Tüm din ve mezheplere göre amel etmek caiz olur mu?

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pixabay

Şu 3 görüşü savunan her kese itirazımız vardır:

  1. Ellerinde doğru delilleri bulunan tüm din ve mezheplere mensup insanların, o inançlara göre amel etmesinin caiz olduğunu ileri sürenlere. 
  2. Tek referansın Kur'an olduğunu iddiada edip Sünneti reddedenlere.
  3. İslam'ın Yahudi, Hristiyan ve Mecusi inanç ve düşünceleriyle dolu olduğunu söyleyenlere. 


A-) Tüm mezhep ve dinleri doğru kabul edip ellerinde delil olduğu taktirde o inançlara göre amel etmenin caiz olduğunu ileri sürenlere gelince:

Evet, (çokluğun değil) "çoğulculuğun" (.) doğru kabul görülmesi gerektiğini ben de teyit ediyorum, yani inançsal çoğulculuğun bulunması gerektiğini onaylıyorum, fakat din ve mezheplerin yöntemlerinin farklı olduklarını da unutmamak lazım.

Kimi din adamları şöyle derler:

"Elinde delil olan" her din ve mezhebe eyvallah deriz.

Çünkü Kur'an'da:

"Eğer doğru söylüyor iseniz delilinizi getirin…" (Bakara: 111) diye buyurulmaktadır.

Şayet bir insanın Yahudilik ya da Hristiyanlık hususunda elinde delili varsa, o kabul edilir, hatta elinde puta tapma hususunda dahi delili var ise, o taktirde o inanca göre putlara ibadet etmek de caiz olur.

İşte buna "Burhani/delile dayalı" çoğulculuk denir.

Bizde 3 türlü "çoğulculuk/pluralizm yöntemi" mevcuttur.

Onlar: "Nisbi/Göreceli", "Burhani/Akli" ve "Zevki/Keşfi/Tecrübevi" çoğulculuktur.  

"Nisbi/Göreceli çoğulculuk", genelde laik ve kültürlü kesimin yöntemidir.

Bu kesim, birçok sözlü, kültürel ve bunun gibi şeylerin çoğulundan yana olurlar.

Çoğulundan yana oldukları şeylerden birisi de "inançtır."

Onlara göre inanç, zaten kültürün bir parçasıdır.

Bundan dolayı da "çoğulculuk" içerisinde yer alır ve bu inanca göre de ibadet etmek caiz olur.

Yani, onlar açısından "nisbi/göreceli" çoğulculuk içerisinde hesap edilen şeylerden birisi de "inanç"tır.

Kimi Iraklı din fakihleri, "Burhana/delile" dayalı çoğulculuktan söz ederler.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Yani, bu gibi alimler, her mezhep ya da her din demiyor, doğru "burhan"a dayalı bir din ya da mezhep üzerinden ibadet etmek caiz olur derler.

Daha açık bir ifadeyle, bu türden din alimleri, bir din ya da mezhep üzerinden amel etmenin caiz olduğu hususuyla ilgili "nisbiliği/göreceliği" değil, "burhan" şartını koşarlar.

"Şayet elinizde burhanınız varsa, buyurun onunla amel edin" derler. 

Bizler "burhani çoğulculuğa", "manevi çoğulculuk" diyoruz.

Yani, "bir inançta, ‘değerlerin bulunması' şartı ile o maneviyat kabul edilir" tezini savunuyoruz.

İçerisinde değerleri olmayan bir maneviyatı kabul etmiyoruz. 

Daha doğrusu, ahlak, maneviyat vs. gibi değerlerin, vicdan ile mutabık olanlarını kabul ediyoruz. 

Diğer bir ifadeyle biz, "burhan" ile mutabık olan inanç demiyoruz, "vicdan" ile mutabık olan inancı diyoruz.

Fakat Kemal Haydari gibi din alimleri, Vicdan'ın mukabilinde "burhan/delil" diyor.

Çünkü onlar, Kur'an'ın "Eğer doğru söylüyor iseniz burhanınızı/delilinizi getirin…" (Bakara: 111) sözünü ileri sürüyorlar.

Oysaki Kur'an "sizin getirdiğiniz her delil doğrudur" demiyor.

Hatta o sözünü de "cedel/söz dalaşı" maksatlı söylüyor.

Yani, karşıdakinin elinde "burhan/delil" olmadığı için öyle diyor.

Ayrıca, Kur'an ta baştan şunu söylüyor:

Kuşkusuz Allah katında din İslam'dır… (Al-i İmran :19)

 

Kim İslam'dan başka bir din ararsa, şunu bilsin ki, aradığı din ondan asla kabul edilmeyecektir… (Al-i İmran: 85)

Yani Kur'an demek istiyor ki, "birisi delil getirse dahi, İslam'dan başka dinler ve inançlar üzerine ibadet edenlerden, Allah asla kabul etmeyecektir."

Başka bir ifadeyle Kur'an: "De ki elinizde burhan varsa getirin" sözüyle, "sizin elinizde delil yok ki" demek istiyor.

Yani, bu demek değildir ki, birisi bir burhan getirdiği zaman o burhan/delil mutlaka doğrudur.

Hayır. Çünkü Kur'an'ın kendisi diyor ki, Allah İblise hitap edip: 

"Ey İblis. İki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü taslıyorsun, yoksa kendini çok mu üstün görüyorsun?" (Sad: 75) dediğinde ve "delilin varsa getir" buyurduğunda, İblis şöyle bir delil getirdi:

Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın. (Sad:76)


Yani, onun (Adem'in) aslı topraktandır ama beni ateşten yarattın ve ateş de topraktan daha üstündür.

Çünkü toprak ölü, ateş ise canlıdır.  

Ateş/enerji/sıcaklık hayatın aslıdır, aynen ruhun bedene üstünlüğü gibidir.

Beden topraktandır, "ruh" ise "ateşten/enerjiden"dir.

Tüm alimler de ruhun bedenden üstün olduğunu söylerler. 

İblis böyle deyince, Allah'ın İblise asla bir cevabı olmadı ve onu reddetti.

Ona:

'Öyleyse çık oradan. Çünkü sen artık kovulmuş birisin' dedi. (Hicr: 34) 


Görüldüğü üzere Allah İblisten "delili" kabul etmedi.

Dolayısıyla Allah'ın ve Kur'an'ın nezdinde her delil makbul değildir.

Buradan bakıldığında: 

"Her delil makul ve makbuldür, dolayısıyla her delili olan inanış da doğrudur" demek mümkün değildir.

Çünkü Kur'an, İblis hakkında şöyle diyor:

(Secde etmekten) Kaçındı ve kibirlendi.


Elbette ki İblisin secdeden kaçınması, akılcılık üzerinden değil, kibir üzerindendi.

Ayrıca, getirdiği delil de doğruydu. Fakat kovulmasının esası, akli delilinin zayıflığından olmadı, kibrinden dolayı oldu ve bundan ötürü de ona secdeyi kabul etmedi.

Şunu da arz edeyim ki:

"Dinler akılcı değillerdir."

Yani din; felsefe, akıl ve ilimden ibaret değildir.

Dinde ve dinlerde nefsani şeyler de vardır.

Örneğin duygu, etkilenme, eğitim, gelenek vs. gibi şeyler de dinin oluşumunda pay sahipleridirler.

Daha açıkçası din, yalnızca felsefi şeylerden ibaret değildir. 

Ayrıca Kur'an, ayette delillerin iki kısım olduğundan şöyle söz eder:

Yakında biz onlara hem dış dünyada hem de nefislerinde (insanların kendi iç alemlerinde) delillerimizi (ayetlerimizi) göstereceğiz. (Fussilet: 53)

Yani Kur'an açısından deliller 2 kısımdır:

  1. Bunlardan bir kısmı "dışarıda olan" ve gerçekle uyum sağlayan delillerdir ve delilin bu türleri, felsefe ve ilimlerde geçerli olan hariçteki delillerdir.
  2. Bir kısmı da "enfüsi" ve dışarıda bulunmayan delillerdir. Fakat din, enfüsi bir gerçekliktir ve dışarıda mevcut değildir. Yani her şeyi enfüsidir.

Dolayısıyla dinin delili de aynı zamanda enfüsi olmalı ve dışarıda vuku bulmamalıdır. "Enfüsi" deliller de "pragmatiktir." (Sonuç odaklıdır.) 

Yani o dinin insanlarda oluşturduğu maslahatlara ve verdiği faydalara bakmak lazımdır.

Acaba bu din insanı salih bir varlık yapıyor mu ve yine bir toplumu salih bir toplum haline getiriyor mu?

Öyle yapmayı başarabiliyor ise, o din güzel, arzu edilir, doğru, ilahi ve güvenilir bir dindir.

Yoksa, değildir. Hatta delili çok güçlü olsa bile, yine de boş bir şeydir.

Terörist mücahitleri buna örnek gösterebiliriz:

Bunların ellerindeki burhanları/delilleri hayli güçlüdür.

Yani, ellerindeki Kur'an'dan onlarca ayet, kitaplardan yüzlerce hadis ve fetvaların dışında, ayrıca başlarında binlerce fetva veren alim, müfti, kanaat önderi vs. leri de vardır.

Mesela o alimleri demişlerdir ki:

Dört mezhebin dışında kalanlar müşriktir ve katli helaldır.

Ve yine "Onları göçe zorlamak vs. caizdir."

Dolayısıyla DAİŞ, Taliban ve bunlar gibi terörist çetelerin ellerinde çok güçlü delilleri vardır.

"Taliban" zaten dini tahsil eden öğrencilerdir. Bundan ötürü de ellerinde güçlü delilleri mevcuttur.

Fakat o delilleri makbul değildirler. Çünkü teröristtirler.

Dolayısıyla delil çok güçlü de olsa, biz onları delillerinden değil, Mesih İsa'nın dediği gibi ellerindeki delillerin sonucuna ve meyvesine bakıp onları öyle tanıyacağız. 

Kısaca söylemek gerekirse, farklı mezhep ve dinler üzere amel etmenin, delillerine değil, sonucuna bakarak amel etmek gerekir.

Yani, terörist örneğinde olduğu gibi her ne kadar güçlü delilleri olmuş olsa dahi, sonuçta şayet teröristlerse, o delillerle amel edilmez, şayet salih insanlar o delilleri sunuyorsa, elbette ki onlara göre amel edilir.


B-) İkinci bölüme (Kur'an'ın referans oluşu hususuna) gelince:

Bu hususu Kemal Haydari gibi alimler sürekli dillendirir ve Kur'an'ın asıl olduğundan söz ederler.

Hadisler hakkında da sürekli şüphe ederler. 

Şayet Kur'an'ın merceiyeti (referanslığı) yok edilirse, tabi ki "fakihlerin" merceiyeti de yanıp kül olur.

Çünkü fakihler fıkhın dini mercileri oldukları için, rivayetleri de reddettikleri taktirde Kur'an'a sarılma mecburiyetindeler.

Daha açıkçası fakihler ya Kur'an'ı ya da Sünneti basamak olarak kullanmak zorundalar.

Dolayısıyla, rivayetleri reddedenlerin Kur'an'a sarılmaları gerekir.

Fakihlerden kimileri Kur'an'ın senedi hususunda da şüpheye düşmüşlerdir.

Yani elimizde bulunan bu Kur'an'ın okunuş şekli ile ilgili senedinin de meçhul olduğunu söylemekteler.

Örneğin, Kur'an'daki ayetlerin okunuş şeklini rivayet edenler, Asım b. Behdele (ö. 127/745) ile onun en meşhur öğrencisi Hafs b. Süleyman'dır (ö.180/796).  

Hafs b. Süleyman'ın, hocası Asım'ın kıraatını en doğru şekilde rivayet eden biri olduğu söylenmektedir.

Günümüzde, dünya genelinde en yaygın bir şekilde okunan kıraat, Hafs rivayetleriyle Asım kıraatidir ve bu kıraat, iki şahsiyetin zincirinden gelmektedir.

Ve yine elimizdeki Mushafların büyük çoğunluğu, Hafs rivayeti ile Asım kıraati esas alınarak basılmıştır.

Bu kıraat, özellikle Osmanlı coğrafyasında ve günümüz İslam dünyasında standart hale gelmiştir. 

Bu iki şahsiyet ne nebi ne sahabe ve ne de tabiini görmüştür.

Bunlar Hicri 2'nci asırda yaşamışlardır.

"Nakil yöntemleri" de "tevatür" üzere değil, "ahad" üzerine olmuştur. 

Rical alimlerinin tümü (Örneğin Albani, İbn. Hecer, Seyyid Hoi vs.) bunların "kezzab/yalancı" olduklarını söylemişlerdir.

Yani, özellikle de "Hafs"ın çok yalancı biri olduğu hususunda "tevatür/kesin görüş" vardır ve o alimler, "Bunlardan rivayet alınmaz" demişlerdir.

Fakat kimi Şii fakihleri bu sözü biraz olsun hafifletmek için şöyle der:

Bu şahıs rivayet nakletmede yalancıdır ve bu hususiyetinden dolayı ondan rivayet alınmaz ama, Kur'an kıraatlarını nakletmede, doğru biri de olabilir.


Fakat o türden fakihlerin bu görüşü de doğru bir görüş değildir.

Zira bir insan ya yalancı ya da doğru biridir.

Şayet yalancı biriyse, ondan ne rivayet alınır ne de Kur'an kıraatları nakledilir.


İkincisi; İmam Ali, Abdullah b. Abbas'ı Haricilerle konuşmaya gönderdiğinde onu şöyle tembihlemiştir:

Onlarla Kur'an'la tartışma, çünkü Kur'an çok yönlüdür (çok katmanlı anlamlara sahiptir.), Sen bir şey söylersin, onlar başka bir şey söyler.


Dolayısıyla, Kur'an'ın "Burhan/delil" olma özelliğini ilk önce iptal eden İmam Ali olmuştur. 

İmam Ali'nin bu sözü hem doğru ve hem de yerinde bir sözdür.

Çünkü Kur'an birden çok yönü bulunan bir kitaptır.

Bundan ötürüdür ki yüzlerce tefsiri vardır.

Böyle bir durumda sen Kur'an'ın referanslığını nasıl kabul edebilirisin, çünkü dediğimiz gibi ona dair yüzlerce tefsir yapılmıştır. 

Ayrıca, Kur'an'ın onlarca da kıraati vardır.

Örneğin, Kur'an'ın on ya da yedi kıraat ile okunduğu hususunda icma edilmiştir.

Kimi fakihler şöyle derler: 

Efendim. Kur'an'daki bazı kelimelerin harekelerinde farklılıklar olabilir, fakat bu farklılıklar anlamları değiştirmez.


Oysaki bu söz doğru değildir.

Hatta bir tek hareke dahi, bir kelimenin anlamını tepeden tırnağa değiştirebilir.

Örneğin, "Galebet" ile "Gulibet" kelimelerini göz önüne alalım.

Şayet o kelimeyi "fetha" (üstün) ile okuyup ve "Galebeti'r- Rum" dersek, o taktirde "Rumlar galip oldu" anlamını ifa ediyor, fakat zemme ile okuyup ve "Gulibeti'r- Rum" dersek, o taktirde de "Rumlar mağlup oldu" anlamını veriyor.

Görüldüğü üzere bir harfin harekesinin farklılığı, o kelimedeki anlamı %100 değişik kılıyor.

Diğer bir örneği de şudur:

Şayet şu ayetteki "Allah" kelimesinin sonunu "e" sesi veren (fetha/üstün) ile okursak, "Allah'tan yalnızca alim kulları korkar" (Fatır:28) anlamı çıkıyor.

Ve şayet "Allah" kelimesinin son harfini 'ü' sesi veren (ötre) ile okursak, bu sefer de anlam şöyle olur: "Allah yalnızca alim kullarından korkar".

Ve bu da insanı kafir eder.

Görüldüğü üzere bir harfteki bir tek hareke değişikliği, o kelimenin anlamını yerden göğe kadar değiştiriyor.

Acaba tefsirdeki Allah'ın kastının hangisi olduğunu nasıl çözebiliriz?

Çünkü Allah'ın kastı tek olur.

Yani, Allah ya "Rumlar galip oldu" demiştir ya da "Rumlar mağlup oldu" demiştir.

Şayet sen 3, 4 kıraat getirip onu bunlarla okur ve o kelimeyi de onlarca farklı türden tefsirde bulunur isen, o taktirde Allah'ın bu kelimeden kastı şudur diye nasıl hüküm verebilirsin? 

Örneğin, abdest ile ilgili ayetteki Allah'ın kastı, acaba ayakları yıkama mıdır yoksa onlara mesh etmek midir?

Asırladır ki Sünni ile Şiiler arasında bu ihtilaf devam edip gelmektedir.

Bunun gibi Kur'an'da yüzlerce ihtilaflı hükümler söz konusudur.


Peki bunları nasıl halledebileceğiz?

Çünkü hem kıraatte farklılıklar vardır hem de tefsirlerde. 

Buradan şu sonuca ulaşabilir ve konuyu şu şekilde halledebiliriz:

Kur'an'ın "merceiyet/referans" konumu yoktur.

Merceiyet konumunda olan "akıl" ve "vicdan"dır.

Yani, şayet bir şey vicdan ile uyum içerisindeyse, o şey doğrudur.

Değilse, doğru değildir.

Bundan dolayı biz, vicdanın hem Kur'an'a hem de rivayete hâkim olması gerektiğini söylüyoruz.

Şayet Kur'an'daki bir tek ayet dahi vicdana muhalif olur ise, örneğin bir tek ayet bile "kız çocuğunun" vadedilebileceğinin caiz olduğuna dair hükmeder ise, o hükmü kabul etmeyeceğimiz gibi, Kur'an'ın tümü de itibar yönünden çöküp gider.

Dolayısıyla, hâkim olacak olan Kur'an'ın merceiyeti değil, vicdan olmalıdır.
 


C-) Üçüncü konuya (İslam'ın /Kur'an'ın Yahudi, Hristiyan ve Mecusi inanışlarıyla dolu olduğu konusuna) gelince:

Şunları söylemek isteriz:

Birincisi; Evet Kur'an'ın kendisi İsrailiyat ile doludur.

Örneğin, nebilerin kıssaları tümüyle Tevrat ve İncillerde mevcuttur.

O kıssalar bazı küçük değişikliklerle Kur'an'da da aktarılmıştır.

Biz diyoruz ki bu kıssalarda şayet hurafe varsa, bununla birlikte Kur'an'da aklın hilafına olan bir kısım hükümlerin de bulunduğunu ifade edebiliriz.

Bundan dolayı da biz, Kur'an'ın "Allah'ın kelamı" olmadığını, "ilahi kelam" olduğunu söylüyoruz. 

Çünkü şayet Kur'an "Allah'ın kelamıdır" dersek, tüm enbiya kıssaları gerçek kabul edilir ve Kur'anda akıl, vicdan, ahlak, tarihin vs. hilafına birçok hususların da var olduğu kabullenilmiş bulunur. 

Örneğin, bir kavmin ileri gelenleri asi oluyor, mesela Salih, Hud, Nuh vs. gibi nebilerin kavimlerinin reisleri isyan ediyor, bunları cezalandırmak için azap nazil oluyor ve ümmetlerinin tümü de tufanda boğulup helak oluyor.

Ekinler, bitkiler, hayvanlar, haşereler vs. yok olup gidiyor.

Bunların tümü de örneğin Nuh'un kavminin önde gelenlerinin iman etmemelerinden dolayı oluyor.

Hüdhüd kuşu ve karıncanın konuşması da öyle.

Bunlar gibi Kur'an'da birçok hurafeler vardır. 

Şayet İsrailiyatı İslam'ın içerisinden seçmemiz gerekir deniliyorsa, elbette ki İsrailiyat tümüyle batıl değildir, içlerinde doğru olanları da vardır.

Peki, şu batıl olanlar ile doğru olanları birbirinden ayrıştırmak için elde bir ölçü var mıdır?

Hrıstiyanlık ile Mecusilik de öyle.

Yani yer yüzünde tümü batıl ya da hak olan bir kültür yoktur.

Bunların batıl ve sahih olmalarıyla ilgili bir ölçü koymak lazım. 

Ayrıca İslam dini, yalnızca Yahudi, Hristiyan ve Mecusi inançlarıyla  da dolu değildir, cahiliyet dönemi hüküm ve kültürleri ile de doludur.

Örneğin, hırsızın elinin kesilmesi, biat konusu, zihar meselesi, riza (süt emme) hususu, 12 ay içerisinde 4 ayın hürmetliliği vs. bunlar da İslam içerisinde girmiş cahiliyet gelenekleridirler.

Kur'an şöyle der:

Doğrusu Allah katında ayların sayısı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına uygun olarak on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır… (Tövbe: 36)


Cahiliye dönemi Arapları hac için 4 ayı muhterem kabul etmişlerdir.

O 4 ay içerisinde yol, can ve mal güvenliği olsun diye o aylarda savaşı ve kılıç kullanmayı haram ilan etmişlerdir.

İslam dini de geldikten sonra bunları onaylamıştır.

"Ay" konusunu da Allah'a nispet etmiştir. Zaten sorun da buradadır. 

Kur'an: "Allah katında ayların sayısı" diyor.

"İnsanların nezdinde" dese bunda bir sorun olmaz ve bu kabul edilebilir.

Fakat Allah katında deyince ve "ayların sayısı 12'dir" dediğinde, birtakım insanlar da şunu derler:

Şu 12 ay konusu yer küresi içindir, fakat diğer gezegenlerde bu durum daha farklıdır. Örneğin Mars' ta 2 tane ay vardır ve bir yıl 687 gündür. Jüpiter'de 95 ay vardır ve bir yıl 4333 gündür. Jübiterin bir ayı, yer yüzünün zaman ölçeğinin kaç katıdır. Oralarda 12 diye bir şey yoktur. Bu 12 ay, yer küresine has bir şeydir. Ayrıca bu 12 ay içerisinde 4 ayın hürmetli oluşu, yalnızca cahiliye dönemi Araplarına has bir şeydir. Dolayısıyla bunları nasıl Allah'a nispet verebilirsiniz?


Ayrıca bu cahiliye döneminden kalma hükümlerin, İslam dinine karışanlarını ne yapacağız? 

Hasılı, İslam din alimleri (fakihler), İsrailiyatı tenkit ettikleri ve onun hakkında düşündükleri kadar cahiliye döneminden kalma hükümler hususunda da düşünmeli ve onları da tenkit etmeliler.

Zira onlar da gelip İslam'ın/Kur'an'ın içerisine girmiştir.

Örneğin, 100 devenin "diyet" olarak verilmesi hükmü de cahiliye adetidir.

Dolayısıyla İsrailiyat ya da Hristiyanlığın tümünün batıl olduğunu, Kur'an'daki cahiliye dönemi hükümlerinin de hak olduğunu söylemek mümkün değildir. 

Konuyu şu cümlelerle kapatmak istiyorum:

Gerçek şu ki din adamlarının, "doğru delilleri olduğu taktirde tüm din ve mezheplere göre göre amel etmenin caiz olduğu" hususunu kabullenmeleri biraz zor gözüküyor. 

Zira din adamları, kendi din ve mezheplerinin hak, ötekilerin de batı olduğunu ispatlamak için 30-40 yıl tahsil yapmakta, mektep ve medreselere gitmekteler.

Şayet bütün din ve mezhepler tümüyle hak olsa, onların zahmetleri bütünüyle heder olur.

Artık Sünni- Şii, Müslüman- Gayri Müslim'in de bir anlamı kalmaz.

Ayrıca, bu kadar kitap ve makalelerin yazılması, okul ve medreseler, TV ve radyolar, cami, havra, kilise, misyoner, ilim havzaları, teoloji ve ilahiyat okulları, vaaz, ain ve trilyonlarca dolar harcamalar, bunların dışında asırlarca milyonlarca insanın din ve mezhebini savunmak için bu uğurda ölüp öldürmeleri vs., kendilerinin hak, karşıdakilerin de batıl olduklarını ispatlamak içindir. 

Muhyiddin b. Arabi bu hususla ilgili şöyle güzel bir söz söyler:

Benim dinim sevgi dinidir.


Bu sözünden önce de şöyle bir şiir dili kullanmıştır:

Bugünden önce arkadaşımı inkâr ediyordum. Şayet onun dini benim dinime yakın olmasaydı.
Ama şimdi artık onun dininin ne olduğunu görüyorum.
O benim dinimdir.


Dolayısıyla, şayet din ve mezhep konusuna İbn Arabi seviyesinden bakar isek, yukarıda izah ettiğimiz aklın ve vicdanın referanslığını kabul edip, tüm inançlara eşit seviyeden bakma imkânını yakalamış bulunuruz.

Aksi taktirde, bunu yakalamak çok zor gözüküyor.

Bu konumuzu özetlersek:

Biz insanoğlunun elinde hem "delil" hem de "şibh-i delil" (gerçek olmayan delil) vardır. 

"Şibh-i delil"; akli delile dayanmıyor.

Nefsaniyete ve kibire dayanıyor.  

Böyle bir delil, elbette ki delil sayılmaz. 

Örneğin, birisi İneğe tapıyor ya da Fareyi İlah olarak kabul ediyor.

"Bu fare benim ilahımdır" diyor.

Hatta bununla ilgili delil de getiriyor.

Peki bunun bu delili gırgır ve alaydan başka bir şey midir?

Bu delili ondan kabul etmek mümkün müdür. 

Buradan hareketle diyebiliriz ki, 2 türlü inanç vardır.

  • Elinde delili olsa da "batıl" olan inanç da vardır,
  • "hak" olan inanç da vardır.  

Bunların batıl olanı "illet"e, hak olanı ise "delil"e dayalıdır.

Tabi ki "illet" ile "delil" farklı şeylerdir.

İllete "rağbet" (yönelme) de denilir.  

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU