Donald Trump'ın sosyal medya hesabından paylaştığı iki fotoğraf, günümüz siyasetinin en can alıcı sorunlarından birini gözler önüne seriyor.
İlk fotoğrafta kendisini Putin'le, ikincisinde ise Nixon'ı Kruşçev'le görüyoruz.
1959 yılında Moskova'da düzenlenen Amerikan Ulusal Sergisi'nde ABD Başkan Yardımcısı Richard Nixon ile Sovyet lideri Nikita Kruşçev arasında geçen "Mutfak Tartışması", Soğuk Savaş'ın sembolik anlarından biridir.
İki lider, modern mutfak aletleri üzerinden kapitalizm ve sosyalizm sistemlerini karşılaştırırken aslında ideolojik bir güç gösterisi yapıyorlardı.
Nixon'ın parmağını Kruşçev'in üzerine sallaması, Batı basınında ABD'nin özgüvenini temsil eden bir kareye dönüşmüştü.
Trump'ın bugünkü paylaşımlarında benzer bir sahneyle kendini özdeşleştirmesi tesadüf değil.
Ancak Nixon-Kruşçev diyaloğu, arkasında iki büyük kutuplu bir sistemin netliğini barındırıyordu.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Günümüzde ise dünya ne tek kutuplu ne de net çizgilerle ikiye ayrılmış durumda.
Bu nedenle sembol benzerliği, içerik benzerliği yaratmıyor.
Trump'ın mesajı açık: tıpkı Soğuk Savaş dönemindeki dev liderler gibi, kendisi de tarihi anlaşmaları müzakere edebilecek bir devlet adamı olduğunu ima ediyor.
Ancak bu karşılaştırma, aslında günümüzün en derin paradokslarından birini ortaya çıkarıyor.
1940'ların sonunda dünyayı yeniden şekillendiren liderlerle bugünkü siyasi aktörler arasındaki uçurum ne kadar derin?
Büyük devlet adamlarının çağı
II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından, Yalta ve Potsdam konferanslarında bir araya gelen liderler gerçekten de tarihi boyutlarda kararlar almışlardı.
Roosevelt, Truman, Churchill ve Stalin -kusurları ve tartışmalı kararları olsa da- uluslarının hayatta kalması için kritik tercihler yapmak zorunda kalmış, bu süreçte hem stratejik düşünce hem de diplomasi becerileri geliştirmişti.
II. Dünya Savaşı'nın ardından dünya, tarihsel bir eşikteydi. Avrupa harap olmuş, Asya’da Japonya çökmenin eşiğine gelmiş, milyonlarca insan hayatını kaybetmişti.
Böyle bir tabloda, ABD, SSCB ve İngiltere liderleri yeni bir düzen kurma sorumluluğunu üstlendiler.
- Roosevelt ve ardından Truman, ABD'yi savaş sonrası dünyanın "garantörü" haline getiren kurumları inşa etti: Birleşmiş Milletler, Bretton Woods sistemi, IMF, Dünya Bankası ve NATO.
- Churchill, Britanya'nın zayıflayan gücünü kabul ederek Batı ittifakını şekillendiren stratejik aklı temsil etti.
- Stalin, Sovyetler Birliği'nin güvenlik kaygılarını ön plana çıkarırken Doğu Avrupa'yı kendi nüfuz alanına dahil etti.
Bu liderlerin ortak özelliği, varoluşsal bir krizi birlikte yaşamış olmalarıydı.
Dünya Savaşı sadece askeri bir çatışma değil, aynı zamanda ideolojik, ekonomik ve toplumsal bir dönüşüm süreciydi.
Bu deneyim onlara uzun vadeli düşünme kapasitesi kazandırmış, büyük resmi görebilme yeteneği vermişti.
Ayrıca o dönemin medya ortamı da liderlerinin daha derinlikli çalışmasına izin veriyordu.
24 saat haber döngüsü yoktu, sosyal medyanın anında tepki verme baskısı bulunmuyordu.
Karar vericiler, stratejilerini olgunlaştırmak için gerekli zamanı bulabiliyorlardı.
Fransa'nın dışlanması: Gücün acımasız mantığı
Bu dönemin en çarpıcı detaylarından biri, Fransa'nın büyük masalardan dışlanmış olmasıdır.
General de Gaulle'ün tüm meşruiyet iddiaları, Fransa'nın 1940'taki çöküşünü ve 4 yıl süren işgal dönemini silmeye yetmemişti.
Roosevelt özellikle Fransa'nın sömürgelerini yönetme kapasitesinden şüphe ediyor, Churchill ise müttefiki desteklemek ile gerçekçi güç dengelerini kabul etmek arasında kalıyordu.
Bu durum bize güç siyasetinin ne kadar acımasız olduğunu hatırlatıyor.
Tarihsel haklara, kültürel mirasa veya diplomatik nezakete rağmen, gerçek güç dengesi masada kimin oturacağını belirliyordu.
Fransa'nın o dönemki askeri ve ekonomik kapasitesi, dünya düzenini şekillendirme iddiası için yetersizdi.
Günümüzün liderlik açmazı
Bugün ise tamamen farklı bir manzarayla karşı karşıyayız.
Trump'ın paylaştığı fotoğrafların sembolik anlamı, tam da bu farkı vurguluyor.
Her iki görüntüde de Amerikan başkanları parmaklarını karşısındakine doğrultmuş, adeta bir konuyu "dikte etmeye" çalışıyor.
Bu tavır, günümüz siyasetinin performansa dayalı, anın etkisini önceleyen doğasını yansıtıyor.
Çağdaş liderler sürekli kısa vadeli popülarite yarışında.
Sosyal medya döngüsü, anlık tepki verme zorunluluğu, sürekli kamuoyu yoklamaları...
Bu ortamda büyük resmi görmek, uzun vadeli stratejiler geliştirmek neredeyse imkansızlaşıyor.
Her karar anında analiz ediliyor, her söz farklı yorumlanıyor, her adım siyasi malzemeye dönüştürülüyor.
Avrupa'da durum daha da belirsiz. Almanya ekonomik gücüne rağmen askerî açıdan sınırlı, Fransa nükleer güç olmakla birlikte etki alanı daralmış durumda.
İngiltere Brexit sonrası kimlik arayışında, İtalya ve İspanya ise iç dinamikleriyle boğuşuyor.
AB bir blok olarak güçlü görünse de tek ses çıkarma konusunda hâlâ ciddi zorluklar yaşıyor.
Demokrasinin liderlik sorunu
Bu durumun kökenlerinden biri demokrasi ile liderlik arasındaki gerilimde yatıyor.
Demokratik sistemler doğası gereği uzlaşma, müzakere ve çoğulculuğa dayalı.
Ancak bu özellikler, hızlı karar alma ve uzun vadeli strateji geliştirme konularında bazen engel oluşturabiliyor.
Seçim döngülerinin kısalığı, koalisyon hükümetlerinin istikrarsızlığı, medya baskısı...
Bunların hepsi demokratik liderlerin büyük dönüşümler için gerekli siyasi sermayeyi biriktirmelerini engelliyor.
Bu yüzden otokratik sistemler daha "kararlı" görünüyor, ancak bu kararlılık her zaman doğru yöne gitmiyor.
Putin'in Ukrayna macerası bu durumun mükemmel örneği.
Otokratik sistemin "avantajları" sayesinde muhalefet dinlemeden, uzmanları göz ardı ederek büyük bir karar aldı.
Sonuç ise Rusya'nın stratejik gücünün dramatik şekilde zayıflaması oldu.
Üç kutuplu dünyanın gerçeği
Bugün çok kutuplu dünya denildiğinde, muhtemel üç kutuptan söz ediliyor: ABD, Avrupa Birliği ve Çin. Dikkat edilirse, Rusya bu listede yok.
Rusya'nın Ukrayna Savaşı'ndaki performansı, gerçek kapasitesini acımasızca ortaya çıkardı.
"Dünyanın ikinci ordusu" olarak tanıtılan Rus ordusu, komşu ülkeyi birkaç haftada ele geçiremedi.
Ekonomisi İtalya'dan küçük, teknoloji üretimi sınırlı, askeri sanayii düşünülenden çok daha zayıf olduğu anlaşıldı.
Şimdi Rusya demografik kriz, beyin göçü, yaptırımlar ve uluslararası izolasyonla boğuşuyor.
Nükleer silahları onu "veto gücü" sahibi yapıyor ama düzen kurucu güç olma özelliğini kaybetti.
AB ise paradoks şekilde Ukrayna krizi sonrası güçlendi.
Enerji bağımlılığından çıkma kararlılığı, savunma harcamalarını artırma iradesi, genişleme dinamizmi...
Kriz zamanlarında beklenenden daha fazla birlik sergiledi.
Geleceğin liderlik modeli
Belki de gelecekte liderlik, bireysel karizma ve vizyon yerine kurumsal kapasiteye daha çok dayanacak.
Güçlü kurumları olan, teknokrat kadroları gelişmiş, uzun vadeli planlamaya yatkın sistemler öne çıkabilir.
Bu geçiş dönemini büyük liderler değil, iyi işleyen sistemler yönetecek.
Çin modeli bu açıdan dikkat çekici. Tek partili sistem olmasına rağmen, teknokrat kadroları güçlü, uzun vadeli planlamaya yatkın, kurumsal süreklilik olan bir yapı.
ABD ise demokrasi ve güçlü kurumları birleştiren nadir örneklerden biri, ancak polarizasyon ve Trump yönetimi bu dengeyi tehdit ediyor.
Sonuç olarak, Trump'ın paylaştığı fotoğraflar aslında çağımızın liderlik açmazını özetliyor.
1940'ların dev devlet adamlarının yerini, sosyal medya çağının performans odaklı politikacıları aldı.
Yeni dünya düzeninin inşa edilebilmesi için, ya yeni tip liderler ortaya çıkmalı ya da liderliği aşan kurumsal kapasiteler geliştirilmeli.
Aksi takdirde, büyük masalarda küçük liderlerin oturduğu bu dönem, tarihi fırsatları kaçırma riski taşıyor.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.