PKK, Süleymaniye'nin Surdaş kasabasındaki Casene Mağarası'nda düzenlediği törenle silahlarını yaktı.
"Barış ve Demokratik Toplum Grubu" adıyla duyurulan bu sembolik adım, örgütün silahlı mücadeleye son verme iradesini ortaya koyarken; Türkiye'nin Kürt davasında tarihsel bir dönüm noktasına işaret etti.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin, Abdullah Öcalan'a yönelik yaptığı çağrı, dikkatleri yeniden Ankara'nın Kürt politikasına çevirdi.
Bahçeli'nin "Bu bir devlet projesidir" sözü, sürecin sadece siyasi değil, devlet aklıyla yürütülen bir yeniden yapılanma olduğunu ortaya koydu.
PKK'nin bu adımı, hem Türkiye'nin sınır ötesi varlığının (PKK ve bağlantılı çatı yapıları gerekçe gösterilere Suriye/Rojava ve Kürdistan Bölgesi sınırına 40 kilometre içeriden konumlanmış durumda) askeri ve siyasi varlık inşa etti.
Şimdi kritik soru şu: Türkler ve Kürtler, tarihsel travmalarla yüzleşip, siyasi "girdaptan" çıkarak yeni bir toplumsal mutabakat inşa edebilir mi?
Kurtuluş Savaşı'ndan PKK'ye: Casene Mağarası'nın direniş hikâyesi
Kürt-Türk ilişkilerinde "girdap" metaforuna dönüşmüş karmaşık tarihsel döngüye ışık tutmak için, PKK'nin silah bırakma törenine ev sahipliği yapan Casene Mağarası'nın derinliklerine bakalım.
Kandil Dağları'nın 76 kilometre güneybatısında, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'ne (IKBY) bağlı Süleymaniye ilinin Surdaş nahiyesinde yer alan Casene Mağarası; sadece doğal jeomorfolojik yapısıyla değil, aynı zamanda taşıdığı tarihsel anlamla da öne çıkıyor.
Bu mağara, hem Kürtler hem de Türkler için kader anlarının yaşandığı, direnişin, müzakerelerin, siyasal hesaplaşmaların ve stratejik kararların merkezinde yer almış sembolik bir mekândır.
Casene'nin tarihsel önemi,1920'li yılların başına, Musul Meselesi ekseninde yaşanan jeopolitik mücadelelere kadar uzanıyor.
Osmanlı Devleti'nin 1922'de fiilen sona erdiği dönemde, bölgede hızla artan İngiliz varlığına karşı yürütülen gizli faaliyetlerin en kritik noktalarından biri hâline geldi.
Mustafa Kemal'in direktifiyle bölgeye gönderilen milis komutanı Ali Şefik Özdemir (halk arasında bilinen adıyla Özdemir Paşa), Türk ve Kürt güçlerini ortak bir İngiliz karşıtı cephede birleştirmekle görevlendirildi. Bu iş birliğinin karargâhı ise Casene Mağarası'ydı.
1922 yılında İngiliz mandasına karşı Süleymaniye merkezli bir ayaklanma başlatan Şeyh Mahmud Berzenci ve taraftarları da Casene Mağarası'nı üs olarak kullandı.
Doğal yapısıyla hava saldırılarına karşı korunaklı olan mağara, Berzenci direnişinin lojistik ve stratejik merkezine dönüştü.
Özdemir Paşa ile Berzenci burada buluşarak İngilizlere karşı ortak mücadele kararı aldı.
Ancak bu ittifak süreci, pek çok tarihçiye göre, "Kürtler açısından tarihi bir fırsatın heba edilmesi" olarakyorumlanmaktadır.
Bu dönemde, Kürt siyasi düşüncesinin şekillendiği önemli yayın organlarından biri olan "Bangi Heq" (Hakkın Sesi) gazetesi de yine burada basıldı.
Bu yayın, Kürt milliyetçiliği ve siyasal tahayyülünün erken dönem kodlarının oluşmasında etkili oldu.
Lozan Antlaşması öncesinde, Ankara hükümeti ile Berzenci arasında yürütülen görüşmeler neticesinde, Kürtlere federatif bir statü tanınmasını içeren 10 maddelik bir mutabakat taslağı da o dönemde hazırlandı.
Aynı süreçte Ankara'nın, Berzenci'ye İngilizlere karşı kullanılmak üzere mühimmat desteği sunduğu da arşivlerde kayıtlıdır. (Bu bölümün detaylarını tarihçilere ve ilgililere bırakmak gerekir.)
Casene Mağarası, modern Kürt siyasi tarihinde de kilit bir rol üstlenmiştir.
1990'lı yıllarda Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) güçleri tarafından, Irak ordusuna karşı stratejik bir sığınak ve üs olarak kullanıldı.
Ve nihayetinde, 11 Temmuz'da PKK'nin silah bırakma kararını açıkladığı törene ev sahipliği yaparak bir kez daha tarihin sahnesine çıktı.
Casene'nin yalnızca Kürtler için değil, Türkler için de tarihsel ve sembolik bir anlam taşıdığı açıktır.
Mağaranın duvarlarına sinmiş müzakereler, ittifaklar, ihanetler ve kayıplar, bu mekânı ortak geçmişin bir aynası hâline getiriyor.
Gerek Kürt gerekse Türk kamuoyunda, bu mekânın seçimine dair yorumlar yapılırken, görüştüğüm IKBY'li üst düzey bir yetkili, "Törenin yapılacağı yerin Türkiye tarafından belirlendiğini" ifade etti.
Bu iddia, Casene'nin yalnızca Kürt siyasi tarihinden çok, Türk devlet aklında önemli bir yere sahip olduğuna işaret ediyor.
Kürdistan Bölgesi'nin süreçteki rolü
Bahçeli'nin ilk açıklamasının akabinde, Erbil'de yoğun bir diplomatik ve askeri hareketlilik yaşandığı biliniyor.
IŞİD'e karşı kurulan koalisyonun askerî komutanları ve aralarında bakanların da bulunduğu 20'den fazla ülkenin diplomatı, süreç boyunca Kürt yetkililerle temas kurdu.
Bu temasların ardından Mazlum Abdi, Erbil'e geçerek Kürt liderlerle görüştü.
Görüşmelerin temel ekseni ise Suriye/Rojava'nın yeni statüsü ve kazanımlar...
Sürecin perde arkasına dair en dikkat çekici değerlendirmelerden biri, deneyimli Kürt siyasetçi Muhammed Emin Pencweni'ye ait.
Silah bırakma töreninin hemen ardından Rûdaw TV'ye konuşan Pencweni, çözüm süreçlerinin hafızasına dair önemli ipuçları verdi.
Onun açıklamaları, 2022'de Independent Türkçe'de yayımlanan röportajımda yer verdiğim, 2018 yılında örgütten ayrılan eski PKK komutanı Serhad Kerim'in sözlerini anımsattı.
Kerim, o söyleşide, "Barış süreci özellikle Kandil tarafından sabote edildi" demişti.
Pencweni'nin bugünkü ifadeleri, o görüşle dikkat çekici biçimde örtüşüyor.
Pencweni'nin açıklamalarına göre, IKBY Başkanı Neçirvan Barzani, hem 2010-2015 çözüm sürecinde hem de günümüzde, barış girişimlerinin en önemli arabulucularından biri olarak öne çıktı.
Pencweni şöyle diyor:
Önceki çözüm sürecinde, PKK ile Türkiye arasındaki görüşmeler tıkanma noktasına gelmişti. Özellikle Öcalan'ın rolü konusunda taraflar arasında ciddi görüş ayrılıkları doğdu. Kandil, sürecin İmralı'dan başlamasını isterken, Türk tarafı Öcalan'ı devre dışı bırakmak istiyordu. Bu çıkmazın aşıldığı anlardan biri, Barzani'nin Ankara'da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmesidir. Görüşmeden sonra süreç yeniden hareketlendi.
Son süreçte ise Kandil ile Ankara arasında kanal oldu; MİT (Hakan Fidan) ve Dışişleri (İbrahim Kalın) nezdinde görüş alışverişini koordine ettiğini söylüyor.
KDP Başkanlık Konseyi'nden görüştüğüm bir yetkili de Mesud Barzani'ye İmralı'da Öcalan'ı ziyaret etmesi önerilmiş, ancak Barzani bu teklifi şöyle geri çevirmiş:
Ne olursa olsun, bir Kürd liderini demir parmaklıklar ardında ziyaret etmek, bana acı verir.
Davet, DEM heyetinin yakın zamanda Erbil ziyaretinde de tekrarlandı.
O görüşmede Barzani, "uygun koşullar oluştuğunda Öcalan'ı ziyaret edebileceğini" ifade etti.
Kürt davası: Silahlı mücadelenin sonu mu, yeni bir dönem mi?
1880-1930 arası dönem, Osmanlı'nın son yıllarından cumhuriyetin erken evrelerine uzanan ve Kürt bölgelerinde sıkça yaşanan silahlı ayaklanmalarla tanımlanır.
Şeyh Ubeydullah'tan Ağrı, Dersim, Zilan ve Newala Qesaba'ya (Kasaplar Deresi) uzanan bu isyan dalgası, 1930'lara gelindiğinde devletin sert/kanlı güvenlik politikalarıyla bastırıldı.
Ancak bu bastırma, Kürtleri ortadan kaldırmadı. Aksine öldükçe/öldürüldükçe çoğaldı.
1970'ler ve özellikle 1984 sonrası, Kürt meselesi bu kez PKK öncülüğünde ve farklı bir formda, gerilla savaşı ve etno-politik mücadele ekseninde tekrar sahneye çıktı.
Bu gelişme, Türkiye'nin yalnızca güvenlikçi reflekslerle sürdüremeyeceği bir sorunun derinliğini gözler önüne serdi.
Türkiye ile Kürt hareketi arasındaki neredeyse yarım asırlık çatışma döngüsü kalıcı biçimde sona mı eriyor, yoksa bu yalnızca taktiksel bir duraksama mı?
Çok uluslu devletlerde Kürt kimliği: Süregiden sistematik dışlayıcılık
Kürt davası yalnızca Türkiye'ye özgü değil.
İran, Irak, Suriye ve Türkiye gibi çok uluslu devlet yapılarına sahip ülkelerde Kürt kimliğine yönelik inkâr, asimilasyon ve bastırma politikaları tarihsel süreklilik arz etti.
Bu politikalar, yalnızca bireysel hak ihlalleri değil; aynı zamanda Kürt kimliğinin kurumsal ve kamusal alanda "sistematik dışlanması" anlamına geliyor.
Bu dışlayıcı düzenekler karşısında, Kürt hareketinin sivil ya da silahlı tüm biçimleri bir yönüyle "kimlik ve özne inşası" olarak okunabilir.
Devletin kimlik dayatmaları ve inkâr politikaları arttıkça, Kürt toplumu ulusal kültürüne daha güçlü şekilde sarıldı.
Bu kültürel sahiplenme zamanla politik bir direnişe evrildi.
Kültürel pratikten politik direnişe: Kimlik mücadelesinin evrimi
Kürtçe müzik, dengbêjlik geleneği, folklorun yeniden canlandırılması, Newroz kutlamaları, anadil talebi, kadın özgürlükçü söylemler gibi kültürel pratikler, sadece birer geleneksel ifade biçimi değil; doğrudan siyasal taleplerin simgelerine dönüştü.
Devletin tanımlamaları ise bu sürecin karşıt kutbunda yer aldı: "Dağ Türkü", "ayrılıkçı", "terörist" gibi kavramlarla Kürt kimliği kriminalize edildi.
Bu tanımlar, yalnızca "güvenlik" politikasının değil, aynı zamanda "inkârın" ideolojik araçlarıydı.
Bu durum, Kürt bireylerin kimliğinden soyutlanarak, devletin sunduğu tek tip kimliğe bürünmeye zorlandığı bir tabloyu doğurdu.
Deyim yerindeyse, birçok Kürt, "beyaz maskeler" takarak toplumsal yaşama katılmak zorunda bırakıldı.
Bugün "silah bırakmak" yalnızca fiziksel çatışmanın durması anlamına gelmiyor.
Asıl mesele, mücadelenin gönüllü olarak siyasal ve hukuksal zemine taşınması, yani demokratik mecralara evrilmesi.
Ancak bu geçiş, yalnızca tarafların niyet beyanlarıyla değil, karşılıklı güven ve yapısal reformlarla mümkündür.
Eğer demokratik alana geçiş hukuki güvencelerle, anayasal teminatlarla ve eşit yurttaşlık esasına dayalı bir reform süreciyle desteklenmezse, bastırılan gerilimlerin bir sonraki kuşakta yeniden patlak vermesi kaçınılmaz hale gelir.
Erdoğan'ın Kızılcahamam konuşması: Samimi açılım mı, stratejik mesaj mı?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Kızılcahamam'da düzenlenen Toplu Açılış ve Anahtar Teslim Töreninde yaptığı konuşma, özellikle Kürt kamuoyu açısından "ufuk açıcı" bir içerik sunmadı.
Konuşmanın büyük oranda, Türk muhafazakâr tabanına hitap eden bir mesaj dili taşıdığı dikkat çekiyor.
Erdoğan'ın konuşmasındaki en dikkat çekici unsurlardan biri, 47 yıllık çatışmalı süreçte hayatını kaybeden PKK mensuplarına ilişkin "terörist" ifadesini kullanmayarak, yerine "vatandaşlarımız" nitelemesini tercih etti.
Yine konuşmada, köy boşaltmaları, faili meçhul cinayetler ve geçmiş güvenlik politikaları kapsamında yaşanan uygulamalardan "hatalar" olarak söz etti.
Bu, devlet adına "kısmi bir özeleştiri" olarak değerlendirilse de, samimi bir yüzleşme olarak görmedim.
Kanımca, Erdoğan'ın, sık sık "kardeş" ifadesiyle andığı Erbil yönetimini, Irak Anayasası tanımında yer alan "Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi" yerine "Irak Kürt Bölgesi" olarak tanımlaması, konuşmanın dili ile siyasi niyeti arasındaki mesafeyi ortaya koydu.
Toplumsal mutabakat ve "İslam harcı"
Cumhurbaşkanı, konuşmasında yeni bir toplumsal mutabakat ihtiyacından da söz etti.
Bu mutabakatın "Türkler, Kürtler ve Arapları" kapsaması gerektiğini belirtti.
Bu mesaj, adı konulmamış bir "konfederalizm önerisi" gibi okunabilir.
Ancak bu birlikteliğin temel harcının "İslam" olacağını vurgulaması, farklı sosyolojik yapılar açısından eleştirilmeye açık bir yaklaşım sunuyor.
Zira Kürtler, (önemli bir bölümü), Ortadoğu'nun seküler ulusları arasında yer alıyor ve önerinin Kürtler nezdinde karşılık bulması zor görünüyor.
Erdoğan devletin, "şehit ailelerini incitmeyecek" bir süreç vadettiği gibi, Öcalan cephesi de "Kürt şehit ailelerinin" hassasiyetlerini dikkate alabilecek mi?
(Nitekim hafızalarımızı yenilersek PKK'nin varlığı süresince Kürtlere kazandırdığı ve kaybettirdikleri malum...)
Sürecin ayrıca esas belirleyici aktörlerinin MİT ve TSK'nın olduğu açık.
Paralel ilerleyen askeri ve siyasi gözlemler doğrultusunda komisyonun yönlendirilmesi söz konusu olsada, "devlet aklının" kontrolünde ilerleyen bir denklem olarak karşımıza çıkıyor.
CHP ve diğer aktörler: Sessiz katılım mı, zımni onay mı?
TBMM'de kurulacak komisyonun "çok partili" yapısı, daha çok bir meşruiyet zırhı işlevi görecek gibi duruyor.
Bu noktada CHP'nin rolü dikkat çekici. Sürece mesafeli bir görüntü verse de, CHP'nin tarihsel olarak "devlet aklı üstünlüğü" çizgisinden kopması beklenmiyor.
Özellikle Özgür Özel'in gelişmelerden habersiz olduğu düşünülemez. Bu durum, CHP'yi "sessiz katılım" ya da "zımni onay" pozisyonuna yerleştiriyor.
Öte yandan İYİ Parti ve Zafer Partisi gibi milliyetçi partiler, sürecin kamuoyu ayağında "kötü polis" rolünü üstlenmiş durumda.
Neticede ne de olsa bu tarafların nezdinde "konu devletse" gerisi teferruat olarak bakıyor.
Kürt tarafı: Masaya oturmaya ne kadar hazır?
Sürecin en kırılgan halkası, Kürt tarafının pozisyonudur.
Türk milliyetçiliği üzerinden güven inşası çabaları sürerken, yükselmekte olan Kürt milliyetçiliği ve Kürt toplumunun siyasal beklentileri büyük ölçüde göz ardı ediliyor.
Her ne kadar DEM Parti bazı yönleriyle sürece temkinli yaklaşsa da, tarihsel bir eşiğe gelinmiş durumda.
Parti, Abdullah Öcalan'ın olası direktifleriyle siyasi arenada Kürtleri temsil eden ana aktör olarak artık net bir pozisyon almak zorunda.
Bu noktada ve geçmiş deneyim-dersler-de belirleyici olacak.
Kürt tarafının, halkına karşı sorumlu, şeffaf ve dik duruşlu bir yaklaşım benimsemesi gerekiyor.
Bugüne kadar sıkça başvurulan "halkların kardeşliği" söylemleri ve "Önderliğe tecrit uygulanıyor" gibi tekrara düşen retoriklerin yerine, daha realist ve müzakereci bir çizgiye ihtiyaç var.
Sürece sivil, bağımsız ve güvenilir üçüncü aktörlerin dahil edilmesi de Kürtler için elzem ve kritik önem taşıyor.
Tüm parti ve Kürt siyasi aktörleri, müzakere masasındaki -tarih karşısında-temsil sorumluluğunu üstlenmeli; "hümanist ve arabuluculuk" rolünü ise sivil ve tarafsız yapılara bırakmalıdır.
Hakkaniyete dayalı yeni bir toplumsal sözleşme mümkün mü?
Türkiye ile Kürtler arasındaki tarihsel ilişki, artık klasik güvenlik ve asayiş politikalarıyla yönetilemeyecek kadar derin ve çok katmanlı bir hâl almıştır.
On yıllar süren silahlı çatışma deneyimi, çözümün askeri değil, siyasal ve toplumsal zeminlerde aranması gerektiğini açık biçimde göstermektedir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sürdürülen inkâr, asimilasyon ve zor politikaları, Kürt kimliğini bastırmayı hedeflemiş; ancak bu kimlik, gerek kültürel gerek siyasal düzeyde direniş göstererek varlığını korumuştur.
Özellikle son 40 yılda, Kürt hareketi yalnızca geleneksel değil, aynı zamanda politikleşmiş kültürel pratiklerle de direnç geliştirmiştir.
Bununla birlikte, PKK'nin on yılları bulan silahlı mücadelesine rağmen kalıcı bir siyasal ya da mekânsal egemenlik kuramaması, silahlı direnişin sınırlarına gelindiğini ortaya koymaktadır.
Bugün Kürt meselesi, sadece Türkiye'nin iç meselesi olmanın ötesine geçmiş; Irak, Suriye ve İran'daki Kürt realiteleriyle birlikte bölgesel bir dosyaya dönüşmüştür.
Dolayısıyla Ankara'nın Kürtlerle kuracağı "samimi ve eşitlikçi" yeni ilişki biçimi, yalnızca iç barışı değil; Ortadoğu'nun genel istikrarını da doğrudan etkileyecek bir nitelik taşımaktadır.
Sürdürülebilir ve barışçıl bir çözüm, ancak karşılıklı tanınma, demokratik anayasa, eşit yurttaşlık ve çoğulculuk temelinde yükselecek yeni bir toplumsal sözleşmeyle mümkün olabilir.
Silahların sustuğu, siyasal mücadelenin meşru zeminde yürütüldüğü bir Türkiye, sadece Kürt halkı için değil; aynı zamanda Türkiye'nin demokratikleşmesi açısından da tarihsel bir dönüm noktası olacaktır.
Ancak bu fırsat heba edilirse, Türkiye geçmişte olduğu gibi, bir kez daha krizleri yeniden üretecek, tarihsel bir eşiği daha çözümsüzlükle geçiştirmiş olacaktır.
Gelinen noktada tercih açıktır:
Türkiye ve Kürtler ya ortak bir gelecek inşa edecek ya da çözümsüzlük girdabında bir kez daha kaybolacaklardır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish