Türkiye'nin çok yetenekli ressamlarından Mustafa Günen'in bir yazısında şöyle dediğini anımsıyorum:
Bir sanatçının ne demeye çalıştığını, yani resimdeki görseller benzer olsa da neyi temsil ettiğini farklı olacağından sanatçının kullandığı dilin bilinmesi gerektiğini açıkladım Tabi, her sanatçı için bilgiye sahip olamayacağınızı göz önüne alırsak, gittiğiniz sergilerdeki bu tür yapıtların anlamamanız çok doğaldır.
Eğer sanatçıyı tanırsanız, tarzıyla yani diliyle ilgili bir şekilde bilgi sahibiyseniz o zaman yaptığı resimleri anlama şansınız olur. Dolayısıyla böyle sergilerde yapılacak tek şey, ilgilendiğiniz merak ettiğiniz görsel unsurları ve ne anlatmaya çalıştığını doğrudan sanatçıya sormaktır.
Unutmayın, bu tür soyut resimler içerik olarak bilinçli tasarlanmış resimlerdir ve illaki bir açıklaması olmalıdır. Açıklama yoksa içeriği önceden tasarlanmamış yapıtlardandır. O zaman gerilmeden rahat olun, serginin keyfini çıkarın.
Bu bağlamda resim yapan bir sanatçı resme dair varlık izahlarından birine veya birkaçının içinde ya da yakın olabilir.
Bunlar sanatçının hayata bakış açısını, çevresinde olan bitenleri, kültürünü değerlendiren zihin yapısını şekillendirir.
Dolayısıyla yapıtlarındaki soyut ya da somut ilgiler de doğal olarak bu zihin yapısına uygun olacaktır veya izler taşıyacaktır.
Bu yüzden bir eserin hangi tarzda bir eser olduğu konusunda, sanatçısının zihin yapısı belirleyici bir etkendir.
Bunun daha kolay anlaşılması için bir örneklemeden yola çıkacağım ve Türk resminin en yetenekli figürcülerinden Giray İlker Başaran'ı yazacağım.
Giray İlker Başaran tuvali
Giray İlker Başaran'ın tuvali, Anadolu toprağının derin nefesini çağrıştırır bana. Çanakkale'nin rüzgârlı kıyılarında filizlenen bu sanatçı, fırçasını doğanın kalbine batırmış bir yolcu. Kayalar onun dilinde taşlaşmış zaman; ağaçlar, kökleriyle geçmişe tutunan, dallarıyla geleceği kucaklayan sessiz tanıklar. Her tuval, sadece bir manzara değil, toprakla insan ruhu arasında kurulmuş kadim bir diyalog sahnesi.
Taşın hafızası, ışığın sırrı
Başaran'ın eserlerinde kaya, sıradan bir nesne değil; yeryüzünün omurgası, zamanın çizgileriyle dolu bir yüz. Her çatlak, her pürüz, dokunulmak isteyen bir hikâye. Işık ise bu taş bedenlerin üzerinde dans eden bir sihirbaz. Yaprakları altın kılan, suya gümüş bir titreme veren bu ışık, resmin nefes alıp verdiğinin kanıtı. Sanatçı, natüralist bir titizlikle işler bu dokuları, ama amacı kopyalamak değil, taşa, suya, yaprağa ruh üflemek. Bu, bir gözlemcinin değil, doğayla kan bağı olan bir hissedarın işidir.
Resimde varlık sorunsalı
Varlık sorunsalı insan zihninin en temel konusudur. Doğal olarak da önce felsefenin alanına girer. Varlık veya gerçeklik konusunda felsefede çok güzel ve etkili yorumlar vardır. Ancak felsefenin gerçeği çeşitlidir. Üstelik bazıları birbirlerinin tam karşıtıdır. Konu gereği çok genel olarak birkaç cümlede değineyim. Eğer varlık yorumu veya gerçekliğe empresyonist veya pozitivist, materyalist açısından bakarsanız, ampirik yapı; yani duyu organları vasıtasıyla algılanabilen, natürel, fizik evren gerçektir. Bu felsefelere göre soyut denilen algı ve kabullerin kökeninde de doğanın yapısal sonuçları vardır. Tüm soyut var kabulleri, biyolojik yapıda olan beynimizin doğal şartlar karşısında ihtiyaç ve arzulardan kaynaklanan etkilenmelerdir. Yani metafizik etken diye bir şey yoktur. Soyut, somut bütün ilgilerimiz duygularımız biyolojik sonuçlardır.
Öte taraftan varlığı fenomenoloji, rasyonalist, idealist felsefeler açısından yorumlarsanız; duyu organları bize sadece görünüşleri, fenomenleri verir. Bunlar dış dünyadan, nesnelerden gelen duyum dediğimiz frekanslardır. Modern fiziğin özellikle kuantum olasılık ve belirsizlik ilkelerine göre nesnelerin oluşumu rastlantısal sonuçlardır. Dolayısıyla bize görülen ampirik varlar, nesneler rastlantısal, tesadüfidir. Tesadüfi ve değişken olan şeyler asıl gerçek olamaz. Öyleyse nesnelerin kendilerinin olmasını sağlayan asıl ve değişmez bir gerçekliği olmalıdır. Bu da onların kökenindeki öz, töz, idealardır. Bunlar asıl ve değişmez gerçek var olanlardır. Bu felsefi yorumlara ek olarak teizm, ateizm ve deizm gibi diğer farklı felsefelerin varlık yorumlarını dâhil ederseniz o zaman: “Hangi eser?” sorusunun önemi ortaya çıkar. Gel gör ki İlker Başaran'ın eserlerini yorumladığımızda “fotoğraf” daha net ortaya çıkar!
Figür: Manzaranın içinde erimiş bir hayalet
İnsan ve hayvan, Başaran'ın doğa tiyatrosunda başrolde değil, sahnenin doğal bir parçası. Çiçekli bir yamaçta oturan kadın, düşüncelere gömülmüş; kayalıkların gölgesinde duran geyik, tetikte. Bunlar manzaraya eklenmiş figürler değil, ondan doğmuş varlıklar. Kadın, topraktan çıkmış bir çiçeğin hüznünü taşır. Geyik, ormanın sessiz çığlığıdır. Bu yerleştirme, insanın doğa karşısındaki o ince çizgiyi sorgulatır: Hükmeden miyiz, yoksa onun kırılgan bir parçası mı? Dinginlik mi bu, yoksa kadim bir yalnızlığın kabulü mü?
Sembol: Ölümün gölgesi, yaşamın ışıltısı
Sanatçının gücü, gerçeğin ötesini göstermesinde yatar. Kuru bir ağaç gövdesi, insan iskeletiyle yan yana durduğunda, resim birden bir felsefe taşına dönüşür. Bu, basit bir ölüm tasviri değil; toprağa düşen tohumun, kemiklerin arasından yeniden filizleneceğine dair kadim bir inancın, acımasız bir dürüstlükle resme dökülmüş halidir. Başaran, fırçasıyla hem ölümün soğuk yüzüne dokunur hem de onun ardındaki döngüsel yaşam ışıltısını sezdirir. Bu, bir ressamdan çok, toprağın dilini bilen bir ozanın işaretidir.
Teknik: Kanvasa nakşedilmiş Anadolu soluğu
Başaran'ın eli, akademinin disipliniyle yoğrulmuş, ama ruhu Anadolu'nun enginliğiyle beslenmiş. Karakalemdeki titiz çizgi, Mimar Sinan'ın taş işçiliğinin yansıması gibidir. Yağlıboyadaki toprak tonları – kızıl toprağın sıcağı, bozkırın soluk sarısı, Ege'nin derin mavisi – paletinde Anadolu'nun bin bir rengi can bulur. Işık-gölge oyunları, sadece derinlik katmaz; resme bir iç sızısı, bir iç huzur, bir iç sorgulama yükler. Bu teknik ustalık, bir gösteriş değil, duygunun en saf haline ulaşma çabasıdır. Prof. Devrim Erbil'in yanındaki yıllar, bu çabanın sabırla olgunlaşan meyvesidir adeta.
Giray İlker Başaran ve sergiler ve ödüller: Fırçanın yeryüzüne açılan pencereleri
Brüksel'den Bodrum'a, İstanbul'dan Çanakkale'ye uzanan sergiler (Bozcaada Rengi Gül, Galatea, Winkel De Haak, Galeri Fe, Prizma...), onun fırçasının dünyaya açılan pencereleridir. Aldığı ödüller (Beykoz, Ümraniye, Royal Talens, Sabancı...) sadece başarı nişanları değil, bu toprakların sanata verdiği kıymetin birer yankısıdır. Jüri üyelikleri (Pınar Çocuk, Toyota "Hayalimdeki Araba") ise renklerin çocuklarla ve hayallerle dansına rehberlik eden bir ustanın sorumluluğudur. Troia Festivali'ndeki "Bahçe" çalıştayı ise, sanatını doğduğu topraklarda yeniden kökleştirme ritüelidir.
Son dokunuş: Bir tablo gibi...
Giray İlker Başaran'ın sanatı, izleyiciyi sessiz bir dağ başına bırakır. Etrafta çiçek kokuları, uzakta bir su şırıltısı, başucunda taşların bin yıllık fısıltısı vardır. İnsan, bu manzarada hem bir misafir hem de onun eksik parçası gibi hisseder kendini. İşte Başaran'ın büyüsü budur: Tuvali, doğanın kalbine açılan bir kapı; fırçası ise o kalbin atışını duymamızı sağlayan bir stetoskoptur. Çağdaş Türk resmi, bu solukla, bu derinlikle, bu toprak kokusuyla nefes alıyor.
Giray İlker Başaran kimdir?
Giray İlker Başaran, 1985 yılında Çanakkale'de doğdu. İlk ve Orta öğretimini Çanakkale'de tamamladıktan sonra yine aynı şehirde H.A.T. Anadolu Güzel Sanatlar Lisesine girdi. 2003 yılında liseyi 1. bitirerek Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümünü kazanan Başaran 2008 yılında 2. olarak mezun olarak aynı okulun yüksek lisans sınavlarını kazandı. MSGSÜ'de Yüksek Lisans programından mezun Başaran Prof. Devrim Erbil'in özel asistanlığını yapmaya 2004 yılından bugüne devam etmektedir. Birçok ulusal ve uluslararası sergiye katılan Başaran, Türk resim sanatının en yetenekli isimlerinden biri olarak görülüyor.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish