Türkiye'mizde, kur, faiz ve enflasyon artık profesyonel sermaye aktarım araçlarına dönüştü.
Şimdi bu konuda birkaç noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum.
2014 yılına kadar reel GSYH artışı ile dolar bazlı GSYH artışı nispeten dengeli giderken 2014 sonrası aralarındaki bağlantı koptu.
2014-2020 periyodunda ülke ekonomisi yüzde 25,3 büyürken, dolar bazında üretilen GSYH yüzde 23,3 azalmıştı.
Yani, ekonomi üretim olarak büyürken, uluslararası satın alma gücümüz düşmüştü.
Bu dönem sadece TL ile büyüyen, ama küresel anlamda fakirleşen bir Türkiye profili ortaya çıktı.
2020 sonrası ise bu durum değişti ve tersine döndü.
2020-2025 döneminde reel büyüme yüzde 31,6'iken, dolar bazında büyüme yüzde 100 oldu.
Bu tersine dönüş ne demektir?
Nasıl yorumlayacağız?
Bu dönemin büyümesi reel olarak bir önceki döneme göre biraz daha yüksek, ama dolar bazında adeta patlama var.
Bu dönemi, kısmen kur kontrolü + yüksek fiyat artışı ile sağlanan "dolar bazlı şişkin" bir büyüme olarak yorumlayabiliriz.
Yani, bu bir gerçek refah artışı değil, parasal şişme + kur baskısı kombinasyonu sonucu oluşan bir görüntüdür.
Şimdi aslında bu her iki dönemdeki sapma ekonomik istikrarın bozulduğunu gösteriyor.
Sağlıklı bir ekonomide, reel büyüme ile döviz bazlı büyüme arasındaki fark marjinal olmalıdır.
Aradaki uçurum, ya kur rejiminin hatalı yönetildiğini ya da reel refah artışının fiyat ve döviz manipülasyonuyla algı yönetimine dönüştüğünü gösterir.
İlk dönemde (2014-2020):
- Kur olması gerekenden hızlı arttığı için reel olarak büyüdük ama kur artışı büyümenin dolar getirisine dönüşmesini engelledi.
- Bu dönemde dolar bazlı fakirleştik ama iç piyasada fiyatlama daha makuldü.
- Bu dönemde dışarı çalışanlar hem daha rekabetçi oldu hem de daha fazla kar elde etti.
İkinci dönemde ise (2020-2025):
- Hem kur patladı hem de fiyatlama davranışı bozuldu.
- Öyle ki iç pazarda ürünler dış pazara satılandan çok daha pahalı hale geldi. Adeta dolar bazlı ciddi enflasyon yaşıyoruz. Yani iç piyasa fiyatlaması çok bozulduğu için dolar bazlı daha kazançlı görünüyoruz.
Şu an bu öyle bir duruma ulaştı ki kendi ürettiğimiz ve ihraç ettiğimiz çamaşır makinesinin fiyatında bile dengesizliği görebiliyoruz.
Türkiye'de Hasan, aynı makineyi, Almanya'daki Hans'tan euro bazında bile daha pahalıya satın alıyor.
Neticede ne oluyor?
Makro politikalarda bu tür yön değişimleri, gelir dağılımını değiştiriyor. İçeride ve dışarıda servet transferine sebep oluyor.
Bu transferler
- 2014-2020'de tüketici lehine idi,
- 2020-2025'te ise ithalatçı kur düşük olduğu için şikayetçi, iç piyasaya çalışanlar çok daha sıkıntılı bir dönem yaşıyor.
Dahası iç piyasada da üretimden ziyade vasıfsız hizmet sektörü hızla büyüdü.
Adaletsiz bir servet transferi oluşuyor.
Neticede bu dönüşlerin stratejik sonuçları olacaktır!
- Eğer bir ekonomi sadece sermaye sahibini ve katma değer üretenden çok popüler hizmet üretenleri ödüllendiriyor, ama geniş halk kesimini zayıflatıyorsa, bu uzun vadede sosyal ve siyasi istikrarsızlık doğurur. Siyasi bir fatura oluşturur.
- Tersi ise, yani sadece içeriye dayalı bir büyüme olursa o zaman da dış denge bozulur.
Politika setlerinin, bu dengeleri gözeterek kurulması gerekirdi.
Türkiye'nin uzun vadeli refahı için bunlar kritik öneme sahipti.
Ama politika setleri oluşturulurken, bunların dikkate alınmadığı açıkça görülüyor.
Sonuçlar bize bunu söylüyor.
Şimdi tüm bu sıkıntıların üzerine faiz yükleri de geldi.
İşler artık iyice içinden çıkılmaz bir mecraya giriyor.
Faiz yükleri, devlet harcamalarının üzerine çıkmış durumdadır.
2025 Bütçesinde;
- Faiz ödemeleri 2,152 Trilyon TL'dir.
- Diğer yandan Milli Eğitim bütçesi 1,451 trilyon TL,
- Sağlık bütçesi 1,017 trilyon TL,
- Milli savunma bütçesi ise 623 milyar TL'dir.
Bunlar büyük bütçeli bakanlıklardır.
Hepsi faiz ödemelerinin gerisinde kalmıştır.
Gelinen nokta bize şunu söylüyor:
Devletin sadece borçların faizine ayırdığı kaynak; neredeyse eğitim, sağlık ve savunma bütçelerinin toplamından daha fazladır.
Yani Türkiye artık "faiz devleti" haline gelmiş durumdadır.
Bu da demektir ki devlet, asli işlevlerinden (insan sermayesi, savunma, altyapı) kaynak aktararak sermaye çevrelerinin borçlarını çevirmeye yönelmiştir.
Bununla da kalmadı.
Bunların üstünde başka bir şey daha var!
Artık faiz dışında da açık veriyoruz!
2025'in ilk 8 ayında:
- Net borçlanma: 2 trilyon 52 milyar TL
- Faiz ödemesi: 1 trilyon 425 milyar TL
Yani bu durumda:
Faiz dışı açık da ciddi boyuta ulaşmıştır.
Çünkü yeni alınan borçlar sadece faize değil, ana harcamalara da yetmiyor.
Yani, artık "faiz dışı fazla" değil, "faiz dışı açık" da var.
Bu şu anlama gelir:
Devlet, sadece borç ödemek için borçlanıyor!
Ve sadece faizi değil, harcamalarını da borçla çeviriyor.
Burada yine bir sistemik risk ile karşı karşıyayız.
Bu tablo, Mehmet Şimşek'in (MŞ) uyguladığı "yüksek faizle dezenflasyon" politikasının ters etki yarattığını gösteriyor:
- Faiz yükseldikçe bütçedeki faiz gideri katlanıyor.
- Bu gideri karşılamak için daha fazla borçlanma gerekiyor.
- Borç arttıkça, faiz ödemesi daha da büyüyor.
- Kamu borçlanma mecburiyeti arttıkça faiz artışı yönünde piyasaya baskı oluşuyor.
Yani ekonomi, klasik olarak bilinen bir sistemik düzensizliğe girdi;
"Borç - Faiz - Borç - Faiz" sarmalı içerisindeyiz.
Bu da borçların sürdürülebilirliği sorununa işaret ediyor.
Bundan sonrası artık çok büyük siyasi veya dış politik tavizler demektir.
Netice itibarıyla, MŞ maliye politikaları sürdürülebilir değildir.
Aksine, ülkemizin gelecekteki büyüme potansiyeli için tehlike ve tehdit arz etmektedir.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish