Barışın bedeli, hafızanın yükü

Hasan Köse Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Bonil

Türkiye siyasal tarihi, modernleşme ile şiddetin kesiştiği uzun ve yorgun bir patikada ilerledi.

Devletin ulus inşası çabaları ile toplumun çok katmanlı yapısı arasındaki gerilim, zaman zaman otoriter tahakkümle, zaman zaman da silahlı çatışmalarla kendini gösterdi.

Son 40 yıl, bu açıdan, yalnızca bir "terörle mücadele" süreci değil; aynı zamanda bir toplumsal kurucu şiddetin yeniden üretildiği bir dönemdi.

Bugün ise Türkiye, tarihin ironisiyle yüzleşiyor: Silahlar susuyor ama sorular çoğalıyor.

PKK'nın kendini feshettiğini, silah bıraktığını ilan etmesi, Devlet Bahçeli'nin el sıkışma fotoğrafı, sonra dikkatle seçilmiş açıklamaları, Abdullah Öcalan'ın İmralı'dan yaptığı barış çağrısı, PKK'nın silah bırakıp, demokratik siyasete katılma kararı...

Tüm bu gelişmeler, hem devlet hem toplum açısından bir zihinsel dönüşümün eşiğinde olduğumuzu gösteriyor. 

Özelde Türkiye genelde Güney Batı Asya'da olumlu etkiler doğuracak bu sürece açıktan amin diyen DEM Parti ve MHP ve bir kısım Ak Partililer.

Birçok kritik meselede olduğu gibi Reis bu süreçte de Ak Parti içinde yalnız.

Süreci topluma açıklamak, toplumsal çevrelerin kendi tabanlarında tartışmalar yürütmek, etkinler yapmak ve topluma mâ letmek konusunda sol Perinçek hariç -ki sol Perinçek'i solcu saymıyor- hiçbir şey yapmıyor.

Cemaatler, tarikatlar ve genel olarak sendikalar, STK'lar hiçbir şey yapmıyor.

Bu bağlamda solu anlamak mümkün.

Çünkü onların Türkiye'de en büyük direnç ve demokratik baskı dinamiği olarak gördükleri "silahlı mücadeleyi" yürüten PKK silah bıraktı.

Açıktan karşı olanları anlamak mümkün fakat muhafazakâr sosyolojinin ıssızlığını siyasetten ümit kesme olabilir.

Milliyetçi çevrelerde ise "Bu kadar acı ne içindi ve şimdi nereye evriliyoruz?" sorusu hâkim.

DEM ve MHP bununla yüzleşiyor.

Türkiye'de toplumsal hafıza, ya inkârla ya da aşırı yüceltmeyle iş görüyor.

"Şehitlerimiz boşuna mı öldü?" sorusu, bu yüceltmenin bir tezahürü.

Fakat bu soru aynı zamanda, toplumsal barışın inşası sürecinde aşılması gereken duygusal mutlakiyetçilik olarak da karşımıza çıkıyor.

Oysa siyasal süreçler, duygulardan ibaret değil; çıkarlar, dengeler ve tarihsel sorumluluklar üzerinden yürür.

PKK'nın silah bırakması, teknik olarak bir örgütsel çözülme değil; daha çok "silahlı mücadelenin" iç politikada dışarı da tutulmasını ilan eden stratejik bir karar.

Bu karar, devleti ve toplumu yeni bir eşikle yüzleştiriyor: Silahları susturmak kolaydı, ama barışı kurmak zor.

Bu barış TC Devleti ile Kürt halkı arasındadır.

Türk halkı ile Kürt halkı arasında zaten savaş yoktu…


Devlet Bahçeli ve devlet aklının kırılgan dengesi

Milliyetçi hareketin geleneksel söylemi, "şehit kanı" ve "devletin bekası" merkezlidir.

Ancak Bahçeli'nin son açıklamaları, bu geleneğin kendi içinde bile soğukkanlı bir reelpolitik damar taşıdığını gösteriyor.

Barışı koşulsuz kabul değil, kontrollü geçiş süreciyle desteklemek, aslında devlet aklının ideolojik kalıplarla çarpıştığı bir yerdir.

Türkiye'de her barış ihtimali, aynı anda hem umut hem tehdit üretir.

Çünkü barış, yalnızca çatışmanın bitmesi değildir; geçmişin fail ve mağdurlarına dair yeni bir hakikat rejimi kurmayı da zorunlu kılar.

Ve tam da bu nedenle, barış; yalnızca siyasal değil, epistemolojik bir meseledir de…


Barış, zafer değil mücadeledir

Abdullah Öcalan'ın çağrısı, yalnızca silahlı mücadelenin sonu değil;

Aynı zamanda yeni bir mücadele biçiminin başlangıcıdır: Hafıza mücadelesi.

Kim neyi unutturmak istiyor?

Hangi aidiyetler sessizleştirilecek?

Hangi travmalar görünmez kılınacak?

Şayet bu sorular cevapsız kalırsa, barış yeniden bir iktidar tekniğine dönüşür; yani şiddetin sadece biçimi değişir.

Gerçek bir barışın inşası, sadece devletin yasa koymasıyla değil; toplumun yüzleşmeye hazır olup olmamasıyla mümkündür.

Bu bağlamda "Bizim çocuklarımız boşuna mı öldü?" sorusu, haklı bir duygunun sesi olmakla birlikte, barışı akamete uğratacak bir mitik kapanma riski de taşır.

Bu soruya karşı "Uğruna hayatlar feda ettiğimiz şey neydi?" sorusunun cevabı, ülkenin bölünmemesidir!

Barış süreciyle ne konuşuyoruz içe doğru bölünmeme riski değil, bilakis "Misak-ı milli sınırları" ve doğal etki alanlarına doğru genleşme imkânı ve küresel bir etkin aktör olmanın gerek koşullarını.

O halde çocuklarımız boşuna şehit olmadı. Şehitliği, eğer kutsanmış bir acıya dönüştürürsek, barışa değil; intikam ekonomisine hizmet ederiz.

Barış için savaşmış olanların şehadetlerini barışa engel bir kült haline getirmek iç ve dış savaş baronlarının ve onların arkasındaki küresel aktörlerin sürdürülebilir kriz stratejilerine hizmet eder.


Ne yapmalı?

Barış sürecinin yasal zemini; fail-mağdur ayrımlarını tanıyan, onarıcı adalet ilkesini benimseyen, toplumsal hafızayı iktidarın değil, toplumun ortak vicdanının biçimlendirdiği bir çerçevede kurulmalıdır.

  • Bir: Toplumsal hakikat komisyonları kurulmalı, faili belirsiz dosyalar yeniden açılmalı.
  • İki: Şehit aileleri ve mağdur Kürt ailelerinin hassasiyetleri anlaşılmalı, ortak yas kültürü inşa edilmeli.
  • Üç: Medya ve eğitim kurumları, barışı bir "susma" veya "kuşku üretme" durumu değil, bir "anlama ve anlatma" süreci olarak işlemeli.

Sonuç yerine: Hatıralar canlı ilken barış mümkün mü?

Barışın ön koşulu, şiddetin sessizliğe gömülmesi değil; şiddetin dile gelmesi, hikâyeye dönüşmesidir.

Şehitler unutulmayacak. Ama bir daha kimse şehit olmasın diye barış kurulacak.

Barış, bir ödül değil; toplumsal aklın cesaretidir. Ve Türkiye, bu cesareti gösterebilir.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU