Tarihin tozlu sayfaları, filozofları, düşünürleri ve büyük yazarları çoğunlukla soğukkanlı zekaları, keskin fikirleri ve zamanının ötesine uzanan düşünceleriyle hatırlar.
Oysa düşüncenin ışığının arkasında çoğu zaman gizlenen, güneşin dahi saklayamadığı bir gölge vardır: dayanması zor hayatlar, saklı trajediler ve ruhun kırılgan çatırtıları hâlâ köz gibi yanmaktadır.
Onlar fikirleriyle dünyayı aydınlatırken, kendi içlerinde çoğu kez sessizce, kimi zaman yazarak yanmışlardır.
Friedrich Nietzsche, dünyanın ve düşünce tarihinin en devrimci filozoflarından biri olarak anılır; ama az kişi, hayatının büyük bölümünü yalnızlık, hastalık ve reddedilmişlik içinde geçirdiğini bilir.
Ağır migrenler, görme kaybı, mide kanamaları ve zina iftirasıyla mahvedilen bir hayat…
Akademik kariyerinin hayalleri suya düşerken, en yakın dostu Wagner tarafından terk edildi; âşık olduğu Lou Salomé ise onu reddetti.
Nihayetinde akıl sağlığı çöktü, ruhu kendi karanlığıyla baş başa kaldı ve son 11 yılını bir çocuk gibi annesinin bakımında geçirdi.
"Beni öldürmeyen şey güçlendirir" derken, bunu yazmak için kaç kez ölmesi gerektiğini kimse sorgulamadı.
Albert Camus, absürd felsefenin öncüsü ve yaratıcısıdır; ancak onun düşüncesi soyut değil, bizzat kendi kırılgan yaşamından doğmuştur ve yazdıkları somut bir alana evrilmiştir.
Babası savaşta öldü, sağır bir annenin yoksul oğlu olarak büyüdü.
17 yaşında vereme yakalanınca, her an ölebileceğini düşündü; kaotik sanrıların gölgesi omzuna düştü ve ömrü boyunca ölüm korkusuyla yaşadı.
Camus'ye göre insan anlam arar, dünya ise anlamsızdır; buna rağmen "İsyan ediyorsan yaşıyorsun" dedi.
Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığı 1957 yılında bile ölüm korkusundan kurtulamadı.
İronik bir biçimde, hayatın sürekli ölümle yüzleşmek olduğunu bilen Camus, kendi kaderini de korkularıyla resmetti; emniyet kemeri takmadığı arabasında feci bir şekilde cama çarparak öldü.
Ölümden kaçamadı ama felsefesiyle ona karşı durmayı başardı.
Edvard Munch, "Çığlık" tablosuyla ölümsüzleşti; tuvali, yaşamının acı ve travmalarının aynasıydı.
Annesini veremden, kız kardeşini ise çocuk yaşta kaybetti; ölüm, onun çocukluk dünyasını gömdü.
Babası duygusal olarak uzak ve soğuktu; Munch, sevgi ve güven eksikliğiyle büyüdü.
Gençlik yıllarında depresyon ve kaygı ataklarıyla boğuştu; aşırı alkol kullanımı ve içsel çatışmaları hem ilişkilerini hem de üretkenliğini etkiledi.
Resimlerindeki çığlık, doğrudan ruhunun ve yalnızlığının sesi, hayatta kalmaya çalışan ama sürekli kaybolmuş bir varlığın çığlığıdır.
Çığlık eseri, adeta hayatının bir simülasyonuydu.
Ölümü 80 yaşında Oslo'da huzur içinde gerçekleşti; ancak sanatı, ölüm ve acıyla sürekli yüzleşmenin sonsuz yankısı olarak yaşamaya devam etti.
Fyodor Dostoyevski, insan ruhunun karanlığını yazdı çünkü önce kendi içindeki zindanı keşfetti. Bu zindanı somut bir biçimde yaşadı.
20'li yaşlarında, komutanların önünde gözleri bağlı olarak idam mangasının karşısına çıkarıldı.
Askerler nişan aldı, tüfekler omza dayandı; tam "ateş" emri verilecekken bağırıldı: affedildi!
Bu sahte infaz, beyninde bir şimşek gibi çaktı ve ömrünün sonuna kadar sürecek epilepsi nöbetlerini başlattı.
Sürgün kamplarında taş kırdı, zincire vuruldu.
Geri döndüğünde, duygusuz bir yüzle ölen karısını, bebeğini ve kardeşini peş peşe toprağa verdi.
Borçlarını ödemek için romanlarını nefessiz bir şekilde, yazı makinesi olmadan dikte etti; yaşadıklarını başka bedenlerde yeniden yaşattı.
Kumar masalarında sadece parasını değil, umudunu da kaybetti.
Dostoyevski yazarken aslında kurtulmak değil, "canlı kalmak için acının üzerinde yürümek" istiyordu.
Jean-Paul Sartre, dünyaya özgürlüğü anlatırken, kendisi "içindeki çığlığa" tutsaktı.
Babasını küçük yaşta kaybetti; çocukluğunu aynalara konuşarak ve yalnızlıkla geçirdi.
Gençlik ameliyatından sonra tek gözü kör kaldı; diğer gözüyle sürekli kayan şekiller gördü.
"Bulantı"daki varoluş tiksintisi, onun eşyalardan korkan ve halüsinasyonlarla dolu zihninin bir yansımasıdır.
Uyumamak için her yola başvuruyordu; geceleri kafein hapları, gündüzleri litrelik kahveler içerdi.
Uykuya kaçmaktansa, "uyku küçük provadaki ölümdür" dercesine ondan kaçıyordu.
Dünyaya "özgürsün" diye bağıran Sartre, aslında kendi bedenine, bağımlılıklarına ve korkularına tutsak ve zincirliydi.
Lev Tolstoy, romanlarıyla insanlara "nasıl yaşamalıyız" dedi, ama kendisi nasıl yaşanacağını bir türlü bulamadı.
Gerçek yaşamı, nasıl yaşanmaması gerektiğinin özeti gibiydi.
Gençliğinde gece hayatı, fahişeler ve kumar arasında servetini tüketti.
Olgunluk döneminde dine sarıldı, malını mülkünü dağıtmak istedi; fakat karısı Sofya buna direndi.
Evleri, yıllarca süren psiko-dramatik bir savaş alanına dönüştü.
Günlüklerine yazdığı şu satır bunu gösteriyor:
Silahımı sakladım, aksi takdirde kendime ateş edecektim.
En sonunda, 82 yaşında sabaha karşı evden kaçtı; yalınayak tren istasyonunda "Yalnız kalmak istiyorum… sadece yalnız" dedi ve buz gibi zeminde yığılıp öldü.
Dünyaya koca romanlar bıraktı, ama ruhunu yerleştirecek bir yer bulamadı.
Vincent van Gogh, renklerin ve ışığın dahisi, ama ruhu sürekli fırtınalarla boğuşuyordu.
Akıl sağlığı giderek bozuldu; Saint-Rémy'deki akıl hastanesinde kendini çirkin, yetersiz ve dünyaya ait hissetmeyen bir varlık olarak gördü.
Sığındığı tek şey resim ve kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplardı.
Yalnızlık ve umutsuzluk içinde resim yapmayı sürdürdü; her fırça darbesi bir haykırıştı.
Aşka ve insana duyduğu özlem, hayatında sürekli bir eksiklik hissi bıraktı; sevdiği kadınlara ulaşamamak ve reddedilmek ruhunu daha da derinleştirdi.
Kulak kesme olayı, içsel acının ve kimlik karmaşasının dışavurumuydu.
Ölümü 37 yaşında, büyük olasılıkla kendi elinden gerçekleşti; kargaların gökyüzünde süzüldüğü, ayçiçekleriyle dolu bir ortamda sessiz bir trajedi olarak sona erdi.
Tuvali ise, hem acıyı hem de dehayı sonsuza taşıdı.
Immanuel Kant, dünyanın en akıllı adamı olarak anıldı; fakat zihin düzeni, sürekli bir çıldırma korkusuyla örülüydü.
Şehrinden bir gün bile dışarı çıkamadı, çünkü bilinmezlik düşüncesi ona panik atak geçirtiyordu.
Onun için en büyük cehennem, belirsizlikti.
Masasındaki kağıtların dizimi milim şaşsa eli ve ayağı titrerdi.
Günde iki kez eli titreyerek nabzını yoklar, yaşayıp yaşamadığından emin olmaya çalışırdı.
"Saf Aklın Eleştirisi"ni yazarken canı çıksa bile yazı masasından bir dakika erken kalkmadı.
"Akıl tutkuları dizginlemeli" dedi; çünkü kendi tutkuları kontrolsüz kaldığında onu paramparça edecekti.
Akıl onun için felsefi değil, psikolojik bir hayatta kalma silahıydı.
80 yaşında, 1804 yılında, doğal nedenlerle yaşamını yitirdi.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Dahi insanlar, tarihin akışını değiştiren isimler, çoğu zaman içlerinde fırtınalar taşısalar da dünya tarihinde eserleriyle yaşamaya devam ederler.
Mozart, genç yaşta dehasıyla boğuşurken maddi sıkıntılar ve kırılgan ilişkilerle sınandı.
Beethoven, işitme kaybı ve yalnızlık içinde çaldığı notalarla hem acısını hem de isyanını dünyaya duyurdu.
Van Gogh, depresyon ve psikozla mücadele ederken fırçasıyla ruhunun çığlığını tuvale aktardı.
Basquiat, sokaklardan gelen kaosu ve bağımlılıklarını sanatına dönüştürdü.
Filozoflar Sokrates, Platon ve Aristoteles, hakikati ve bilgeliği ararken toplumsal baskılar, yalnızlık ve içsel çatışmalarla yüzleşti; ama asla yılmadan bildiklerini öğretmeye ve yaymaya devam ettiler.
Büyük İskender dahi dünyayı fethetti, ama kendi içindeki boşluğu asla dolduramadı.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish