Doğu Türkistan'da kimlik, zulüm ve uluslararası sessizlik

Cihad İslam Yılmaz Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Doğu Türkistan, tarih boyunca Türk-İslam medeniyetinin doğu kapısı olarak bilinen, kültürlerin kesiştiği ve imparatorlukların kaderine tanıklık etmiş bir bölgedir.

Antik İpek Yolu'nun kalbinde yer alan bu coğrafya, yalnızca ticaretin değil, düşüncenin, inancın ve kimliğin de aktığı bir medeniyet damarını temsil eder.

Bu topraklar, Göktürklerden Karahanlılara, ardından Çağatay Hanlığı'na ve nihayetinde modern dönem Uygur kimliğine uzanan derin bir tarihsel sürekliliğin mirasçısıdır.

Dolayısıyla Doğu Türkistan halkı, tarihsel olarak yalnızca bir etnik kimliğin değil, aynı zamanda bir kültürel hafızanın ve medeniyet bilincinin taşıyıcısıdır.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

19'uncu yüzyılın sonlarına doğru bölge, Çin'in Qing Hanedanlığı'nın genişleme politikalarıyla giderek artan bir baskı altına girdi, buna karşılık Uygur halkı dönemsel ayaklanmalarla kimliğini ve inancını koruma mücadelesi verdi.

1860'larda Yakup Bey liderliğinde kurulan Kaşgar merkezli yönetim, kısa ömürlü olsa da bu topraklarda özgürlük ve bağımsızlık arzusunun simgesi olarak hafızalarda yer etti.

20. yüzyılın başında, Çin'deki siyasi dönüşümlerle birlikte Doğu Türkistan yeniden bir kimlik mücadelesi dönemine girdi; 1933 ve 1944 yıllarında kurulan iki kısa ömürlü Doğu Türkistan Cumhuriyeti, bölge halkının kendi kaderini tayin etme iradesinin somut ifadesi oldu.

Bu cumhuriyetler, yalnızca siyasi bir bağımsızlık denemesi değil, aynı zamanda Türkistan fikrinin, yani ortak bir tarih ve inanç zemini üzerinde yükselen medeniyet bilincinin yeniden ifadesidir.

Ancak 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte bölge, yeni bir ideolojik düzenin içine dahil edildi.

"Sosyalist modernleşme" söylemi altında yürütülen politikalar, görünürde kalkınma ve eşitlik vaadi taşısa da gerçekte kimliksel farklılıkları eritme hedefini barındırdı. 

Bu süreçte kültürel, dilsel ve dini pratikler giderek daraltıldı; Uygur dili eğitim alanından silinmeye başlandı, geleneksel dini kurumlar sistematik biçimde denetim altına alındı.

Tarihî camiler kapatılmış, alimler susturuldu, halkın kimlik bilincini diri tutan kültürel kurumlar ya asimilasyona uğratıldı ya da tamamen ortadan kaldırıldı.

Bu baskı mekanizması, yalnızca bir güvenlik stratejisi değil, bir hafıza mühendisliğidir; çünkü kimlik, hafıza üzerinden şekillenir, hafızanın hedef alınması ise bir toplumu kimliksizleştirmenin en etkili aracıdır.


Günümüz politikaları: Asimilasyon, kamp sistemi ve gözetim devleti

21'inci yüzyılın başından itibaren Çin Halk Cumhuriyeti, Doğu Türkistan'a yönelik politikalarını "ulusal güvenlik" ve "radikalizmi önleme" söylemleri etrafında yeniden yapılandırdı.

Ancak bu söylem, esasen kültürel kimliği hedef alan sistematik bir asimilasyon ve kontrol mekanizmasını gizliyor.

2009 yılından itibaren bölge, dünyanın en yoğun dijital gözetim sistemlerinden birine ev sahipliği yapmaya başladı.

Böylece "istikrarın sağlanması" adı altında yürütülen politikalar, bir halkın özgürlük, inanç ve kimlik alanlarının adım adım daraltıldığı kapsamlı bir baskı rejimine dönüştü.

Çin yönetimi, 2014'te başlattığı "Halkın Sert Yumruğu" kampanyasıyla Doğu Türkistan'da geniş çaplı bir güvenlik operasyonu sürecini kalıcılaştırdı.

Bu süreçte yüz binlerce Uygur, "aşırılıkla mücadele" bahanesiyle gözaltına alınmış, yargısız şekilde "yeniden eğitim merkezleri" olarak adlandırılan kamplara gönderildi.

Uluslararası raporlar, bu kamplarda zorla ideolojik eğitim, dil dayatması, inançtan vazgeçmeye zorlanma, işkence ve zorla çalıştırma gibi uygulamaların sistematik hale geldiğini belgeliyor.

Çin'in resmi söyleminde "mesleki eğitim merkezleri" olarak tanımlanan bu tesisler, aslında kimliksizleştirme politikalarının en somut aracı hâline geldi.

Bu süreçte asimilasyon yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda kültürel ve bilişsel düzeyde yürütülülüyor.

Uygur dili, eğitim sisteminden sistematik biçimde dışlanmış; çocuklar ailelerinden koparılarak Han Çinlilerinin ağırlıkta olduğu yatılı okullara yerleştirildi.

Dini pratikler neredeyse tamamen yasaklanmış, oruç tutmak, namaz kılmak veya sakal bırakmak gibi davranışlar "radikal eğilim" kapsamında suç olarak tanımlanıyor.

Böylece inanç, kimliğin taşıyıcısı olmaktan çıkarılarak "devletin güvenliğine tehdit" olarak kodlandı.

Bu politikalar, klasik asimilasyon uygulamalarından farklı olarak, teknolojinin sunduğu gözetim kapasitesiyle iç içe geçti.

Bugün Doğu Türkistan, adeta bir dijital gözetim laboratuvarı haline geldi.

Yüz tanıma sistemleri, biyometrik veri toplama uygulamaları, telefonlardaki "zorunlu takip yazılımları" ve devasa kamera ağları, bireylerin gündelik yaşamını sürekli denetim altında tutuyor.

Bu gözetim teknolojileri, yalnızca suçun önlenmesi için değil, bireyin düşünce ve davranış biçimini yönlendirmek için de kullanılıyor.

Böylece modern devletin "güvenlik" kavramı, bireyin mahremiyetini ortadan kaldıran, kimliğini şekillendiren bir ideolojik aygıta dönüştü.


Medya, algı ve bilgi kontrolü

Doğu Türkistan meselesi, yalnızca fiziksel baskının değil, aynı zamanda bilgi üzerindeki tahakkümün de en çarpıcı örneklerinden biri.

Çin yönetimi, bölgede uyguladığı politikaları dünyadan gizlemek için çok katmanlı bir medya kontrol stratejisi yürütüyor.

Bu strateji, klasik sansür yöntemlerinin ötesinde; dijital gözetim, dezenformasyon, uluslararası propaganda ve algoritmik manipülasyon gibi modern araçlarla destekleniyor.

Böylece Doğu Türkistan, hem fiziki olarak tecrit edilmiş hem de bilişsel anlamda görünmez kılınmış bir coğrafyaya dönüştürüldü.

Çin'in bilgi kontrolü politikaları, 21'inci yüzyıl otoriterliğinin yeni biçimini temsil eder: "dijital otoriterlik".

Bu sistemde bilgi, yalnızca bastırılmaz; aynı zamanda yeniden üretilir, yönlendirilir ve meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanılıyor.

China Daily, Global Times ve CGTN gibi kanallar Doğu Türkistan'daki kampları "mesleki eğitim merkezleri", baskıyı ise "radikalizmle mücadele" olarak sunuyor.

Bu anlatı, dış dünyada "modernleşme" ve "terörle mücadele" gibi evrensel meşruiyet kodlarına dayanarak kurgulanıyor.

Böylece hakikat, ideolojik bir çerçeveye hapsedilerek yeniden tanımlanıyor.

Bu bilgi manipülasyonunun bir diğer boyutu da dijital sansürdür.

Bölgede internet erişimi sıkı biçimde denetlenmekte, yabancı gazetecilerin ve bağımsız gözlemcilerin bölgeye girişi neredeyse tamamen engelleniyor.

Uygurların sosyal medya faaliyetleri, yüz tanıma sistemleriyle entegre veri analiz merkezleri aracılığıyla takip edilmekte; "şüpheli davranış" kategorisine giren çevrim içi aktiviteler, tutuklanma nedeni olabiliyor.

Böyle bir ortamda bilgi yalnızca kısıtlanmaz, aynı zamanda korkunun ve otosansürün gölgesinde yeniden biçimlenir. 
 


Sessizliğin politikası: Realpolitik ve ekonomik çıkarlar

Doğu Türkistan meselesi, çağımızın en keskin çelişkilerinden birini gözler önüne seriyor:

İnsan haklarının evrensel değer olarak ilan edildiği bir dünyada, bu hakların açıkça ihlal edildiği bir coğrafyaya karşı küresel bir sessizlik hâkim.

Bu sessizlik, ne bilgisizlikten ne de ilgisizlikten kaynaklanır; bilakis, bilinçli bir politik tercihtir.

Bu tercih, uluslararası ilişkilerin temelini oluşturan realpolitik mantığına, yani ahlaki değerlerden ziyade güç, çıkar ve denge kaygılarına dayanıyor.

Çin, günümüzün en güçlü ekonomik ve stratejik aktörlerinden biri.

"Kuşak ve Yol Girişimi" aracılığıyla Asya, Afrika ve Avrupa'yı birbirine bağlayan devasa bir ekonomik ağ kurdu, birçok ülkeyi altyapı yatırımları, ticaret ve finansal bağımlılıklar üzerinden kendine entegre etti.

Bu ağ, yalnızca malların değil, sessizliğin de dolaşımını sağlıyor.

Zira Çin ile ekonomik iş birliği içinde olan birçok ülke, insan hakları konusundaki eleştirilerini "diplomatik nezaket" ya da "iç işlerine karışmama" ilkesi arkasına gizlemektedir.

Batılı devletler açısından da durum benzer.

Çin, küresel tedarik zincirinin merkezinde yer alıyor; ucuz üretim, nadir maden kaynakları ve devasa pazar potansiyeli, eleştiri seslerini bastıran ekonomik bir pranga işlevi görüyor.

Bu ülkeler, Doğu Türkistan'daki kamplardan elde edilen zorla çalıştırılmış iş gücünün ürünlerinin küresel pazara girdiğini biliyor, fakat bu bilginin gerektirdiği etik tepkiyi göstermiyor.

İnsan hakları, bu bağlamda, uluslararası diplomasinin süslü söylemi haline gelirken; çıkar ilişkileri gerçeğin üzerini örten bir örtüye dönüştü.

Müslüman ülkelerin sessizliği ise daha derin bir ahlaki sarsıntının göstergesidir.

Tarih boyunca "ümmet" bilincini ve mazlumla dayanışmayı temel alan İslam dünyası, bugün ekonomik yardımlar, enerji bağımlılıkları ve diplomatik dengeler nedeniyle Doğu Türkistan konusunda suskun kalıyor.

Pek çok ülke, Çin'in finansal yatırımlarını ve altyapı desteğini kaybetmemek için bu meselede tarafsız görünmeyi tercih ediyor.

Bu durum, İslam siyaset düşüncesinde adaletin merkezî konumuna meydan okuyan, vicdan ile çıkar arasındaki çatışmanın güncel bir yansıması.

Realpolitikin hâkim olduğu bu düzende, sessizlik artık pasif bir tutum değil, aktif bir politikanın parçası.

Sessizlik, zulmü meşrulaştırmanın, "durumu normalleştirmenin" aracı hâline gelir.

Böylece uluslararası toplum, bir yandan insan hakları ideallerini dile getirirken, öte yandan ekonomik ve stratejik menfaatler uğruna bu ideallerin altını boşaltır. 

Doğu Türkistan meselesi, bu bağlamda, modern uluslararası sistemin ahlaki iflasını gözler önüne serer.

Burada yaşanan zulüm kadar, bu zulmün karşısındaki suskunluk da tarihsel bir suç ortaklığıdır.

Zira güç, sessizliği satın aldığında, adaletin dili susar. Ve insanlık, bu suskunlukla birlikte yavaş yavaş kendi vicdanını kaybeder.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU