz bir tabiri var mı?
Kural demek istemiyorum. İlkeleri var bence. Mesela bu mesleğin bir girişi çıkışı kurala bağlı değil. Zamanımızda da çok görüyoruz kendisini eleştirmen ilan edenleri, kıymeti kendinden menkul birçok kişi eleştirmen olabiliyor. Benim kuşağım ana akım medyadan geldiği için, yani geleneksel gazete, televizyon, radyodan. Burada mesleğin girişi çıkışı hem yasayla düzenlendiği için hem teamüller olduğu için, genel yönetmenleri, yazı işleri müdürleri, editörler, son derece kültürlü, en azından yazıya ve söze hakim kişiler oldukları için bir tartma vardı işin içinde. Mesela Sinema Yazarları Derneği'nde benim üye sıra numaram 13. Şimdi 100 küsur vardır muhtemelen. Şimdiki gibi bir çoğunluk yoktu. Denetim ve seçicilik vardı. Uluslararası alanda da kendimizi kabul ettirmemiz öyle çok kolay bir şey değildi. Mesela şöyle söyleyeyim, Türkiye'ye filmler çok geç gelirdi, sonradan yazılıyordu. Hatta ilk zamanlarda öyle basın gösterimi falan da olmazdı. Normal sinemaya giderdik, bilet paramızı öderdik, bir hafta sonra çıkacak şekilde yazardık. Filmin girişinden bir hafta sonra yazılırdı eleştiriler. Dünya prömiyeri yapılıyor filmin. Cannes’a gitmişsiniz, Berlin'e gitmişsiniz. O filmi hiç kimse görmemiş daha önce ve ilk gösterim basına yapılıyor. Dışarıya çıkılır fuayede, mesleğin erbapları var. Bunlar film endüstrisinin en önde gelen yayın organlarında çalışıyorlar. Bizim meşhur genel sekreterimiz mesela Klaus Eder. Ondan sonra işte o zamanlar Variety'nin senior critic pozisyonunda olan Derek Elley var. Screen International'ın başeleştirmeni Dan Fainaru var… Edna Fainaru… Derek Malcolm, The Guardian'da yazıyordu o zamanlar. Evening Standard'a geçmemişti. Şahane insanlar. Şöyle bir döner ilk size bakarlardı. Sen ne düşündün derlerdi. Hadi buyurun bakalım. Dünyada o film hakkında henüz hiç kimse hiçbir fikir beyan etmemiş. Siz orada test edilirdiniz. Ben edildim, geçtim!
Sizin döneminiz itibariyle düşündüğümüzde kadın film eleştirmenlerinin sayısı daha az gibi. Ama günümüzde internetin de yaygınlaşmasıyla bu sayı arttı. Bu sizce iyi bir şey mi kötü bir şey mi?
Bütün dünyada kadın film eleştirmenlerinin sayısı arttı. Başlangıçta film endüstrisinde de kadın senaristlerin ve yönetmenlerin sayısının daha fazla olduğunu biliyoruz. Ama sonra bu işin para getirdiği anlaşılınca erkeklerin bu alana el koyduğu bir gerçek. İşin ucunda itibar olduğu, para kazanıldığı falan keşfedilince erkeklerin egemenliğine geçmişti. Bu noktada kadınları özellikle dışladı, itti erkekler her alanda yaptıkları gibi. Ancak feminist hareketle bu alanlar geri kazanılmaya başladı. Öte yandan o n sıkıntılı dönemlerde de bile çok önemli kadın yönetmenler olduğu gibi çok önemli kadın eleştirmenler vardı. Mesela Pauline Kael herkesin korktuğu bir isimdi. Mesela Türkiye'de de herkesin çok sevdiği, aktif biçimde eleştirmenlik yapan Sevin Okyay ustamız var. Dolayısıyla mesela benim en çok örnek aldığım kişilerden biridir Sevin. Ben ona anne diye hitap ederim. Mesleki annemdir çünkü. Benim okumaktan en hoşlandığım, görüşlerine kendime en yakın olduğum kişi de bir kadın Manohla Dargis. Şimdi çok kadın var. Kadınların çoğunlukta olması dünyadaki her alanda bir büyük şanstır. Film eleştirisinde de bu şekilde görüyorum.
Eleştirdiğiniz bir filmden dolayı olumlu olumsuz bir anı yaşadınız mı? Bir iki tanesini paylaşır mısınız?
Ayrıntıya girmek istemem ama mesela Türkiye sinemasında bu konuda namlı isimler vardır. Bir tanesi sonradan arkadaşım oldu. Ama iki erkek yönetmenle sorun yaşadım.
Kadın yönetmenler, kadın eleştirmenler buradan bakınca kadınların başarısını neye borçlu olarak görüyorsunuz siz?
Kadınlar kendilerinden başka hiç kimseye hiçbir şey borçlu değildir. Her ne yapıyorsak kendi iç gücümüzle, kendi yeteneklerimizle, kendi azmimizle, kendi direnişimizle, kendi eğitimimizle yapıyoruz. Böyle aman da kadınlara el verdi, kadına destek oldu falan yok yani. Kadınlar kendi tırnaklarıyla kazıyarak başarıya ulaştı. Hatta bu berbat patriyarka bile şunu itiraf ediyor. Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır diyor. Biz de şunu söylüyoruz. Başarısı parlamamış, öne çıkmamış kadının önünde duran ve ona gölge eden bir erkek vardır, engel olan bir erkek vardır ya da çoğul kullanarak söyleyebiliriz, erkekler vardır! Ben aslında o kadar ikili düşünmüyorum cinsiyetleri. İlle de kadın ve erkek diye dünyayı bölmek durumunda değilim. Feminizmden söz ettiğimizde, erkek olmayan herkesin kapsadığını söylemek zorundayız. Çünkü buradaki mesele erkeklerin değil ama erkekliğin, yani erkekleri bir şekilde ve örgütlü egemen güç haline getiren patriyarkal sistemin sorunu. Bu sistemin birçok aracı var, siyaseti var, dini var, fiziksel gücü var. Bu tamamen gücün kötüye kullanması diye kabaca tarif edebileceğimiz bir şeyden öteye geçmiyor aslında. Dolayısıyla kadınların bunu aşmaları tarihin birçok döneminde farklı şekillerde olmuştur. Bazen örtülü, bazen doğrudan. Ama artık 21. yüzyıldayız, yani 21. yüzyılda bunlardan söz ediyor olmamız bile abes. 21. yüzyılda ben erkeğim kardeşim, ben erkek doğdum deyip kendisinden başka herkese eza etmeye çalışan bir insan tipi mağara adamından daha ilkel geliyor bana. Dolayısıyla artık bu ilkellikten, bu gerilikten kendilerini kurtarmaları lazım. Toplumların itici gücü genellikle kültür sanat alanından geliyor. Sinema da sadece bir sanat eseri, bir sanat pratiği değil. Aynı zamanda bir kitle iletişim aracı. Sinemanın kitlelere çok geniş biçimde etkisi var. Bu etki çok ciddi bir etkidir. Davranış biçimlerimizi belirlemeye kadar, giyimimizi, düşünce tarzımızı belirlemeye kadar. Hatta bazen bir kurmaca film yaparsınız, tarihi gerçeği bastırır. Herkes izlediğinin tarihi gerçek olduğunu zanneder. Bunlar mümkündür. Sinemanın muhteşem gücünü elbette doğru, iyi, hayırlı amaçlar için kullanmak mümkün. Kadınlar genellikle hep bunu yapıyor. Bir hak arayışı, bir örgütlenme aracı, bir gerçeği dile getirme aracı. Kadınların yaptığı gibi mesela Filistinliler de yapıyor. Dünyadaki bütün ezilenler, bütün hakkı yenenler, bütün hakları gasp edilenler bu çağda görsel-işitsel iletişimi kullanarak hak arıyorlar. Bunu kadınlık, ötekilik, ezilmişlik meselesi olarak görebiliriz. Bütün görsel-işitsel alanları belgeseliyle, kurmacasıyla, kısasıyla, uzunuyla, canlandırmasıyla, bir savunma hattı olarak görebiliriz.
Gazetecilik ve sinema birbirini besleyen alanlar mı? Gazeteci olarak var olmasaydınız sinemada bu kadar işler yapardım, diyor musunuz?
Ben sinemada çalışmıyorum. Öbür tarafta çalışıyorum. Evet, festivalciyim. Festivalleri sinemanın değil, izleyicinin ilgi alanı olarak görüyorum. Sinemacılar için çok önemli bir platform. Ama ben hiçbir zaman mesela film piyasası içinde görmüyorum kendimi. Ben gazetecilik eğitimi aldım. Benim hedef kitlem izleyicidir. Yani benim yazdığımı okuyan, ondan sonra buna göre sinemaya giden kişi. Yahut benim seçtiğim film için sinemaya giden kişi. Sinemacılarla muhatap değilim. Sinemacı kendi işini yaparken benim bu alana hiçbir müdahalem yok. Onlar filmlerini yapıyorlar, getiriyorlar. Ben eleştirmen kimliğimle bunları değerlendiriyorum. Ne yapıyorum? Hakkında yazı yazıyorum. Yönetmenle, oyuncularla, yapımcılarla röportaj yapıyorum. Sonra da izleyiciye yazdığımı yahut sözlü değerlendirmemi sunuyorum. Ya da filmi, işte festivale seçmişim diyelim, onun tanıtımını yapıyorum. Yönetmenle iletişimini kuruyorum.
Birçok festivalde görev aldınız. Festival sinemasına inanıyor musunuz? Festival filmlerinin filmleri aynileştirdiği yönünde eleştiriler var. Bunlara katılıyor musunuz?
Dünyada festivallerin sayısı artıyor. Festivallerin niteliği de genişliyor. Bu ne demek? Festivallere talep var demek. Sebebi, ticari sinema. Dünyanın her yerinde birbirinin tıpatıp aynısı olması. Bir Hollywood özentisiyle yapılan ticari işler var. Aynı komediler, aynı aksiyonlar. Aksiyonu da herkes çekemiyor zaten. Asya'da orijinal güzel bir aksiyon tarzı var. Çok kaliteli fantastik yapımlar falan zaten ancak çok büyük endüstrilerin harcı. Onun dışında aynı melodramlar. Komediler dünyanın her yerinde çok benzedi birbirine. Mesela gerçek Hollywood dediğimiz 30'lu yılları falan düşünün. Ne kadar çeşitlilik var. Ne kadar yaratıcı yönetmenler var. Siz şimdi bir Billy Wilder'ın yaptığı komediyle bugünkü zevzek romantik komedileri kıyaslayabilir misiniz? Dolayısıyla, aslında ticari sinema o kadar birbirine benziyor ki. Bir de, bir serinin sekizincisi nedir ya? Star Wars dışında, Yüzüklerin Efendisi dışında hiçbir şeyle uğraşamam. Onlar gerçekten çok kaliteli, çok yaratıcı. Star Wars gerçekten sinemayı dönüştüren bir yaratıcılık. Yüzüklerin Efendisi de zaten önemli bir edebiyat klasiğinden uyarlama. Onu da çok inanarak ve çok iyi bir şekilde yaptılar. Ama onun dışında çok meraklısı varsa gidip Harry Potter'ları falan izlesin. Bir kere Karayip Korsanları gördüm, o işte tatlıydı. Ama üçüncü dördüncü nedir? Hızlı ve öfkeli, bilmem ne. Ticari sinema birbirinin kopyası olmaktan, iki üç tane fazla oyuncak eklemekten öteye gitmiyor. Hayatında zorlanarak, bir senaryo yazmak için ciddi çaba göstererek, bir filmi çekmek için o fona başvurarak, buradan destek alarak, büyük fedakarlıklarda bulunarak sinema sanatını icra etmeye çalışan insanlara, bunlar birbirinin aynıymış, festival filmiymiş diye bakanların kötü niyetli olduğunu düşünüyorum. Zaten dünyada yetişkin, eğitimli -bu okul eğitimi olmak zorunda değil- kendini yetiştirmiş insanların, kültürlü, görgülü insanların izleyeceği film kalmasın mı? İnsanlar çok ciddi meselelerle ilişkili belgeselleri bile izlemek için çaba gösterirken, festival sineması var mı yok mu ya da festival sineması deyip küçümsemek kötü niyet gibi geliyor bana. İzleyiciyi hiç kimsenin birbirinin aynı ama eğlenceli birtakım ticaret filmlere mahkum etmeye hakkı yoktur. Zaten sinema bundan çok daha büyüktür, buna sığdıramayız.
Atilla Dorsay ile Sinema Büyüsü’nü hazırladınız, sinema için kaynak kitaplar da çok önemli. Sinema üzerine yazılan kitapların Türkiye'de, okuru tatmin ettiğini düşünüyor musunuz? Yazılan kitapları, takip ediyor musunuz?
Elimden geldiğince takip ediyorum. Mesela Atilla Hocamın kitap sayısı 70'i falan buldu. Başka yeni yazanlar da var. Biraz akademik kariyer peşinde olup yayın yapmak zorunda olanların kitapları da var. Yazdığı yazıları derleyenler var, Atilla Bey de bunu yapıyor. Teorik kitaplar var. Daha önemli olanı bazı temel taşı kitaplar var dünyada. Onların hepsi Türkçeye çevrildi. Ben başka dillerde de okuyabildiğim için, gençlik yıllarımda o büyük merakımı, bilgimi genellikle İngilizce, Fransızca eserlerden giderdim. Bir kısmını sahaflardan buldum, aldım. Bazılarını yurt dışına gittiğim zaman aldım. Burçak Evren önemli bir araştırmacı. Rahmetli Rekin Teksoy Hocam, rahmetli Agah Özgüç ve Giovanni Scognamillo, Erman Şener sinema tarihini yazdı… Öğrenmek isteyene kaynak mı yok! Agora Kitaplığı’ndan çok güzel kitaplar çıkıyor, dünya sinemasına dair. Okumak isteyenin yararlanabileceği epey bir kaynak var. Bir de internet var, elektronik kitap satın alabiliyorsunuz. Baş kaynak tabii izlemektir, filmlerin kendisidir. Ama ben yeterli kaynak olduğunu düşünüyorum.
Sinemanın, edebiyattan tarihe kadar birçok alanla ilişkisi olduğunu biliyoruz. Sinemanın bu geniş dünyasında yer edinmek isteyen insanlara başlıca tavsiyeleriniz neler olurdu? Kendi deneyimlerinizden...
Film yazmak isteyenlere şunu söylerim: Önce bir iş bulsunlar. Ekmeklerini kazansınlar. Ondan sonra hobi olarak bunu yapsınlar. İlk söylemem gereken bu. Bu bir meslek değil. Bu bir iş, ama meslek değil. Ben kendime meslek olarak gazeteci diyordum. Gazetecilik çok geniş bir tabir. Sinema çok popüler, halbuki ben yıllarca kültür sanat gazeteciliği yaptım. Festivallerde çalıştığım için, kendime iş olarak film eleştirmeni, festivalci diyorum. Film eleştirmekten doğrudan para kazanmak imkansız. Birkaç kişi bu işi becermiştir. Bunlardan biri Atilla Dorsay'dır. Gerçekten bizim işimizi meslek haline getiren kişidir. Hatta Tunca Aslan'ın güzel bir lafı vardı; hepimiz Atilla Dorsay'ın paltosundan çıktık diye, Gogol’a gönderme yaparak. Eleştirmenliği bir edebiyat formu olarak düşünenler var. Elbette özenli bir dil kullanımından yanayım. Herkesin okuyup anlayacağı yazıların eleştiri olduğunu düşünüyorum. Akademik yazılar başka bir taraftadır. Onlarda zaten birçok kavramın doğrudan çevirisinin kullanıldığını görüyorum. En önemlisi de edep. Eleştiride edep çok önemli. Genelde nesnel mi, öznel mi yazıyorsunuz diye sorarlar. Yüzde yüz nesnellik diye bir şey yoktur. Biz hepimiz bir şekilde nesnel yazacağız elbette. Ama bunu bir disiplin içinde yapmak lazım. Okunduğu zaman saygı uyandıran, hem eleştirilen esere karşı hem yazana karşı saygı uyandıran bir yazı olmasını tercih ederim.
Uluslararası Suç ve Ceza Festivali 15.sinin gerçekleşeceğini biliyoruz. Bir festival yolculuğu için bir hayli uzun bir deneyim. Sizin gözünüzden Suç ve Ceza nasıl bir birikim sunuyor izleyiciye? Gelecek vizyonu hakkında neler söylemek istersiniz?
Bütün dünya git gide adaletsiz bir yer haline geliyor. Bu festival 15 yıl önce herkes için adalet düsturuyla yola çıktı. Ve hala bunu savunuyor. Yalnızca Türkiye için değil. Türkiye'de de çok önemli bir adalet arayışı var. Bütün dünya için adalet arayışı çok önemli. Adalet kavramını çok geniş biçimde ele alan bir festival bu. Yarışma dışı Adalet Terazisi başlıklı bir bölüm var. Filmler, çok iyi. Zaten öyle olmasalar adalet kavramını bu kadar iyi anlatamazlar. Dünyanın her yerinden bu meselelerle ilişkili filmleri bir arada görmenin sinema için çok önemli olduğunu düşünüyorum. İzleyici için, özellikle de gençler için çok çok önemli. Temel kavramların ne olduğuna dair Türkiye'de çok geniş bir belirsizlik var. Dünyanın her yerinde siyasetçiler oynarlar bu kavramlarla. Demagoji diye bir şey var. Bunları teorik olarak anlatıyor sosyal bilimler, siyasetçiler anlatıyor. Bunları tez halinde okumanız da mümkün. Fakat bunların uygulamasını, son derece ilginç ahlaki meseleleri perdede görmek gerçekten bambaşka bir şey. İnsanı çok derinden etkiliyor. Çok basit bir örnek. Bu yılın en çarpıcı filmlerinden bir tanesi; Tereza Nvotova imzalı bir Slovak filmi, “Baba”. Açıklanması oldukça çetrefil bir psikolojik durum: Çok sıcak bir günde küçük kızını kreşe bıraktığını zannediyor. Bırakmayıp arabanın içinde unutuyor. Şimdi o babanın yargılanma sürecini, olay hakkında haber okuyarak falan deneyimlemek mümkün değil. Hatta bunu belgeselle anlamak bile mümkün değil. İşte sanatın, sinemanın gücü orada çok çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor.
Suç ve Ceza Festivali’nin 27 Kasım-2 Aralık, arasında yapılacağını biliyoruz. Farklı alanlarda adalet arayışını konu alıyor filmler. Uluslararası boyutu var. Temanın adalet olarak belirlenmesinin temel sebepleri nelerdi?
Bu festival Prof. Dr. Adem Sözüer Başkanlığı'nda yapılıyor. Kendisi Türkiye'nin önde gelen ceza hukukçularından biri. 14 yıl boyunca, İstanbul Hukuk Fakültesi ile çalıştığı için Hukuk Fakültesi'nin iş birliğiyle düzenledi. Sonra emekli oldu, Bilgi Üniversitesi'ne geçti. Bilgi Üniversitesi partnerliğiyle düzenliyor. Ve bu festivalin dünyada eşi benzeri yok. Her yıl farklı bir tema üzerine dünyanın her yerinden gelen önemli hukukçuların yaptığı sunumlarla konferanslar gerçekleşiyor. Ciddi bilimsel çalışmalar yapıldığı için festivalde filmlerle paralellik kuruluyor. Hem hukukçular hem de onları takip eden hukuk öğrencileri filmleri izliyor. Tartışmaları takip ederek, panellere giderek işin bilimsel tarafıyla da temasa geçebiliyor. Adalet teması burada laf olsun diye konmuş değil. Gerçekten iki koldan ciddi bir çalışma yapılıyor.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish