İsrail'in Katar'a yaptığı saldırı sonrasında gündeme gelen "İslam NATO'su" tartışmaları, aslında Ortadoğu'da yeni bir güvenlik mimarisinin arayışını yansıtıyor.
Bu yazı kaleme alınırken, henüz Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Trump görüşmesi yapılmamıştı. O görüşmede bu fikirlerin gündeme gelmesi muhtemel.
Bu düşünceleri değerlendirirken, geçmişte benzer önerilerin neden hayata geçmediğini ve bugünkü dinamiklerin ne kadar farklı olduğunu sorgulamak gerekiyor.
Tarihsel paralellikler: 1950'lerdeki Ortadoğu Komutanlığı deneyimi
Bugünkü "İslam NATO'su" tartışmaları, 1950'lerde yaşanan Ortadoğu Komutanlığı projesinin çarpıcı bir tekrarını andırıyor.
II. Dünya Savaşı sonrası İngiltere ekonomik çöküntünün eşiğindeydi.
Marshall yardımları olmasaydı ayağa kalkması neredeyse imkansızdı.
1947'de Türkiye ve Yunanistan'la ilgilenme sorumluluğunu bizzat ABD'den devralmasını istemişti. Truman Doktrini böyle doğdu.
Ancak NATO'nun kurulması ve Türk-Amerikan ilişkilerinin gelişmesiyle Türkiye NATO üyeliği istedi.
Bu isteğe en sert karşı çıkan İngiltere oldu. Nedeni stratejikti: İngiltere bir süre sonra Ortadoğu'ya tekrar dönebileceğini, bunun için Türkiye'yi vekil olarak kullanabileceğini düşünüyordu.
İşte bu hesapla İngiltere, NATO yerine 1951'de Orta Doğu Komutanlığı (MEC) fikrini ortaya attı.
İngilizler, Türkiye'yi "sine qua non" (olmazsa olmaz) unsur olarak gördüler çünkü onlara göre Türkiye hem Müslüman hem Ortadoğulu hem de Batı yanlısıydı.
Ancak Türkiye'nin tutumu netti: "Önce NATO, sonra MEC."
Amerika'nın tereddüttü ve projenin evrimi
Türkiye ABD’nin desteğiyle NATO’ya girdi. Bu arada Ortadoğu Komutanlığı fikrine (daha doğrusu Türkiye’nin liderliği fikrine) Ortadoğu ülkelerinden itirazlar yükseldi.
Ancak İngiltere projeden vaz geçmedi.
Amerika başlangıçta tereddütlüydü. Ortadoğu ülkelerini razı edebilmek için 1952'de projenin adı “Orta Doğu Savunma Örgütü" (MEDO) değiştirilirken, Dulles'ın 1953 Ortadoğu gezisinden sonra "Kuzey Seddi" konsepti ortaya çıktı.
Bu konsept Türkiye, Irak, İran ve Pakistan'dan oluşuyordu.
İlginçtir ki Türkiye, bu süreçte İngiltere'nin oyununu fark etmişti ama stratejik hesaplarla buna razı oldu.
Çünkü hem NATO üyeliği hem de bölgesel güç olma hedeflerini birlikte gerçekleştirme fırsatı görüyordu.
Ancak sonuç, Türkiye'nin "vekil" rolüne sıkışması oldu.
Süreç sonunda 1955'te Bağdat Paktı kuruldu.
Bu pakt Türkiye, Irak, İran, Pakistan ve İngiltere'den oluşuyordu.
Ancak Cumhurbaşkanı Bayar'ın öngörüleri çarpıcıydı:
Ben de Orta Doğu Savunma Teşkilatı'nın kurulabileceği düşüncesinde değilim... Arap ülkelerinin, yarın da bizim yanımızda olacağına inanmıyorum.
1958'de Irak'taki askeri darbe ile Bağdat Paktı çöktü.
Eisenhower Doktrini devreye girmişti ama paktın parçalanması, bölgesel güvenlik mimarilerinin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi.
Daha da önemlisi, bu süreç Sovyetlerin bölgeye girişini kolaylaştırmış, Ortadoğu'yu ikiye bölmüştü.
Bugünün Ortadoğu'sunda neler değişti?
İsrail'in Katar'a saldırmasından sonra Körfez ülkelerinin Amerika'ya bakış açısı ciddi şekilde sarsıldı.
Yıllarca "Amerika bizi korur" diyen bu ülkeler, artık "Amerika'nın koruması ne kadar güvenilir?" diye sorgulamaya başladı. Bu durum, onları alternatif güvenlik arayışlarına itti.
Körfez ülkeleri ilk olarak kendi aralarındaki eski anlaşmaya başvurdu.
2000 yılında imzaladıkları "birimize saldırı hepimize saldırı" kuralını devreye soktular.
Bu, NATO'nun temel kuralı ile aynı mantık.
Aynı zamanda Suudi Arabistan, Pakistan ile stratejik bir savunma anlaşması imzaladı.
Bu anlaşma önemli çünkü Pakistan nükleer silaha sahip ve bu, Suudi Arabistan'a dolaylı bir nükleer koruma sağlayabilir.
Bu konuda fikir yürütenler, tam anlamıyla bir "İslam NATO'su" kurulamayacağını, bunun yerine daha küçük bir "6+2 formatı"nın gerçekçi olduğunu söylüyor.
Bu format, altı Körfez ülkesi artı Türkiye ve Mısır'dan oluşuyor.
Ancak Mısır konusu karmaşık çünkü büyük ordusu olmasına rağmen, bazı Körfez ülkeleri Mısır'ın güvenilirliğinden şüphe ediyor.
Türkiye'nin durumu ise oldukça farklı. Uluslararası uzmanlar Türkiye'yi "Körfez için en güvenilir Batı dışı partner" olarak görüyor.
Bunun nedenleri açık: 2017'den beri Katar'da askeri üssü var, krizlerde hızla müdahale edebiliyor, NATO üyesi olarak modern teknolojiye erişimi mevcut ve bölgesel güvenlik konularında deneyimli.
Türkiye için bu durum ne anlama geliyor?
İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi 57 devlet olduğuna bakarak düşünülen formatın bir “İslam NATO’su” olmadığı çok açık.
Körfez ülkelerinin yanına askerî açıdan güçlü iki İslam ülkesinin eklenmesi olarak görebiliriz.
Mısır dışarıda kalırsa sadece Türkiye ve Körfez ülkeleri demek mümkün.
Bu açıdan konul, Türkiye için hem fırsatlar hem de tehlikeler barındırıyor.
Fırsat tarafından bakıldığında, Türkiye bölgesel bir güç olarak konumunu güçlendirebilir, Körfez ülkeleri ile ekonomik işbirliğini artırabilir ve jeopolitik etkisini genişletebilir.
Ancak tehlikeler de var:
- Birinci tehlike, Türkiye'nin sadece "paralı asker" konumuna düşmesi. Yani Körfez ülkelerinin parasını ve yatırımlarını korumakla yükümlü bir güvenlik şirketi gibi çalışması.
- İkinci tehlike, İsrail ile gerilim yaşama riski. ABD’nin körfezde doğrudan İsrail’i hedef alacak bir yapılanmaya yakın durmayacağını söylemeye de gerek yok.
Ne kadar gerçekçi bir değişim bekleyebiliriz?
Körfez ülkeleri kendi çıkarları dışındaki savaşlara karışmak istemiyor. Hala Amerikan silah teknolojisine bağımlılar ve bu değişim yavaş yavaş, gizli gizli gerçekleşecek.
Kısa vadede radar bilgilerini paylaşma, erken uyarı sistemlerini birleştirme, ortak tatbikatlar yapma ve füze savunma sistemlerini koordine etme gibi pratik adımlar atılabilir.
Tarihle bugün arasındaki benzerlikler ve farklar
1950'lerle bugün arasında önemli farklar var.
O dönemde İngiltere kendi çıkarları için harekete geçmişti, şimdi Körfez ülkeleri gerçek güvenlik endişeleriyle hareket ediyor.
Türkiye'nin durumu da değişti: eskiden "olmazsa olmaz" sayılırken, şimdi "istediğimiz partner" konumunda.
En önemlisi, o dönemde Arap ülkeleri Türk liderliğini reddederken, şimdi Körfez ülkeleri Türkiye'nin askeri gücünden yararlanmak istiyor.
Ama bazı şeyler hiç değişmemiş. Büyük güçler hala bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışıyor.
Bölge ülkeleri arasında güvensizlik ve rekabet sürüyor. İsrail-Filistin sorunu hala bölgesel ittifakları etkileyen en güçlü faktör.
Tarihten çıkan önemli uyarılar
Geçmişten 3 önemli ders çıkıyor:
- Birincisi, "paralı asker" tuzağı. Türkiye sadece Körfez sermayesinin bekçisi konumuna düşerse, 1950'lerde yaşanan "vekil" rolünün tuzağına düşmüş olur.
- İkincisi bölgesel bölünme riski. Bağdat Paktı Ortadoğu'yu ikiye böldü ve Sovyetler'in bölgeye girmesini kolaylaştırdı. Bugün benzer bir bölünme riski var. Çin yakın gelecekte ABD’nin yerini almak için çeşitli manevralar yapabilir.
- Üçüncüsü sürdürülebilirlik sorunu. 1958'de Irak'ta askeri darbe olunca Bağdat Paktı çöktü. Bugün de benzer rejim değişiklikleri riski mevcut.
Türkiye nasıl hareket etmeli?
Tarihsel deneyim Türkiye'ye 3 önemli ders veriyor:
- Birincisi stratejik özerklik: Kendi çıkarlarını gözeterek başkalarının oyununa alet olmamak.
- İkincisi dengeli yaklaşım: Sadece Körfez ülkelerine odaklanmayıp, bölgenin tamamıyla dengeli ilişkiler kurmak.
- Üçüncüsü uzun vadeli perspektif: Geçici kazanımlar yerine sürdürülebilir politikalar üretmek.
Sonuç: Tarih tam tekrar etmese de...
1950'lerdeki Ortadoğu Komutanlığı deneyimi, bölgesel güvenlik mimarileri kurmanın ne kadar karmaşık olduğunu gösteriyor.
Bugünkü "İslam NATO'su" tartışmaları da benzer zorluklarla karşı karşıya.
Tarih birebir tekerrür etmese de benzer dinamikler ve riskler hala geçerli görünüyor.
Türkiye için kritik olan, geçmişin derslerini alarak bu süreçte kendi stratejik özerkliğini koruyabilmesidir.
Çünkü tarih bize gösteriyor ki, büyük güçlerin oyunlarına araç olmak yerine kendi çıkarlarını gözeten dengeli politikalar izlemek, uzun vadede daha sürdürülebilir sonuçlar veriyor.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish