Bu yazıyı Polonya ve Auschwitz'e gitmem için bana ilham veren ve elinden gelen yardımı benden esirgemeyen dostum Berkan Mındık'a ithaf ediyorum.
*
Yaşadıklarımı okuduklarımdan izole etmek istemiyorum. Zaten istesem de bunu yapamam. Bunlar iç içe geçip birbirlerini şekillendirmişler. Polonya izlenimlerim de okuduklarım, hatta izlediklerim üzerinden şekillendi. Ve Krakov deneyimim daha önce okuduklarımı yeniden şekillendirdi. Alberto Manguel'in bence haklı olarak dikkat çektiği gibi
Yaşam ben sayfalarını çevirdiğim için vardı. 1
Bu yüzden Polonya'ya dair ne biliyorsam şimdilik 20'nci yüzyıl ile sınırlı. Yani şehrin Nazi ve Sovyet geçmişi.
*
Polonya benim için saygı duyduğum düşünür Zygmunt Bauman, vicdanlı yazar Ryszard Kapuściński ve tarihçi Adam Zamoyski'nin ülkesi. Adam Zamoyski, hem baba hem anne tarafından soylu bir aileye mensup: Baba tarafından ünlü Kont Zamoyski ailesinden, anne tarafından ise Prens/Prenses unvanlı Czartoryski ailesindendir. Hepsi de Polonya tarihi ve kimliğine ışık tutmuş önemli isimler. Ve tabii ki filozof-yönetmen, dünya tatlısı, Krzysztof Kieślowski.
*
Serinlemek için gittiğim Polonya sıcaktı. Üstelik beklemediğim kadar. Oysa Kıbrıs'tan yola çıkarken ada serindi. İroni mi, kaderin ince bir şakası mı, bilemedim. Adaya adım atmaz da hasta oldum zaten.
Pratik meseleler
Krakov'daki ilk günüm internet ve yerel para bulma peşinde geçti.
Kolay olmadı.
Polonya AB ülkesi ama Eurozone bölgesinde değil.
Złoty kullanıyorlar.
Ve rötar yüzünden Polonya'ya gece yarısı vardığınız takdirde eğer kredi kartınız yoksa böyle bir detay can sıkıcı bir probleme dönüşebiliyor.
Bir düşünsenize, Złoty alacağınız Kantor denilen döviz büroları kapalı.
Telefonunuz çekmiyor.
Harita yok, yön yok.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Bu yüzden Polonya'ya gelirken hazır olmak size zaman kazandırır.
Sizi gereksiz maddi masraf ve enerji harcamaktan korur.
Aksi takdirde şehri tanımadan önce onun seni yıprattığını fark edersin.
Bir Revolut ya da benzeri uluslararası bir kart işe yarar.
Bir de her yerde geçerli internet paketiniz.
Bereket versin ki kredi kartları her yerde geçiyor.
*
Terminalin marketindeydim.
Kasanın önünde Hırvat bir baba ve oğlu.
Civciv sarısı saçlı çocuk en fazla 5 yaşında.
Adam oğluna su ve bir şeyler aldı.
Ufak tefek atıştırmalıklar.
Kasaya geldi, euro uzattı.
Kasiyer kabul etmedi.
Bende biraz złoty vardı. Adama verdim.
Adam bana euro vermeye kalktı, almadım.
"Gerek yok" dedim.
Gülümsedi. Teşekkür etti.
Toplam 3 euroluk bir şeydi.
Ama çocuğun yüzü ışımıştı.
Polonya'ya adım attığında internetin ve kredi kartın yoksa o çaresizliği tanıyorsun.
*
İlk gün, dediğim gibi, biraz zorlandım.
Çünkü şehre sabaha doğru vardım ve hiç uyumadan Auschwitz-Birkenau'ya gittim.
Normalde benim Auschwitz turu sabah saat 11.30'da başlıyordu.
Ama otelde bana gelen mesajları kontrol ederken şirketin saati sabah 5.30'a çektiğini gördüm.
Meğerse bu şirket genelde böyle yapıyormuş.
Aslında tamamen haksız değiller. Çünkü Auschwitz-Birkenau'yu gezmek için bir gün gerek.
Üstelik sizin gibi sırada bekleyen yüzlerce insan var.
Auschwitz-Birkenau için ayrı bir yazı icap eder.
Ancak şu kadarını söyleyeyim insan Auschwitz'de tanık olduğu Nazi vahşetinden sonra istese de uyuyamıyor.
Orada ziyaretçilere sergilenen vahşet hafızası aslında soykırım denen buz dağının ufak bir kısmı.
Hatta kurbanların orada yaşadıklarını bence hayal etmek bile zor.
Orada hissettiklerimi tarif edemem.
*
İkinci gün biraz rahatladım.
Kalkar kalkmaz internet aldım.
Şehri yavaş yavaş tanımaya başladım.
Caddeler tanıdık gelmeye, duraklar birbirine karışmamaya başladı.
Ama sonra Paskalya geldi.
Her taraf kapandı.
Polonya, hayranı olduğum tarihçi ve gezi yazarı Geert Mak'a göre "Avrupa'nın en koyu Katolik ülkesi". 2
Hatta Polonya da İsrail gibi genellikle din ile ulusun kaynaştığı bir örnek olarak gösterilir. 3
Yavaş yavaş şehir durdu.
Dükkanlar kapandı.
Kafelerin çoğuna sessizlik çöktü.
Buna rağmen caddeler ve turistik insan kaynıyordu.
Paskalya zamanı Hristiyan bir ülkeye gitmemeye dikkat ediyorum aslında.
Aslında Kudüs'te daha beterini yaşamıştım.
Paskalya ve Pesah aynı döneme denk gelmişti.
Tatil geliyor.
Şehir içine kapanıyor.
Ve sen "dışarıda" kalıyorsun.
Kulağa çelişki gelecek ama insan hareketsiz bir şehre tutunmaya çalışırken dengesini ve yön duygusunu kaybedebiliyor.
Her yer kapanıyor. Hayat duruyor.
Bu da yetmezmiş gibi fırsatçılar peyda oluyor.
Normalde 3 kuruş olan şey 5 oluyor. Çünkü mecbursun.
Ne yemek bulmak kolay ne açık bir market mümkün.
Allah'tan Kudüs'te Müslümanlar var.
Nedense bunları unuttum ve Paskalya zamanı yine tatile çıktım.
Göz göre göre hata yaptım.
İnsan hafızası şaşar.
Ama bedeli hep yolda ödenir.
Krakov
Krakov, yüzölçümüyle nispeten ufak sayılabilecek bir şehir belki.
Neredeyse 1 milyonluk nüfusuyla büyük bir kalabalığın kendi halinde yaşadığı bir yer.
Buna rağmen Krakov'a şaşırtıcı bir düzen hâkim: Sokaklar temiz ve tertipli, trafik sakin bir ırmak gibi akıyor.
Çevre planlaması özenli.
Şehir kendini bırakmamış.
Ne bizdeki gibi başıboş sokak hayvanları ne de rastgele sağa sola savrulmuş çöpler.
Her şey yerli yerinde.
Güvenli bir şehir.
İnsanda tekinsizlik hissi uyandırmıyor.
İnsanları rahat ve sevecen.
Bence havası da temiz.
Oysa Polonya'nın bazı şehirleri kirli havadan mustaripmiş.
Krakov ise bu kirliliğin "dışında".
Geçen bahar Mağusa'daki doktorum mevsimsel alerjim yüzünden bana bir inhaler vermişti — burada doktorun bana yazdığı bu ilaçlara bir kez bile ihtiyaç duymadım.
Benim yaşadığım Mağusa'nın bazı yerleri tozun, toprağın, rüzgârın insafına kalmış ne yazık ki.
Şehir merkezi
Ratuszowa Wieża.
Şehrin tarihi merkezi Rynek Główny'de yükselen bu gotik kule 13'üncü yüzyılda inşa edilmiş.
Şehrin panoramik bir fotoğrafını çekmek için kuleye çıkmak istedim ama o gün mümkün değildi.
Akşam saatlerinde, kulenin tepesinden bir trompetçinin çaldığı Hejnał Mariacki adlı geleneksel melodi tüm meydana yayılır.
Meydandaki insanlar ise trompetçiyi alkışlayarak cevap verir.
Bu hüzünlü ezgi şehrin yüzyıllardır süregelen kültürel ritüellerinden biridir.
Sukiennice (Kraków Cloth Hall).
Rönesans döneminden kalma, Kraków'un belki de en bilindik mekânı.
UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alması normal.
Sukiennice de şehrin Orta Çağ'dan kalma tarihi merkezinde yer alır.
Burada renkli otantik elbiseler ve türlü türlü hediyelik eşya satıyorlar.
Krakov'un sevilen etkinliği Paskalya Pazarı (Targi Wielkanocne) da bu tarihi şehir merkezinde organize ediliyor.
El işi ürünler, geleneksel yiyecekler ve renkli kültürel nesneler! Ne ararsan var.
İnsan hiçbir şey satın almayıp sadece etrafına bakınsa bile zamanın nasıl geçtiğini anlamaz.
Yazının girişinde dediğim gibi, nedense gördüklerim ve başıma gelenler beni oldum olası okuduklarımla iletişime sokar.
Gayriihtiyari zihnimde Jethro Tull melodileri çınladı ve aklıma Giovanni Boccaccio'nun Decameron'u, daha doğrusu orada anlattığı birbirinden renkli hikâyeleri geldi:
Giovanni Boccaccio ve Dante Alighieri Orta Çağ edebiyatının anıtsal iki yazarı kabul edilirler. Dante eserlerinde hayata neredeyse Gotik denilebilecek bir karamsarlıkla bakarken, Boccaccio'nun dünyaya açtığı pencere Dante'nin neredeyse tam tersidir. Boccaccio'nun hikâyeleri hareketli, kaotik ve alabildiğine renklidir. (…) Decameron, iyimser bir gelecek vaat eder, insancıldır ve bastırılmaz bir yaşam sevinci aşılar. 4
Bu Targi Wielkanocne benim açımdan Paskalya bardağının dolu tarafı oldu.
Şehirler giderek birbirine benzediğinde, kaç kez tarihi bir mekânda geleneksel bir pazara denk gelebilirim ki?
Şehrin tarihi merkezindeki Hard Rock Cafe.
Samimi ve düzgün bir personeli var.
Atmosferi rahat ve nezih.
Ve duvarlarda sergilenen efsanevi Rock & Metal mirası!
Elvis'ten Metallica'ya, gitarlar, kostümler ve albüm kapakları arasında kahve ya da içki içip müzik tarihine yolculuk yapmak hiç aklımda yoktu.
Ama tok gitmeyin. Yemekleri hoş.
Gece içeride bangır bangır Rock müzik çalıyor.
O esnada dışarıda ise Katolik rahipler ve maiyetindekiler söyledikleri Paskalya ilahileri ve havaya yayılan tütsü eşliğinde Hard Rock Cafe'nin önünden geçiyorlar.
*
The Convent of Poor Clares Kilisesi avlusundaydım.
Bahçesi dingin. Bahçıvanları güzel iş çıkarmış.
Derken kadın ve çocuklardan oluşan bir aile yaklaştı.
Roman ailesine benziyorlardı.
Benden para istediler. "Açız" dediler.
"Yok" dedim. Bu kez bana "o zaman git bize ATM'den çek" dediler.
"Yok" dedim yine.
Sesleri yükseldi. Çirkinleştiler.
Kadın göğe işaret etti. Beni Tanrı'ya havale ettiğini gösterdi.
Gene "yok" dedim.
Sonra bir kafeye girdim.
Bir baktım kafenin köşesinde oturuyorlar.
Bu kez kadın bana gülümsedi.
Yine "bize yemek al" dedi.
Yine reddettim.
Samimi gelmediler.
*
Krakov'da yaklaşık 5 gün geçirdim.
Az sayılmaz ama fazla da değil.
Ve bu sürenin sonunda şehir beni biraz sıktı.
Başlangıçta, o Barok ve Gotik yapılar, klasik mimarinin görkemli cephesi insana etkileyici gelebilir.
Ama ben görkemli manzaralardan çabuk bıkıyorum.
Böyle yerler bir müddet sonra bende Orta Çağ'a ait bir sahnede sıkışıp kalmışım hissi yaratıyor.
Ayrılırken üzgün müydüm, hâlâ emin değilim.
Bazı şehirler vardır;
İnsan oradan ayrılırken hüzün değil de daha çok bir yorgunluk bırakır insanda.
Mesela Kudüs, Roma, Viyana, Londra.
Öte yandan 5 gün yetersiz.
Her şehrin övülen "gizli hazineleri" ya da "keşfedilmeyi bekleyen köşeleri" vardır.
Ama onları bulmak kolay değil.
Zamanım yetmedi.
Tatil deyip geçmemek gerek.
Araştırma ve merak ayrı bir mesai gerektirir.
Avrupa
Avrupa artık beni daraltıyor.
Birçok yer birbirine benziyor ve biraz öngörülebilir.
Hayatında Avrupa'ya ilk kez gelmiş birisi Avrupa'yı Cennet Bahçesi ya da Vadedilmiş Topraklar gibi bulup heyecanlansa da Avrupa bir müddet sonra bunaltıyor bence.
Avrupa'nın cazibesi eskiden farklı kültürlerin, dillerin ve tarihlerin sunduğu çeşitlilikten gelirdi.
Ne yazık ki bugün bu çeşitlilik artık yerini bir tür monolitik deneyime bırakmış sanki.
Büyük şehirler kısmen birbirini andırıyor artık.
Nerede olursan ol, aynı tabelalar, aynı zincirler, aynı alışkanlıklar.
Kapitalizm en bulaşıcı salgın.
Yayılıyor, durmadan, şekil değiştiriyor.
Market ekonomisi virüsten beter.
Kapitalist amentü her yerde beyinleri istila etmiş.
Çünkü onunla yaşamak normal sayılıyor ve insanlar hasta olduklarını fark etmiyor.
Yahudi mirası
Ve Yahudi semti Kazimierz.
Bu tarihi semt müzeleri, kitabevleri, bazı Yahudi esnafı, kafeleri ve barlarıyla başta bana ferahlık verdi.
Krakov'un birçok yerinden daha canlı, daha taze.
Ama nedense birkaç saat geçince bu semt de beni sıkmaya başladı.
Yine de bu buranın bohem ve alternatif bir ruhu var ve Yahudi aurası belirgin.
Yoldan geçen bir Haredi'ye "Eski Yahudi Mezarlığı nerede" diye soruyorum.
"Remuh" diye beni düzeltiyor.
*
Kafasında kippası var ve saçları yandan sarkıyor.
Çünkü Yahudi geleneğinde erkeklerin Tanrı huzuruna başı açık çıkmaları hoş karşılanmaz.
Bu yüzden başlarına saçaklı küçük takkeler iliştirirler.
Tevrat'ta o dillere destan fiziksel gücünü hiç kesmediği saçından alan kahraman Şimşon (Samson) da bu saç simgeselliğinin bir örneğidir.
Bu simgeselliği, fanatik Yahudilerin zülüflerinde de görebiliriz. 5
Eski Yahudi Mezarlığı.
Remuh Sinagogu'nun hemen yanında.
Kazimierz'e aslında gelme sebebim bu tarihi mezarlık.
Bu hayatta bazen ölüler beni dirilerden neden daha çok ilgilendiriyor anlamadım.
Ancan Şabat yüzünden kapalı.
Pencereden bakmakla yetiniyorum.
Yarım saat kadar mezarlığa bakıyorum.
Burası bana denilene göre yaklaşık 1535'ten kalma.
II. Dünya Savaşı'nda, Nazi işgali sırasında tahrip edildi.
Birçok mezar taşı ne yazık yok edilmiş veya başka amaçlarla kullanılmış.
Nazi rejimi sömürgeci zihniyete sahipti.
Fayda ve kâr adına cinayet işlediler, çaldılar ve köle emeği sayesinde servet biriktirdiler.
Remuh Sinagogu'nun yanında hem tarihe tanıklık eden hem de tarihi şekillendiren bir kahramanın heykeli var: Jan Karski.
Gelen giden heykelin yanına oturup fotoğraf çektiriyor.
Sovyet izleri
Ve Nowa Huta.
Krakov'daki Sovyet izleri.
Adından da anlaşılacağı üzere Nowa yeni demek.
Bence buradaki Sovyet usulü binalar estetik açıdan söylendikleri kadar itici değil.
Orada tanıştığım uzun siyah saçlı ve gözlüklü bir genç adam bana Nowa Huta'nın geçmişini anlatmaya başlıyor.
Görünüşe göre yaşadığı yeri iyi bilen ve seven birisi.
Vaktiyle Sovyet yetkililer bu bölgeyi "mükemmel işçi şehri" olarak tasarlamış.
Yıl 1949 olmalı.
Nowa Huta'daki bu geniş caddeler, dev meydan ve blok blok Barok apartmanların hepsi aslında duvara toslamış sosyalist ütopyanın bir parçası.
Ötede terkedilmiş fabrikalar, çelik devi "Lenin Fabrikası" varmış.
Ama gidecek vaktim ve takatim yoktu.
Bu bölge için en az bir gün ayırmak şart.
*
Polonyalılar bugün haklı olarak Sovyet mirası ve travmatik komünizm deneyinden rahatsız.
Ben Polonyalı olsam ben de yaşananlardan dolayı aynı hislere kapılırdım.
Vistül Nehri
Vistül nehiri Krakov'un kalbinden sessiz sakin bir şekilde akıp geçer.
Bir tekneye binip usul usul nehirde yol alıyoruz.
Özellikle nehrin arka planındaki Wavel Şato'sunun heybetli ve kartpostallık ya da posta puluna yakışan bir görünümü var.
Wavel şehrin tacı ve tamamen ayrı bir yazının konusudur.
Oysa bu dingin nehrin Yahudi soykırımı yüzünden acı ve kahredici bir hafızası var.
Bunu eve dönünce Mark Mazower'ın Hitler İmparatorluğu kitabını okurken öğreniyorum:
Savaşın son iki yılıyla sınırlı kalan ve esasta Genel Hükümet bölgesi ve işgal altındaki Doğu bölgeleriyle ilgili olan "Operasyon 1005" bütün kanıtları yok etmeyi başaramadı. Bu zaten imkânsız bir görevdi. Reinhard ölüm kampları 1943'te yerle bir edilmişti; geriye, nerede olduklarını sadece 20. yüzyıl arkeologlarının ve adli tıp uzmanlarının anlayabileceği izler kalmıştı. 1944 yazında Lublin-Majdanek kampının kurtarılması sırasında rastlanan dehşetengiz bulguların Sovyetler tarafından açıklanmasından sonra, Himmler kitle mezarlarının naklini hızlandırmaya çalıştı. Kamplar kapatıldı, kamp mahkûmları cepheden uzaklaştırıldı veya kurşuna dizildi. Ancak soykırım o kadar geniş ölçekli ve Kızıl Ordu'nun ilerleyişi o kadar hızlıydı ki, [Holokost'un izleri İ. B.] tam olarak örtbas edilemedi. 1944'ün sonunda Himmler, Auschwitz ve Birkenanu'daki gaz odaları'nın ve krematoryumların yıkılmasını emretti. Duvarların dinamitlenmesi, insan küllerinin Vistül'e serpilmesi, eski yakma çukurlarının düzlenip ağaç dikilmesi için mahkûmlardan oluşan gruplar belirlendi. Fakat artık iş işten geçmişti. 6
Ve yine Vikingler
Ziyaret ettiğim ülkeler ve şehirlerde Vikinglerin de oraya uğrayıp uğramadığını merak eder, bununla ilgili ne kadar kaynak varsa hepsine başvurup araştırma yapar ve deli gibi detayları karşılaştırırım.
Bence eğlenceli. Vikingler özellikle 8'inci ve 11'inci yüzyıllar arasında Kuzey'den yelken açıp Avrupa'nın hemen hemen her yerine ayak basmışlardı.
Bu tabii ki Vikinglerin Viking Çağı'ndan önce göç ve seyahat etmedikleri anlamına gelmiyor.
Kimi Vikinglerin adı haklı olarak şiddet ve yağma ile anıldı. Günümüzde, Rusların atalarının Slavların "Varegler" adını verdiği, İskandinav kökenli ve ticaret yollarını denetlemeye çalışan savaşçı-tüccarlar olduğu genel kabul görmektedir. 7
Sayıları azken bile Vikingler çok zorlu olabiliyorlardı zira tümü korsanlığı meslek olarak seçmiş profesyonel savaşçılardı. 8
Bu kuzeylilerin bazıları hem savaşçı hem de tüccarlardı. Ve vaktiyle zaman zaman Vistül Nehri'den süzülerek geçip gittiklerini öğreniyorum:
Günümüz Polonya'sının bulunduğu bölge, Viking Çağı'ndan yüzyıllar önce İskandinavya'dan gelen insanlar tarafından ziyaret edilmiştir. Milattan sonra 1. binyılın başlarından itibaren, onların varlığına dair çeşitli izler – karakteristik mezarlar, mezarlıklar, yerleşimler, define buluntuları ve tekil kalıntılar şeklinde – özellikle Pomeranya bölgesi ve Vistül Nehri ağzında karşımıza çıkmaktadır. Bu etkileşimler sonraki yüzyıllarda da devam etmiş, Viking Çağı'nda ise bambaşka bir boyut kazanmıştır. Arkeolojik kanıtların yanı sıra, İskandinavlar ile Slavlar arasındaki çok yönlü temaslar bulunmaktadır; özellikle Eski Nors sagaları ve Latince yazılı kaynaklarda yer bu durum iyi bir şekilde belgelenmiştir. 9
*
Hedeby'li Wulfstan, 9'uncu yüzyılın sonlarında Vistül üzerinden bu toprakları benden önce ziyaret etmiş. Bu tarihsel figürün İskandinav bir Viking mi yoksa Anglo-Sakson kökenli bir gezgin mi olduğu konusunda bugün görüş ayrılıkları vardır. Yine de Wulfstan'ın Polonya'ya gerçekleştirdiği ziyarete Orosius'un Histories'de yer verdiğini biliyoruz.
Ve tüm bunların yanı sıra yakın zamanda okuduğum bir arkeoloji haberini anımsadım: Şu Vistül nehrinden çıkarılan 9'uncu yüzyıldan kalma Viking kılıcı haberi . 10
Polonya insanı
İngiltere'de bulunduğum süre boyunca pek çok kişinin Polonyalılara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaptığına tanıklık ettim ve öfkelendim.
Hatta bazı Kıbrıslı Türklerin bile, öykündükleri eski "efendimiz" İngilizler gibi, Polonyalı insanları aşağıladığına şahit oldum.
Kıbrıs Türkü bir zamanlar- hatta belki de hâlâ- kendine reva görülen muameleyi başkasına yapma cüretini kendinde görüyor.
Bir başka deyişle, kendine yapılmasını istemediği şeyi başkasına yapıyor.
Kendini sömürgecinin yerine koyuyor da diyebiliriz.
Polonyalı düşünür Zygmunt Bauman'ın Intimations of Postmodernity kitabında eleştirel literatüre kazandırdığı "icazet siyaseti" ya da "icazetli farklılık" kavramı var.
Yani büyük Öteki'den icazet/lisans alıp kabul görüyor ya da ötekinin nazarında tanınıyorsun.
Bu icazeti almadığı sürece ötekinin farklılığı kabul görmüyor ve tanınmıyor.
Buna bir çeşit evcilleştirme üzerinden tanıma mekanizması da diyebiliriz.
Çünkü otorite seni kendine benzeterek, onun kendi terimleri ile tanımlayarak sana hakkını veriyor.
Bu durumda bahse konu kimi Kıbrıslı Türkler de Polonyalılara bir sömürgeci gibi tepeden bakmak için otoriteden yani eski sömürgeciden icazet almış oluyorlar aslında.
Oysa İngiltere'de benim tanıdığım Polonyalılar kibirli insanlar değillerdi.
Çoğunun yaratıcı, duygusal ve ruhani bir tarafları vardı.
Biraz da gururluydular.
İş ahlâkı olan insanlardı ve çalışmayı seviyorlardı.
Ve bazı inşaat işçileri Polonyalı yönetmen Kieślowski'nin filmlerini biliyorlardı.
*
Laf Bauman'dan açılmışken bu üretken düşünürün epeyce -hatta bildiğim kadarıyla yaklaşık 60- kitabı Türkçeye kazandırıldı.
Bu kitapların teorik niteliği düşünüldüğünde, Bauman'a gösterilen ilginin gerçekten dikkate değer bir olgu olduğunu düşünüyorum.
Çünkü Bauman okumak kolay ya d herkese göre değildir.
Ayrıntı, Say, Metis, Can, Telekt, Jaguar, İthaki, De Ki, Sarmal, Habitus, Phoenix, Alfa, Sel, Heretik, Atıf, Nobel Akademik ve Versus gibi yayıncılar Bauman'ın çalışmalarını dilimize kazandırdılar.
Bu kitapların neredeyse 30'a yakınını Ayrıntı Yayınları çevirmiş ve bence muazzam bir iş çıkarmışlar.
Bu yazı vesilesiyle Türk okurunu bu muazzam Bauman külliyatıyla buluşturan başta Ayrıntı olmak üzere tüm yayın evlerine teşekkür etmek isterim doğrusu.
Fakat bence Polonyalı düşünürün en önemli kitapları arasında başı çeken Intimations of Postmodernity nedense Türkçeye çevrilmedi.
Yazık.
Hatta kahredici.
*
Biraz kişisel tarih.
Ben Leeds'te yaşarken Bauman da oradaydı.
Hatta üniversitenin Sosyoloji Bölümü'nde onun adına kurulmuş bir de merkez vardı.
Leeds dönemim bu büyük düşünürün son yıllarına denk gelmişti.
Onunla tanışmak için araya tanıdıkları sokmama rağmen Bauman'ın sağlık sorunları -kulağındaki cihaz sayesinde işitebiliyordu- ve şehirden biraz uzakta inziva hayatın yaşadığı yüzünden buluşmak mümkün olmamıştı.
Belki de Leeds'e birkaç yıl önce gelsem de onunla konuşabilirdim.
Çünkü Bauman faal bir insandı ve pek ayrım gözetmeksizin Leeds'te akademisyenlerle oturup konuştuğunu biliyorum.
*
Polonyalı yetişkinler tatlı insanlar.
Sakinler, ölçülüler.
Benim yaş grubumda olanlar daha farklı.
Ciddi görünüyorlar ama bu ciddiyetlerinin altında bir tür çekince var.
İhtiyatlılar. Şüpheciler.
Çekimserlikleri iletişimi ağırlaştırıyor.
İletişimsiz demek zor ama onlarla iletişim kurmak galiba daha zor.
Sanki kelimelere itimat etmiyorlar.
Gençler başka.
Daha açıklar. Yardımseverler. İletişime açıklar. Cesurlar.
Ama bir şeyler eksik.
Benim denk geldiğim gençler yüzeysel konuşuyorlar.
Aynı şeyleri söylüyorlar.
Bazıları boş.
Ve çoğu sıkıcı.
Kibar değiller.
Görgüleri zayıf.
Tutarsızlar.
Ve fevkalade cüretkârlar.
Bunun tek bir sebebi yok.
Yine de bazı şeyler açık.
Küreselleşme, sosyal medya, TV ekranları…
Her şeyleri hızlı ama kısıtlı ve kalıplaşmış.
Tek bildikleri global medyadan geliyor.
Kafaları önceden öğretilmiş yaftalarla dolu.
Klişelerli tekrarlıyorlar.
Önyargılarla bakıyorlar.
Bu da onları daha beter çekilmez kılıyor.
Bunu bir ihtiyat payıyla söylüyorum:
Polonya biraz zor; ama bazı insanları daha da zordu.
Tüm iyi niyetlerine rağmen, sanki kendi ülkelerine bile mesafeli, bazı şeylere yabancı gibiydiler.
Bana "yok" dedikleri şeyleri buldum; "imkânsız" veya "yapacak bir şey yok" dedikleri şeyleri yaptım.
Demek ki bazen kulak asmamak gerek.
İnsan bazen bir başkasının sınırını kendi sınırı bellemeden önce bir kez daha düşünmeli.
Çünkü alışkanlık, insanın ufkunu daraltan görünmez bir duvar.
Polonya'da bunu sıkça hissettim:
Bazı insanlar kendi alıştıkları düzenin ötesine geçmekten çekiniyor.
Ama bu sadece buraya özgü değil; dünyanın birçok yerinde, insanlar konforlu olanı "doğru" sanarak yaşıyor.
Ve bu yüzden, yeni bir ihtimale açık olmayı değil de daha "sınanmış" bir "olmaz"a inanmayı tercih ediyorlar.
Krakov Vizajları
Krakov'da merhamet duygusu yüksek, aziz gibi insanlarla tanıştım.
Bu insanlara minnettarım.
Kurt Vonnegut:
Azizlere her yerde rastlarsınız. Her yerde olabilirler. Onlar, ahlaksız bir toplumda düzgün davranan insanlardır.
Elimde Złoty yok diye uçaktan inerken genç kadın bana para vermek istedi.
İlk gece yanımda Złoty taşımadığım için çöp toplayan genç adamlar bana marketten istediğimi alabileceklerini söyledi.
Şehir merkezinde uzun saçları ve sakalı birbirine karışmış yaşlı bir adam aç olduğunu söyledi.
Elini cebime attım. Biraz para verdim. Teşekkür etti. Gülümsedi. Sonra beraber bir kafeye girdik. Ona bir kahve söyledim, bir de tost. Yanımda kaju vardı, onları da verdim. Sevindi.
Bu alkolik kötü birine benzemiyordu. Sonra kafe çalışanlarından birisi geldi. Eğilip "iyi birisi, zararsız ama biraz fazla konuşur" dedi.
Auschwitz'de yanımda bekleyen İrlandalılar üzerimde bozuk para olmadığı için otomattan bana su aldılar ve verdiğim parayı reddettiler.
Lübnanlı esnaf ona biraz Arapça konuşunca internet sorunumu çözüverdi.
Polonyalı tur rehberine Kapadokya tatilimi anlattım. Geçenlerde gittiğim Avanos'tan bahsettim .11 Hoşuna gitti. Bir ara gidip bana su getirdi.
İlkin internet sorunum yüzünden benden hoşlanmayan kasiyer kadın Krakov'daki son günümü geçirdiğimi öğrenince üzüldü.
Her gün beni striptiz kulübüne davet eden ama bir sonuç alamayan gençler bile bana alıştı, giderken sarıldılar. Ne var ki bu gençlerin ısrarlı biçimde herkesi striptiz kulübüne davet etmesi ve benimse durmandan onları reddetmem insanı yoruyor.
İşini gücünü bırakıp bilet kesmem için bana yardım eden Polonyalılar oldu.
İsveçlilere bazı Vareg atalarının Bizans İmparatoru'nun özel muhafızları olduğunu ve Ayasofya'daki Halfdan Rünü'nden bahsettim. Etkilendiler. Hatta 1200 sene önceki atalarının modern İskandinavlardan daha açık fikirli olduğu fikrime bile hak verdiler.
Avusturyalılara kahve ve kafelerin kamusal alan ve düşünce oluşumunu nasıl şekillendirdiğini anlattım. İlgilerini çekti.
Japon gençler içki içmeyi sevmemi enteresan bulup can kulağıyla beni dinlediler. Şaşırdım.
Şapkasını anlatan Paco adlı Bask.
Tanıştığım bazı insanlar bana sarıldı. İskoçlar beni "tuhaf" bulduğu için durmadan bana saarılıp fotoğrafımı bile çektiler.
Napolili İtalyanlarla bir kafede Victor Osimhen'i konuştuk.
Bir de görme engelli bir adamın koluna girip onu basamaklardan Club'a çıkardım. Hem de yarım İspanyolcam ile.
Enteresan minik hikâyeler.
Şehir merkezinde dinlenirken Valencia'dan gelen bir çift ile tanıştım.
Oturup sohbet ettik.
Yakın zamanda yaşadıkları dehşet verici sel faciasını anlattılar bana.
Anlattıkları su götürmez bir şekilde Naomi Klein'ı hatırlattı.
"Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi" dedim.
Klein'ın tezinden bahsettim.
Başlarını salladılar.
"Evet" dediler.
Şok Doktrini'ni bazen derste öğrencilere de okutuyorum.
Agora Kitaplığı'nın önemli eserlerinden biri.
Çevirmen sevgili Selim Özgül'ün sağ olsun, fevkalade akıcı bir çevirisi var.
Klein, bir yandan neoliberalizmin tırmanışını ele alırken, aynı zamanda kapitalizmin kriz ve felaket dönemleri sayesinde nasıl yayılıp gücünü pekiştirdiğini anlatan çarpıcı bir analiz sunuyor.
Hoş, farklı bakış açıları ve hikâyelerle tanışmak, hiç beklemediğim yerlerden bu küçük ve değerli bağlar kişisel dokumu zenginleştirip renklendirdi.
Otel fiyaskosu
Hâlâ otel kabusundan uyanmaya çalışıyorum.
Web sayfasında tuvalet banyo ortak değildi oysa.
Tuvalet temizlemekten ya da uykumdan uyanıp kapı açmaktan sinirlerim bozuldu.
Tam bir fiyasko.
Daha en başından sorunlu bir yer olduğunu belli ediyordu.
Sabahları herkes aynı anda duş almak istiyor, bu yüzden banyo ve tuvalet sürekli dolu. Dakikalarca sıra beklemek zorunda kalıyorsunuz.
İçeri girdiğinizde ise yerler sırılsıklam, havalandırma yetersiz, rahatsız edici bir koku sizi karşılıyor.
Mahremiyet sıfır!
Kapılar o kadar ince ki içerideki her ses dışarıdan duyuluyor.
Gece yarısı banyoya giderken çıplak bir adamla karşılaşıyorsun.
Tuvalet kağıdı, sabun gibi temel hijyen malzemeleri sürekli bitiyor ve başkalarının dokunduğu ürünleri kullanmak zorunda kalıyorsunuz.
Diğer misafirler de biraz düşüncesiz.
Ortak yaşam kurallarına uyan yok.
Kanatlı süvariler nerede?
Gittiğim ülkelerden ufak tefek hatıra nesneleri alırım.
Bir figür. Bir kart. Minik ama hatırlatıcı olsun yeter.
Krakov'da her yere baktım.
Ama hiçbir dükkânda III. Jan Sobieski'nin Kanatlı Süvarileri'ni (Kanatlı Hüssar) bulamadım.
Bir heykelcik bile.
Bu eksiklik bana tuhaf geldi.
Oysa tarihleri büyük.
Zaferleri gururla anlatılır:
Viyana'nın neredeyse düşmek üzere olduğunu, sonunda Baden Markgrafi Ludwig'le-Türkenlouis- Polonya Kralı Johann Sobieski'nin birlikte geldiklerini ve şehri kurtardıklarını dinledim. 12
Bu Kanatlı Süvariler Polonya-Litvanya Birliği'nin 16 ve 17'nci yüzyıllardaki en seçkin ve korkulan süvari birlikleri arasında yer alıyorlardı.
O kadar ki ünleri Avrupa'nın dört bir yanına yayılmıştı.
Savaş meydanlarında ağır zırhları, sıkı disiplinleri ve yıkıcı saldırı güçleriyle ün kazanmışlardı.
En ayırt edici özellikleri, zırhlarının arkasına takılan ve büyük kuş tüylerinden yapılmış kanat biçimindeki gösterişli süslemelerdi.
Sanıldığının aksine bu kanatlar yakılmıyordu.
Kanatlar hem görsel etki hem de psikolojik üstünlük sağlıyordu.
Yani bu kanatlar yüksek ses çıkararak düşmanı korkuturdu.
Çünkü kanatlar rüzgârda uğuldar.
Ancak amiyane tabirle "silah çıktı, mertlik bozuldu."
Bu süvariler döneminde ateşli silahlar vardı, fakat bu silahların zamanla gelişip yaygınlaşması ve savaş taktiklerini köklü biçimde değiştirmesiyle birlikte bu süvariler romantize edilen etkinliklerini yavaş yavaş yitirdiler ve tarih sahnesinden kayboldular.
III. Jan Sobieski (1629–1696) Polonya tarihinin önemli bir kahramanıdır.
Sobieski en çok 1683 yılındaki Viyana Kuşatması'nda Osmanlı ordusunun durdurmasıyla tanınır.
Askeri bir lider olarak bilinmesine rağmen aslında sanat ve kültürün de destekçisiydi.
Taksiciler
Andrzej Wajda, Krzysztof Kieslowski ve Zygmunt Bauman bilen orta yaşlı taksiciler beni etkiledi.
Şaşırdım.
Sıradan bir yolculuk değildi.
Bir ara yaşlı taksici dönüp bana sordu:
Peki sen Tricolor'dan en çok hangisini seversin?
Düşünmedim fazla.
"Beyaz" dedim.
Başını salladı.
*
Paskalya dönemi taksicileri nakit ödedim.
Ama iki kez -cüzi bir miktar da olsa- bana para üstü vermediler.
Acaba Paskalya yüzünden mi, diye düşündüm.
*
Biz Avrupalıların ortak bir tarihi var mıdır "Elbette" der herkes ve sıralamaya başlar: Roma İmparatorluğu, Rönesans, Aydınlanma Çağı, 1914, 1945, 1989. Oysa Avrupalıların bireysel tarihi deneyimleri birbirlerinden çok farklıdır: Örneğin, Polonyalı yaşlı şoför, hayatında dört kez yeni bir dil öğrenmek zorunda kalmış. 13
*
Krakov'da bazı Uber şoförleri Ukraynalıydı.
Dereden tepeden konuşurken Ukraynalı bir taksiciye ulusal şairleri Taras Şevçenko'yu sevdiğimi söyledim.
Gülümsedi, hatta Gözleri parladı.
Yüksek sesle şiir okumaya başladı. Ezberden.
İçi dolu ve öfkeliydi.
Şevçenko'nun eşiyle akraba olduklarından söz etti.
Ve "uzak da olsa aynı kandan" dedi.
*
Bu arada şair Şevçenko ve futbolcu Andrey Şevçenko arasında yalnızca soyadı benzerliği var.
Taras Şevçenko, 19'uncu yüzyılda Rus Çarı'nı eleştiren Petraşevski Grubu'na (Petrashevsky Circle) dahil olan ilerici Rus düşünürlerle sıkı fıkıydı.
Hatta genç Dostoyevski de bu topluluğun etkinliklerine zaman zaman katılmıştı.
Ancak bu büyük şair ve yazar arasında doğrudan bir temas ya da tanışıklık olup olmadığını bilmiyorum.
*
30 Nisan 2025 itibarıyla, Ukrayna'daki savaş nedeniyle Ukrayna'dan kaçan 4, 26 milyon savaş mağduru- ki bunlar AB vatandaşı değiller- Avrupa Birliği'nde geçici koruma altına alındılar. Nisan 2025 sonunda, Ukraynalı mültecilerin nüfusa oranla en fazla bulunduğu ülke Çekya olurken (her 1.000 kişide 34 kişi) onu Polonya (26, 9) ve Estonya (24, 7) takip ediyor.14 Bu rakamlara istinaden Polonya'daki Ukraynalı sığınmacı nüfusu yaklaşık bir milyon olsa gerek. Çünkü bugün Polonya'nın nüfusu yaklaşık 38 milyon. 15
Ukrayna'da iş batırıp Krakov'da taksicilik yapmaya başlayan bir başka Ukraynalı.
İşi batırdım, oysa her şey çok iyi başlamıştı, diyor.
Sonra derin sessizlik.
*
Oysa tarihte Ukrayna ve Polonya insanı arasındaki ilişkiler her zaman böyle barışçıl değildi.
II. Dünya Savaşı sırasında, 1943 yılında, Batı Ukrayna'nın Volinya (Volhynia) bölgesinde, Ukraynalı milliyetçi silahlı gruplar (özellikle Ukrayna İsyancı Ordusu, UPA) Polonya köylerine yönelik geniş çaplı ve sistematik bir saldırı ve katliam hareketi düzenler. 16
Binlerce Polonyalı sivili katlederler. Bu kıyım sırasında köyler yakılmış ve birçok insan öldürülmüştür.
Volinya Katliamı olarak bilinen kan banyosu aslında etnik temizlik hareketidir.
Yani amaç bölgeyi Polonya nüfustan zorla arındırmak ve Ukraynalı milliyetçilerin bağımsız bir Ukrayna devleti kurma hedeflerine zemin hazırlamaktı.
Volinya Katliamı, bugün olarak Polonya-Ukrayna ilişkilerinde hassas ve tartışmalı bir meseledir.
Bugün hem Polonya hem de Ukrayna tarafında bu katliama dair farklı, birbiriyle çekişen yorumlar ve tarihsel anlatımlar bulunmakta.
Ancak Volinya'da olanları soykırım olarak tanımlayan birçok Polonyalı var. 17
Ve tarihçiler Polonya yeraltı güçlerinin misilleme olarak 10 bin Ukraynalıyı öldürdüğünü belirtmektedir. 18
Böylesi bir milliyetçilik bence sevgili Tanıl Bora'nın tabirinden daha iyi ifade edilemezdi: "Medeniyet Kaybı."
Şahsen yaşananları betimlemek için aklıma daha uygun bir tarif gelmiyor. 19
Bugün tüm bunlar yaşanmamış gibi Polonya'da hayat sürüp gidiyor ve Varşova, Avrupa Birliği'nde Ukrayna'nın en güçlü destekçilerinden biri.
Dahası bu amaçla Rusya ile savaşan Ukrayna'ya hem askeri hem de diplomatik destek sunmakta.
Daha yakın zamanda yayınlanan bir The Guardian haberine göre "Volodymyr Zelenskyy ve Donald Tusk, Ukraynalı milliyetçiler tarafından 100 bine kadar Polonyalının katledildiği konusunda anlaşmaya vardı." 20
Ukde
Komünist Manifesto koleksiyonu yapıyorum.
Her dilde.
Hangi ülkeye gitsem bir tane ararım.
Ve ilk kez bir ülkede bulamadım.
O da Polonya.
Kitabevlerine girdim.
"Yok" dediler.
Bazıları hiç cevap vermedi.
Bazıları tuhaf tuhaf yüzüme baktı.
Rahatsız olan, hatta beni tersleyen bile oldu.
"Komünist Manifesto var mı?" dedim.
Bakışları yetti.
Tarihi Yahudi semtindeyim.
Oradaki kitabevlerinden birine yaşlı bir Yahudi bakıyor.
Konuşmayı seven, esprili bir adam.
Epey konuştuk.
Manifesto'yu bulamadığımdan ve insanların bu isteğimden rahatsız olduklarını söyledim.
Adam ise bana Marx'ı sevdiğini söyledi.
"Bir devrimciydi" dedi.
Ama Sovyetler yüzünden Marx'ın bu ülkede adı bile geçmiyor artık.
"Polonyalılar" dedi; "komünizme Sovyet işgali ve eziyeti yüzünden kızgın."
Tıpkı ayın iki yüzü gibi Sovyet sosyalizminin de iki yüzü var.
Ve biz sosyalizmin hep aydınlık yüzünü bilirken bu insanlar karanlığı da yaşadı.
Zaten Demir Perde kalkar kalkmaz Polonya ilk iş olarak Rusya yörüngesinden çıkmak ister:
1989'da bağımsızlığını yeni kazanan Polonya'nın aradığı ilk müttefik ABD olur. Amerikalılar, Polonyalıları kollarını iki yana açarak karşıladılar ve karşılığını da aldılar: İki tarafın da aklında Ruslar vardı. 1999'da NATO'ya katılan Polonya, İttifak'ın sınırlarını Moskova'nın 650 km yakınına kadar getirmiş oldu. 21
Ve komünizm deneyini izleyen yıllar.
Kapitalizm, din ve milliyetçilik üçgeni…
90'lardan sonra yüzlerini iyice Batı'ya ve ABD'ye döndüler.
Sovyet blokunun çöküşünü özgürlük, Batı'ya yöneliş ve kısmen tüketime indirgemişler.
Bunu yaparken zaman zaman kapitalizmi özgürlükle karıştırdılar sanki.
Marx, artık komünist bir hayalet burada.
Ama hâlâ insanları ürkütmeye devam ediyor.
Manifesto Marx gibi Yahudi gelenekten gelen kitabevlerinde bile yok.
Adam dedi ki, "Online bile zor bulursun."
Bir diğer etken ise din.
Katolik inancı burada derin ve güçlü.
Zaten 1978 yılından 2005'teki ölümüne kadar Katolik Kilisesi'nin ruhani liderliğini yapan Papa John Paul II (Karol Józef Wojtyła) bir Polonyalı.
Bu durum da, kitabevindeki adamında tabiriyle, ülkede yaşayan insanlara bir ayrıcalık duygusu veriyor.
Kendilerini özel hissediyorlar.
Sanki tarihin kutsal ve ayrıcalıklı tarafındaymışlar gibi.
Ancak tüm Polonyalıların tarih boyunca koyu Katolikler olduğunu iddia etmek zor.
Örneğin 19'uncu yüzyılın başlarında, Polonya'daki seçkinlerin büyük bir kısmı dini değerlere ilgi duymuyor, daha ziyade ruhban sınıfına karşı bir tutum sergiliyorlardı .
Katolik inancının bu denli tabana yayılıp yoğunlaşmasının sebepleri ülkenin komünist hafızası ve Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerinde aranabilir:
İki dünya savaşı arasındaki dönemde pek ses getirmeyen milliyetçi katolisizm, komünist dönem sonrasında giderek alternatif bir siyaset halini alarak bu kültürel matrise doğru yönelimi işaret eder. Hristiyan değerlere referansın yeniden gündeme gelmesi ve bu değerlere yeni anayasada yer verilmesi arzusu da buradan kaynaklanır. 23
Kısacası Lehçe Manifesto içimde ukde oldu.
Ama bu yokluk, Polonya'nın yakın tarihini, ideolojisini ve bastırılmış korkularını bana acı biçimde hissettirdi.
Bir şehri bazen arayıp bulduklarınla değil, bulamadıklarınla tanırsın.
*
Beatles'ın Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band plağını nihayet Krakov'da buldum.
Uzun zamandır arıyordum bu tarife gelmez efsane albümü zaten.
Şehir merkezinde bu kültürel mücevhere denk geldim.
Epey düşündükten sonra plak "çantaya sığmaz, elimde de taşımak istemiyorum" diyerek almadım.
Ertesi gün fikir değiştirdiğimde ise artık çok geçti.
Her yer Paskalya nedeniyle kapalıydı.
Keşke alsaymışım.
Müzikal açıdan sınıflandırılması fevkalade zor bu albümün özellikle Peter Blake and Jann Haworth tarafından tasarlanan ve metinlerarası göndermelerle dolu kapağı bence eşsizdir.
26 Mayıs 1967'de piyasaya sürülen albümün kapağı Jonathan Gould'un Can't Buy Me Love: The Beatles, Britain and America kitabında dediğine kulak verecek bir analiz çılgınlığına yol açar ve Ian Inglis, Cover Story: Magic, Myth, and Music adlı çalışmasında, popüler müzikte yalnızca bir albüm kapağının, albümün kendisi kadar dikkat çektiği tek örnek olduğunu öne sürer.
*
Çekya'ya geçemedim.
Bohemians – Ostrava maçını izlemeyi çok istiyordum.
Ama ikide bir ülke değiştirmek zor ve yol yorucu.
Hatta bu yüzden adını şehrin kurucu kahramanı Krak'tan alan Krak Tepesi'ni bile ziyaret edemedim.
Küçük zorluklar bile gözümde büyüdü.
Bir kere Eurozone'da değiller.
Sadece on saatliğine gitsen bile, o zamanın çoğu yolda boşa gider.
Sonra yeniden internet ara bul.
Yarım gün geçer ama bir şey yaşamazsın.
Çekya, Slovakya gibi değil.
Slovakya kolaydı.
Viyana'ya gitmiştim bir ara.
Üçüncü gün Viyana'da çok sıkıldım.
Her şey ihtişamlı ve ışıltılıydı.
Büyük ve ağır.
Sistem kusursuzdu.
Trenler zamanındaydı.
Caddeler temizdi.
Hatalar yok gibiydi.
İşte o zaman insan boğuluyor.
Bergman'ın Bir Evlilikten Manzaralar (1973) filmindeki gibi.
Bir karakter diyordu ki,
Her şey kusursuz.
Tek bir çatlak bile yok.
Ve insan havasızlıktan ölebilir.
Ben de öyle hissettim.
Ve hemen Viyana'dan kaçıp soluğu Bratislava'da aldım.
*
Hayatımda ilk kez bir ülkeyi dolaşırken kitap almadım.
İstemedimden değil.
Güzel kitaplar vardı.
Bazıları tanıdık, bazıları yeni.
Ama koyacak yer yoktu.
Çantam dolu ve yorgundum.
Evde ise binlerce kitap.
Biraz da Manifesto'dan kaynaklanan hayal kırıklığı.
Elim uzandı.
Ama her defasında geri çektim.
İnsan bazı şeylerden ilk kez imtina ettiği zaman değiştiğini anlıyor.
Hijyen
Polonya'da hizmet veya ürün aldığın bazı yerlerde hijyen bilinci zayıftı ve bu beni üzdü. Yine de bizim Mağusa'dan biraz daha iyiler. Türkiye ve Kıbrıslı Rum işletmeler daha bilinçli.
Dönüş
Kıbrıs'a dönerken hava limanında Duty Free'ye uğradım.
Evdekilere hediye aldım.
Para üstü olarak bana Zloty vereceklerini bildiğim için euro değil kredi kartı kullandım.
Çünkü, dediğim gibi burası Eurozone değil.
*
Bu yazı ile ilgili düzeltme veya yorumunuz varsa lüttfen benimle iletişime geçin: [email protected]
İbrahim Beyazoğlu DAÜ İletişim Fakültesi'nde öğretim görevlisi (PhD.) ve gazetecidir. Leeds Üniversitesi Tarih Bölümü'nde, aldığı bursla, konuk araştırmacı olarak bulunmuştur. https://scholar.google.com/citations?user=JrwwtXAAAAAJ&hl=tr&oi=ao İ[email protected]
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish
1. Alberto Manguel. Okumanın Tarihi. 5. Baskı. (F. Elifoğlu, Çev.). Yapı Kredi Yayınları. 2010, s. 183.
2. Mak, G. (2009). Avrupa'da yirminci yüzyıl boyunca seyahatler (M. Topçu, Çev.). Literatür Yayınları. s. 601.
3. Zawadzki, P. (2018). Milliyetçilik, demokrasi ve din. İçinde A. Dieckhoff & C. Jaffrelot (Yay. Haz.), Milliyetçiliği yeniden düşünmek (D. Çetinkasap, Çev., 2. baskı, ss. 209–244). İletişim Yayınları, s. 219.
4. Beyazoğlu, İ. (2021, Nisan 7). Boccaccio, iletişim ve Kıbrıs. Gaile Dergisi. https://www.yeniduzen.com/boccaccio-iletisim-ve-kibris-138927h.htm
5. Emiroğlu, K. (2013). Gündelik hayatımızın tarihi (3. basım). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 89, 288-289.
6. Mazower, M. (2014). Hitler İmparatorluğu: İşgal Avrupa'sında Nazi yönetimi (Y. Alogan, Çev., 2. basım). Alfa Yayınları, s. 569-570.
7. Hosking, G. (2015). Rusya ve Ruslar: Erken dönemden 21. yüzyıla (K. Acar, Çev.; 2. bs.). İletişim Yayınları, s. 52.
8. Oman, C. W. C. (2022). Karanlık çağ tarihi (E. Duru, Çev.). Say Yayınları, s. 386.
9. Gardeła, L. (2014). Vikings in Poland: A critical overview. In M. H. Eriksen, U. Pedersen, B. Rundberget, I. Axelsen, & H. L. Berg (Eds.), Viking worlds: Things, spaces and movement (pp. 213–234). Oxbow Books, s. 217.
10. Radley, D. (2024, Ocak 18). 9th century sword with possible Viking origins recovered from Vistula River in Poland. Archaeology News Online Magazine. https://archaeologymag.com/2024/01/ancient-viking-sword-recovered-from-vistula-river/
11. Beyazoğlu, İ. (2025, Mayıs 6). Kapadokya Vinyetleri: Ercan Kesal'ın izinde Orta Anadolu. Independent Türkçe. https://www.indyturk.com/node/758036/türki̇yeden-sesler/kapadokya-vinyetleri-ercan-kesalın-izinde-orta-anadolu/
12. von Salomon, E. (2006). Soruşturma (A. Selen, Çev.). Yapı Kredi Yayınları, s. 242.
13. Mak, G. (2009)., s. xv-xvi.
14. Eurostat. (2025, 3 Haziran). Temporary protection for persons fleeing Ukraine – monthly statistics (Planlanan makale güncellemesi: 10 Temmuz 2025). Erişim adresi: https://ec.europa.eu/eurostat/statistics-explained/index.php?title=Temporary_protection_for_persons_fleeing_Ukraine_-_monthly_statistics
15. Worldometer. (2025). Poland population (live). Erişim tarihi: 28 Haziran 2025, Erişim adresi: https://www.worldometers.info/world-population/poland-population/
16. Naleźniak, P. (2013). Genocide in Volhynia and Eastern Galicia 1943–1944. The Person and the Challenges, 3(2), 29–49.
17. Naleźniak, P. (2013).
18. Rankin, J. (2025, Ocak 16). Poland hails breakthrough with Ukraine over second world war Volhynia atrocity. The Guardian. https://www.theguardian.com/world/2025/jan/16/poland-hails-breakthrough-with-ukraine-over-second-world-war-volhynia-atrocity
19. Bora, T. 2021). Medeniyet kaybı: Milliyetçilik ve faşizm üzerine yazılar. Birikim Yayınları.
20. Rankin, J. (2025, Ocak 16).
21. Marshall, T. (2018). Coğrafya mahkumları: Dünyanın kaderini değiştiren on harita (M. Doğruer, Çev.) (3. baskı). Epsilon Yayınları, s. 114.
22. Zawadzki, P. (2018)., s. 222.
23. Zawadzki, P. (2018)., s. 227.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish