Silah bırakma süreci ile ilgili gelişmelerin düşündürdükleri

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Osmanlı'yı dönüştürme arayışı Tanzimat'la başlar.

İttihat ve Terakki'nin Osmanlı-Türk döneminde denebilir ki ortak tutumu ulus devletti.

Bu bağlamda Osmanlı aydınları üç ana ulus projesi üzerinde tartıştılar: Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük.  

Konuyla ilgili tartışmalar da bu üç ana akım ekseninde sürdü.

Balkan bölgesinin kaybıyla öncelikle Osmanlıcılık zemin kaybetti.

I. Dünya Savaşı içinde Arap bölgesinin kaybıyla İslam'ın birleştirici olduğu tezi de zemin kaybedince, siyasi arena Türkçülere kaldı.

İttihatçı iktidar döneminde bütün Müslümanlar tek bir millet olarak kabul görüyordu.

Halkın din bazında sınıflandırıldığı Osmanlı toplum sisteminde, sistemin en üstünde yer alan Sünni Müslümanlar "millet-i hakimiye"yi oluşturuyordu. 

Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarında, bu anlayışın bir devamı olarak mübadele din temelli olarak gerçekleşmişti.


1912'den 1923 Lozan sonrasına, İslamcılık ile Türkçülüğün harmanlandığı bir şekilde İslam-Türk sentezinin oluşum dönemi de denebilecek dönemde, başlarda baskın olan İslamcılık zemin kaybedince, Türkçülüğe alan açılmıştı.  

Mustafa Kemal ve cumhuriyetin kurucu kadrolarına gelince, İslamcı zeminde etnik Türk kimliği (seküler, laik ve Sünni Türk) kodları üzerine ulus inşa sürecini başlattılar.

Düşünce dünyasının ilk dönemlerinde 0smanlıcı ve İslamcı karaktere sahip olan Ziya Gökalp sonraki süreçte Türkçü düşünceye ve Türkçülük siyasetine doğru evrim geçirmişti.

Mustafa Kemal ile etkileşim içinde amacı Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak olan Ziya Gökalp milliyetçiliği daha çok bu dönemi tanımlamaktaydı.

Bu dönemde Kürtlerle birlikte İslami kimlik millet-i hakime'den dışlandı. Ama İslam kontrol altına alınarak varlığına da izin verildi. 

İlerleyen süreçte Kürtlerin varlığı, inkâr, kırım ve asimilasyonla tarihe havale edildi.

Cumhuriyet rejimi ve devletin resmî ideolojisi bu kurucu kodlar tarafından belirlendi.

Etnik Türk kimliği zemini üzerine inşa edilen milli kimlik, Anadolu'nun çoğulcu etnik yapısıyla çelişkili idi.  
 


Tek Parti döneminden sonra siyasetin bir ölçüde çoğulculaşması, sandık siyasetinin önem kazanması, komünizmin şeytanlaştırılması ile birlikte 1950'li yıllardan sonra siyasallaştırılan İslamcılık yavaş yavaş devreye sokuldu.

1950'li, 60'lı ve 70'li yıllarda Amerika'nın yönlendirmesi, orta-sağ vb. partilerin seçim siyasetiyle oluşmaya başlayan Türk-İslam sentezi, 12 Eylül ve sonrası 45 yıllık dönemin ideolojisi olacak, anayasal ve yasal zeminde Kemalist devletin kurucu kodlarına pek dokunulmadan siyasal İslamcı iktidarlarla bugünlere kadar gelinecekti


Şimdilerde ise Cumhurbaşkanı Sayın Tayyip Erdoğan'ın 12 Temmuz 2025 tarihli konuşmasından anlaşıldığı kadarıyla, fiilen hayat bulmuş ve güçlenmiş olan Türk-İslam sentezine uygun yeni bir anayasal kurucu süreç başlatılmak isteniyor.

Bu bağlamda Kemalist devletin “dokunulmaz” vazedilen kurucu kodları yenilenmek isteniyor.

İslamcılar fiilen iktidar gücü zaten, bu noktada haklar bazında talepleri  nedir tam bilemiyoruz ama “eşit yurttaşlık” temelinde istenebilir, karşılanabilir. 

Ancak yakıcı bir şekilde güncellenen Kürt meselesi var.

Kanım o ki Kürtlerin hakları verilirse şayet, emsal olacağı göz önüne alınarak talepleri daha kolay karşılanabilir. 


Kürt sorununu kalıcı biçimde çözülmesi gerekiyor.

Bunun için herhangi bir çözüm değil, köklü bir çözüm zorunludur, gereklidir.

Birincisi, Kürtler yeni anayasa ve yasalarla millet-i hâkime kapsamına alınmalıdır.  

İkincisi, etnik, dil, din ırk, inanç vd. noktalarda ayrım yapmaksızın “eşit yurttaşlık” temelinde herkes eşit hakları olan, haklarını bilen birinci sınıf yurttaş olarak kabul edilmeli, bu bilinci verme anlayışı içinde çözüm aranmalıdır.

“Eşitlik yurttaşlık” ve özgürlük bilincine sahip olsunlar olmasınlar, Alevi, Sünni, gayri Müslim vd. bütün renklerden yurttaşları ve bütün halkları kapsayacak, bir çözüm, zaman içinde özgürlük bilincine sahip bulunmayan kesimlerin de kimlik kaynaklı taleplerine muhtemelen çözüm olarak algılanacaktır.


“Eşitlik yurttaşlık” yeterli olacak mı tartışılır.

Başta gayrimüslimler olmak üzere kendilerini bu egemen denklem içinde tanımlamayan kesimler için dışlayıcı süreçler devam edecek gibi görünüyor.

Millet sisteminde eşitlik sağlanmış olmayacak.

Muhtemeldir ki İttihatçı dönemde her etnik kümeden İslam unsurunu tanımlamada dillendirilen Türklük, benzer bir içerikle gündeme getirilecek ve Kürtler bu çözüme ikna edilmeye çalışılacaktır.

Kemalistlerin kurucu devlet kodu olarak inşa ettiği etnik Türk kimliği son yıllarda artık savunulmaz hale geldiği için, kültürel Türklüğe doğru bir evrim geçirmeye başlamıştı.

Bunu yeni bağlam olarak gündeme getirebilirler.

Bakalım özgürlükçü Kürt hareketi, anayasal rejim içinde meşruiyet kazanmakla yetinip bu dayatmaya razı olacak mı?

Bunu da göreceğiz.

Cumhurbaşkanı Sayın Tayyip Erdoğan'ın son konuşmasında Türkler, Kürtler ve Arap birliğinden söz etmesini bu bağlamda değerlendirebiliriz.

Bölgesel hegemonya düşünülüyorsa, bu düşüncenin ilk aşamasında, ifade ettiği gibi Misak-ı Milli sınırlarını kapsama alma, Halep'ten Kerkük'e, hatta Musul'a uzanan bölgeyi kapsama, bu bölgede yaşayan Kürtler kadar

Arapları da dikkate alma tasarlanmış görünüyor.

Arapların denkleme alınmasının bu ihtiyaca yönelik olduğunu düşünmek sanırım yanılgı olmaz. 


Bu süreçte, Arapların denkleme alınmasını başta ABD, İsrail ve İngiltere olmak üzere küresel aktörlerin

Ortadoğu'yu yeniden tasarlama çabalarının doğrudan etkisinden bağımsız ele alamayız.

İran'ın geriletilmesi, İsrail'in güvenliğinin sağlanması ve bu bölgede hegemonya mücadelesi sürdürmekte olan

İsrail ve Türkiye arasında yaşanacak rekabetin çatışmalara dönüşmemesi için sorun oluşturan alanları tasfiye edilmesi gibi nedenlerle Kürt sorununun çözümü güçlü bir şekilde Türkiye'nin gündemine dayatılmış olabilir.  


Meselenin ikinci boyutuna gelince...

Silahlı mücadele, Abdullah Öcalan'ın ifade ettiği gibi "miadını doldurmuş ve hatta Kürt hareketine zemin kaybettiren bir mücadele aracı haline gelmişti."

Kürt hareketinin, İmralı'da geliştirilen yeni paradigma çerçevesinde kendini yenilemekte geç bile kaldığı söylenebilir.  

Yine kendi ifadeleriyle, "Türkiye zeminiyle sınırlı kalması kaydıyla silahlara veda bir zorunluluk haline gelmişti."

İfade ettikleri gibi, "Türkiye dışında, hele Ortadoğu cangılında can güvenliği açısından Kürtlerin, güvenliklerinin hiçbir güce emanet edilmeyeceği, diğer halklarla birlikte öz savunmaya sahip olmaya mecbur oldukları" davranışı anlaşılırdır.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU