Bir ülkede doğum oranının düşmesi, kısa vadede sınırlı etkiler doğurabilirken, uzun vadede ciddi ekonomik ve sosyal sonuçlara yol açar.
Bu etkiler, hem makroekonomik göstergelere hem de toplumun yapısına yansır.
Peki, ne tür etkilerdir bunlar?
Şimdi onlara örnek verelim:
- İşgücü arzında daralma olur: Doğum oranı düştüğünde, uzun vadede çalışma çağındaki nüfus azalır. Böylelikle işgücü arzı düşer. Üretim kapasitesi azalır. İş gücü maliyetleri artınca rekabet azalır.
- Yaşlanan nüfus ve sosyal güvenlik yükü artar: Yaşlı nüfus arttıkça emeklilik sistemleri üzerinde baskı artar. Daha az çalışan, daha çok emekliye bakmak zorunda kalır. Bu çerçevede sağlık ve bakım harcamaları artar. Bu da bütçe açıklarını büyütür.
- Tüketim harcamalarında azalma olur: Çünkü genç nüfus daha fazla tüketir. Gençlerin konut, eğitim, giyim, teknoloji talepleri yüksektir. Doğum oranı düştükçe bu talepler de düşer. Bugün bu taleplerin başat sektörlerde olduğunu da unutmayalım.
- Ekonomik büyümede yavaşlama olur: Büyüme, üç temel kaynağa dayanır: sermaye, emek ve verimlilik. Emek azalır ve verimlilik artışı ya da sermaye yatırımı bunu telafi edemezse, büyüme oranı düşer. Örneğin Japonya ve bazı Avrupa ülkeleri bu sorunu şimdiden yaşamaktadır.
- Bölgesel dengesizlikler ve göç olur: Nüfus azalan bölgelerde hizmet sunumu maliyetli hâle gelir, dolayısıyla kesilir. Böylelikle köyler ve küçük şehirler terk edilir. Büyük kentlerde sıkışma ve dikey yapılaşma olur.
- Yenilikçilik ve girişimcilik azalır: Genç nüfus; yeni fikirlerin, dijitalleşmenin ve girişimciliğin taşıyıcısıdır. Gençler azaldıkça ekonomik dinamizm zayıflar.
- Eğitim ve askerî güç etkilenir: Öğrenci sayısındaki azalma, okul kapanmalarına ve öğretmen işsizliğine neden olur. Bu da uzun vadede askerî insan kaynağında azalmaya ve savunma kapasitesinde zayıflamaya neden olur.
- Milletin ve devletin beka sorunu oluştur: Robotik ve endüstri 4.0 gibi gelecek nesil teknolojiler istihdam açığını kapatmak için yapılan araştırmalardır. Ama milletimizin devamı, sadece yeterli büyüklük ölçeğinde var ise olur. Aksi durumda dünyadan silinir. Doğurganlık bu nedenle milletin ve devletin bekasıdır.
Sonuçta, doğum oranlarının düşmesi, yalnızca nüfus sayısı ile ilgili bir mesele değil, aynı zamanda ekonominin üretim gücünü, kamu finansmanını, tüketim desenlerini, toplum ve devlet yapısını derinden etkileyen bir süreçtir.
Onun için çok yakından takip edilmesi gereken bir konudur.
Ekteki grafikte Türkiye'de 2001-2024 yılları arasında doğum sayısı (mavi sütunlar) ve toplam doğurganlık hızı (kırmızı çizgi) gösterilmektedir.
Sabit bir düz çizgi ise nüfusun kendini yenileme eşiği olan 2,10 seviyesini temsil etmektedir.
Bu grafik bize, yaklaşık çeyrek asırda yaşadığımız ekonomik değişimleri de göstermektedir. Çünkü kişilerin ekonomik durumları ile doğum oranları arasında nitelikli bir ilişki vardır.
- 2001 Krizi ve sonrası görece toparlanma dönemi: Öncelikle ülkemizde yaşanan 2001 ekonomik krizinden sonra doğum oranında sert düşmenin başladığını görüyoruz. Doğurganlık oranı 2001'de 2,38 iken birkaç yılda 2,10’un altına düştüğünü ancak daha sonra kademeli olarak 2,10 seviyesinin yeniden üzerine çıktığını görüyoruz.
- 2008 Krizi etkisi: Oran 2,10 seviyesinin üzerinde devam ederken 2008Küresel Finans Krizi’ni yaşadık. Türkiye bu krizden görece olarak az etkilenmesine rağmen, doğurganlık oranı yeniden 2,10’un altına düştü. Oradan da tekrar toparlanarak yeniden 2,10’un üzerine çıktı. 2014 yılına gelindiğinde, doğurganlık oranı 2,19 ile yenilenme seviyesinin üzerindeydi. Hükümetin üç çocuk söylemleri ve teşviki ile sosyal yardımların artması bunda etkili oldu.
- 2014 İstanbul Sözleşmesi ve 15 Temmuz Darbesi’nin etkileri: 2014’ten sonra doğurganlık hızlı bir düşüşe geçti. 2,19’dan 2,16, 2,11, 2,08…şeklinde devam etti.
2015 sonrası artan terör olayları, iç güvenlik endişeleri, 15 Temmuz Darbe girişimi, belirsizlikler ve ekonomik durgunluk bunda önemli bir etki oluşturdu.
Ancak bunların içinde belki de en önemlisi İstanbul Sözleşmesi idi.
İstanbul Sözleşmesi ile bazı toplumsal değişimler yaşandı.
Bu da doğrudan olmasa da dolaylı biçimde evlilik ve doğurganlık kararlarını etkileyen önemli bir faktör hâline geldi.
Bu çerçevede boşanmalar arttı. Boşanmaların artması, hem toplumdaki evlilik kurumuna olan güveni sarstı hem de çocuk sayısında düşüşe neden oldu.
Evlilik yaşı gecikti ve evlilikten kaçınma başladı.
Gençler arasında, evliliğin riskli bir kurum hâline geldiğine dair algı güçlendi.
Boşanma sonrası maddi kayıplar ve nafaka yükümlülükleri gibi nedenlerle evlilikten kaçınma eğilimi arttı.
Özellikle nafaka, velayet ve uzaklaştırma kararlarında uygulamada yaşanan sorunlar, evlilik içi ilişkilerde hukuki güvensizlik ortamı oluşturdu. Bu da gençler arasında “evlenmek istememe” ya da “evlenip çocuk yapmaktan kaçınma” eğilimini artırdı.
İstanbul Sözleşmesi doğrudan doğurganlıkla ilgili bir metin değildir.
Ancak aile kurumu etrafındaki yasal, kültürel ve sosyal dinamikleri değiştirmiştir.
- 2019-2024: Sert düşüş ve nüfus kayıpları
Doğurganlık hızı 2019'da 1,88 iken 2024’e gelindiğinde 1,48’e kadar düşmüştür.
Bu büyük bir demografik alarm ifadesidir.
2019’da başlayan ekonomik resesyon (kur şoku sonrası yüksek enflasyon ve işsizlik) akabinde Kovid-19 pandemisi ve belirsizlikler gençler arasında evlenme ve çocuk sahibi olma isteğini azalttı.
Konut fiyatları ve yaşam maliyetleri özellikle kentli çiftleri çocuk yapmaktan uzaklaştırıyor.
Şimdi bu noktada şöyle bir itiraz olabilir.
Batı’da ekonomik seviyesi yüksek ülkelerde de doğurganlık oranları oldukça düşüktür.
Evet, doğrudur. Ekonomik rakamları büyük olan ülkelerde de doğurganlık oranları düşüyor.
Lakin Batı ülkelerinde mutlak ekonomik büyüklüğün, halkın geniş kesimlerinin refahına yansımadığı, hatta gelir eşitsizliğinin arttığı gerçeğini göz ardı etmemek gerekiyor.
Ekonomik büyüklük halka yaygın refah olarak yansımadığı sürece, doğurganlık üzerindeki baskı devam eder.
Yanig, enel geçer ekonomik büyüklük ifadeleri bizi yanıltmasın. Adil Bölüşüme de bakmamız gerekir.
Örneğin, Almanya, Fransa, Kanada, ABD gibi ülkelerde GSYH büyük olabilir, ancak barınma maliyetleri, kreş ve çocuk bakımı giderleri oldukça yüksektir.
Orta sınıf zaten borçla yaşar. Uzun vadeli ev – araba borçları o kesimi gerer.
Bu da onların çocuk sahibi olma kararlarını ertelettirir veya azaltır.
Ayrıca, Batı’da büyüme, finansal sınıflarda yoğunlaşmıştır.
Ekonomik büyümenin meyveleri ağırlıklı olarak büyük finansal kurumlar, küresel teknoloji şirketleri, sermaye sahipleri tarafından paylaşılmaktadır.
Ortalama bir vatandaş için maaşlar artmaz ama kiralar ve eğitim ücretleri artar.
Sosyal devlet hizmetleri ya yetersiz ya da maliyetlidir.
Sonuçta çocuk sahibi olmak bir güvence değil, büyük bir ekonomik yük haline gelir.
Gelir eşitsizliği ve gelecek kaygısı da doğurganlığı bastırır.
Batı'daki Z kuşağı geleceğe dair ekonomik güvensizlik taşıyor, iklim krizi ve savaş riskleriyle büyüyor, aile kurmak yerine bireysel hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bu da doğurganlığı düşürüyor.
Batı’daki düşük doğurganlığı bir tercih değil, sosyal sıkışmışlık ürünü bir sonuç olarak görmemiz mümkündür.
Bütün bunların yanı sıra, Türkiye’nin son on yılda aldığı göçleri ve göçmenlerin doğurganlık oranlarının çok yüksek (5’in üzerinde) olduğunu düşünürsek, çok farklı bir sorun ile de karşı karşıya olduğumuzu da ifade edebiliriz.
Buna ek olarak 2001-2024 arasında doğum sayısının artmasına rağmen doğurganlık oranı yüzde 46,5 azalmıştır.
Bu temel sorunun nedenleri araştırılmalıdır.
Elbette bu sorunlar, kısa sürede çözülebilecek sorunlar değildir.
Lakin bunlar bize, bazı nitelikli göç mühendisliği çalışmalarının da yapılmasının elzem olduğunu gösterir.
Kısacası, bu grafik bir alarm grafiğidir.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish