Türkiye’nin televizyon ekranları, son yıllarda yeniden Kürt coğrafyasına döndü. Aslında bir ayağı hep oradaydı, ama çoğu kez oryantalist bir duyguyla.
“Uzak Şehir” ve “Halef: Köklerin Çağrısı” gibi diziler, taş konakların gölgesinde yaşanan töreler, suskun kadınlar ve onurlu erkeklerle örülü hikâyelerle izleyicinin ilgisini çekiyor. Kahramanlar görünürde Kürt, mekânlar Kürt şehirleri, gelenekler Kürt kültüründen izler taşıyor. Fakat bu temsillerin içi boşaltılmış durumda: Kürtler var ama dilleri yok. Kimlikleri belli ama kimlikleriyle konuşmuyorlar. Ekran, Kürtleri gösteriyor ama Kürtlüğü göstermiyor.
Bu tablo, Türkiye toplumunun kültürel psikolojisini anlamak için dikkate değer bir ayna sunuyor: Ekrandaki Kürt sevilirken, sokaktaki Kürt hâlâ mesafeli bir bakışın nesnesi olabiliyor.
Güvenli egzotizmin konforu
Türk televizyonunun “doğu hikâyelerine” ilgisi yeni değil. 2000’lerin başında Zerda ve Sıla dizileriyle başlayan bu tür, Gaziantep’ten Mardin’e uzanan taş konaklarda, töreyle çevrili aşk hikâyeleriyle milyonları ekran başına toplamıştı. İzleyici, bu dizilerdeki karakterlerle duygusal bağ kurdu; ama bu bağ, tanıma arzusundan çok “seyretme konforuna” dayanıyordu.
Bu yapımlar “doğu”yu hem tanıdık hem uzak bir coğrafya olarak kurguladı. Kürt kimliği folklorik bir süs, tehlikesiz bir farklılık olarak yer aldı. Kürtçe duyulmadı, politik bir talep görünmedi; gelenekler sahneye taşındı ama toplumsal gerçeklik dışarıda bırakıldı.
Ortaya çıkan şey, ötekinin estetize edilmiş hâliydi: Güvenli bir egzotizm. Ekrandaki Kürt duygusal olarak yakın ama politik olarak uzak tutuldu. Bu, toplumsal bilinçaltında hâlâ süren bir çelişkiyi yeniden üretiyor: Kürt, ne kadar kurguya aitse o kadar seviliyor.
Bugün dizilerde anlatılan dünyanın büyük bölümü artık tarihe karıştı. Feodal ağalık sistemi, kentleşme, kapitalist dönüşüm ve politik bilinçlenmeyle birlikte çoktan çözülmüş durumda. Toprak sahipliği yerini girişimciliğe, sermayeye ve kentli ilişkiler ağına bıraktı. Sivil toplum hareketleri, kadın örgütlenmeleri, yerel inisiyatifler ve Kürt Hareketi’nin bizatihi varlığı; o “ağa konağı”nın toplumsal karşılığını büyük ölçüde silikleştirdi. Ancak ekranlar hâlâ bu eski düzeni canlıymış gibi gösteriyor. Çünkü o düzen, seyirciye net roller sunuyor: Güçlü erkek, kaderine razı kadın, susan halk. Bu roller basit, anlaşılır ve rahatlatıcı. Gerçeklik ise karmaşık — o yüzden nostalji satıyor.
Temsil mi, mesafe mi?
Yüzeyde bir “temsili eşitlik” görüntüsü var: Kürt karakterler başrolde, Kürt coğrafyası fonda, Kürt hikâyeleri anlatımda. Ama bu görünürlük, eşitliğin kendisi değil; onun bir simülasyonu. Kürt kimliği, bu yapımlarda gerçekten tanınmıyor; yalnızca temsilen gösteriliyor. Üstelik temsil edilen kimlik, “çoğunluğun görmek istediği Kürt”e göre biçimleniyor.
Bu durum, kültürel bir riyakârlığın ifadesi: Toplum “öteki”ni kendi estetik filtresinden geçirip seviyor ama onu olduğu gibi kabullenmekte hâlâ zorlanıyor. Ekrandaki Kürt, ‘bizim gibi’ olduğu sürece sempati topluyor; sokaktaki Kürt, kendi sesiyle konuştuğunda hâlâ rahatsızlık yaratıyor.
Ya eşitliğin kültürel zemini?
Bugün Türkiye’de bir barış süreci fikri yaşamaya devam ediyor. Silahların susması, anadilde eğitimin tartışılması, demokratik hakların genişletilmesi gibi konular bu sürecin somut boyutlarını oluşturuyor. Ama asıl mesele; yalnızca politik değil, psikolojik ve sosyolojik bir eşitlenme meselesi. Gerçek bir barış, yalnızca devletle bir silahlı örgüt arasındaki diyalogdan ibaret olamaz. Barış, toplumun zihninde, ekranında, dilinde ve gündelik hayatında karşılığını bulmadıkça eksik kalır.
Eğer bir ülkede televizyon, Kürtleri sadece “hikâyelik bir öteki” olarak sunuyorsa, o ülkede barış hâlâ sadece politik bir metin, ama henüz kültürel bir duygulanım değildir.
Barış, eşit temsiliyet kadar, eşit bakış hakkını da gerektirir. Bir kimliği gerçekten tanımak, onun yalnızca diline değil, onuruna, hikâyesine, günlük varoluşuna da yer açmakla mümkündür. Silahların susması önemlidir, ama önyargıların da susması gerekir. Sosyolojik eşitlenme, yalnızca hukukun değil, kültürün de içinden geçer. Ekran, toplumun vicdanını biçimlendiren en güçlü araçlardan biridir; eğer o vicdanda Kürt hâlâ “öteki” olarak konumlanıyorsa, barış hâlâ yolda demektir.
Televizyon, toplumun vicdanına ayna tutar. Bu aynada görünen Kürt imgesi, Türkiye’nin kendi kültürel çelişkisini yansıtıyor: Görünürlüğe izin var, farklılığa hâlâ tahammül yok. Temsile tolerans var, ama eşitliğe direnç sürüyor.
Barış süreci bu duvarı aşmaya çalışıyor ama barışın kalıcılaşması, sadece masada değil, zihinde ve ekranda da gerçekleşmeli. Belki de artık şu soruyu sormanın zamanı geldi: Bir kimliği gerçekten tanımak mı istiyoruz, yoksa onu yalnızca ekrandaki haliyle, seyirlik bir barışın dekoru olarak mı sevmeyi tercih ediyoruz?
© The Independentturkish