20'nci yüzyılın ilk yarısına totaliter-otoriter devletler damga vurdu. Daha doğrusu, bir bütün hâlinde "devletçilik" damga vurdu da diyebiliriz.
Sağlı-sollu devletçilikler "devlet" hakikatini -gerek bir araç gerekse bir amaç olarak- öylesine kutsallaştırdı ki, bir nevî "devletperestlik" pratiğinin şekillendiğini söylemek pekâlâ mümkün.
Bilhassa faşizm, nasyonal-sosyalizm ve "faşizan" karakterdeki melez rejimlerde "pagan bir Sezarcılığın" tezahürlerini saptamak zor değil.
Devlet bir "tapınma nesnesi"ne dönüşürken, bireyle arasındaki tüm ara katmanlar neredeyse silindi yahut silinmeye yüz tuttu.
Nitekim Mussolini'nin faşizmi tanımlarken kullandığı meşhur formül, meselenin özünü yakalayan cinsten:
Her şey devlet için, devlet içinde ve devlet tarafından!
Birey, aile, toplum, ulus ve diğer başka hangi kategori varsa hepsi ve tamamı "devlet"in parlayan güneşi altında erimeye, buharlaşmaya, velhâsıl yok olmaya (bu vesileyle de "tek" ve "bir" olmaya) memurdu.
Faşist İtalya'da parti, devlet hâkimiyeti için bir "kaldıraç" işlevi gördü. Almanya'da ise parti, devletin doğrudan rakibi ve alternatifiydi.
Başka bir deyişle, Mussolini'nin tasavvurunda "devlet" gitgide "total" bir hâle bürünüp, Ulusal Faşist Parti'yi de içine katacak – kendi potasında harmanlayacaktı.
Hâlbuki Hitler, devleti "görece zayıf" bir pozisyona indirgemek suretiyle onu Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin emrine vermeyi istedi.
1920'lerin ortalarından 1945'e değin Avrupa kıtası bu iki model-metot arasında gidip geldi.
Fakat Portekiz'de Salazar rejimi bu "furya"ya nispetle felsefî-düşünsel plânlarda bir istisnaydı.
Salazar veya "Portekiz'i olağanca yaşatmak"
Gerçekten de Dr. António de Oliveira Salazar (1889-1970), Portekiz'deki 35 yıllık uzun iktidar serüveninde (her açıdan) otoriter bir yönetim sergilemişse de "devlet" aygıtına dair serdettiği fikrî ve inançsal zemin, faşizme ve nasyonal-sosyalizme kıyasla çok farklı bir muhteviyatla kuşandı.
Salazarcılık'ta "parti" unsurunun dahi fevkalâde kısıtlı, cılız, silik bir rolü vardı. União Nacional'in ("Ulusal Birlik") nüfuz alanı yerel ve kırsal düzlemlerle sınırlandırılmıştı.
En fazla bir çeşit "sivil kurum" hüviyetine ve gücüne sahipti. Portekiz'deki rejim, bir "parti diktatörlüğü" değil, tüm yalınlığıyla bir "hükûmet diktatörlüğü"ydü.
Salazar bu siyasal şematiğin merkezinde ve kalbindeydi elbet. Lâkin İtalya'dakine yahut Almanya'dakine benzer bir "kişi kültü"ne rastlamak kabil değil. Geleneksel değerlerin ve "düzen" titizliğinin etrafında kurgulanan bir propaganda işliyordu.
Bana kalırsa Salazar'ın dönemin (özellikle de 1940'ların) "ruhu"na nispetle en "aykırı" yanı ise "olağanca yaşam" kavramına dair gösterdiği ihtimamdı.
Portekiz'i, hayatı "olağan" ritmiyle -yani yavaş ama emin- yaşayan bir "barış ve sükûnet vahası" olarak tasarlamıştı.
Bu, ülkenin İkinci Dünya Savaşı esnasında tarafsız kalmasında ve Hitlerciliğin vahşetinden kaçan on binlerce Yahudi'nin -transit geçiş kolaylığı aracılığıyla- Portekiz kıyılarından Amerika'ya doğru yola çıkmasında da kendisini "hissettiren" bir tutumdu.
İçeride komünistlere karşı sürekli, katı ve acımasız bir tasfiye politikası izlendiği yadsınamaz bir gerçek. Siyâsî polis PIDE'nin başkent Lizbon'da müzeleştirilen işkencehaneleri-hapishaneleri (bkz. Aljube Müzesi) tüyler ürperticidir mesela.
Doğrusu Salazar, komünizmi, Katolik değerlere ve Portekiz'in geleneksel yapısına yönelik varoluşsal bir tehdit olarak görüyordu. Bu sebeple, komünist hareketleri bastırmak, devletin "ahlâkî misyonunun" bir parçasıydı.
Fakat bu ve diğer dâhilî çelişkilerine rağmen Salazar'ın "devlet felsefesi"nin Zaman'ın (diğer) Çocukları'ndan (ve belki çağdaş muadillerinden) daha "ihtiyatlı" olduğu aşikâr.
Salazar'ın 1936'da icra ettiği bir konuşma, 1940'ta yaptığı bir açıklama ve 1945'te verdiği bir mülâkat -öyle zannediyorum ki- Salazar'ın düşüncesindeki "devlet" imgesini çözümlemek açısından epey sembolik değerde.
"Devlet'i ilâhlaştırma cinâyeti"
28 Mayıs 1936 tarihinde Salazar, Portekiz'in Braga şehrinde ileride "Salazarcılığın esasları" olarak anılacak olan o meşhur konuşmada, "içi şüphe ve zamanın olumsuzluklarıyla yırtılan ruhlara 'büyük kesinlikler'" sunulması gerektiğini söylüyordu.
Avrupa'da faşizm ve nasyonal-sosyalizm yükselişteyken, Salazar, Portekiz'in kendine özgü bir yol izlemesi gerektiğini vurguluyordu.
1936, aynı zamanda İspanya İç Savaşı'nın başlangıcıydı ve bu, Salazar'ın komünizm korkusunu kemikleştirmişti.
O konuşmanın çarpıcı kısımları şöyleydi:
Biz Tanrı'yı ve erdemi tartışmaya açmıyoruz; keza vatanı ve tarihini, otorite ilkesini ve onun prestijini, aileyi ve aile ahlâkını, emeği ve çalışmanın gururunu da. (…) Bizim 'mutlak'a ihtiyacımız var. (…) Ancak ahlâkî ilkeleri belirleme yetkisini devlete devretmeyeceğiz. Bu tutum, bizi iktidarı ahlâken sınırlandırılmış olarak telâkki etmemize yönlendiriyor. Bu sâyede devleti (…) ilâhlaştırmanın hatasından ve hatta cinâyetinden muaf olduk.
Salazar, inançlı bir Katolik idi. Dahası, tutucuydu. Ne var ki devlet adamlığı kariyerinin hiçbir ânında ne İspanya'da Franco gibi Kilise-Devlet ilişkisinin konturlarını aşındırmış ne de Hitler gibi devleti inançların tepesine bindirmiştir.
"Göklere zulmedebilecek bir güç idrâki…"
25 Mayıs 1940'ta yaptığı bir basın açıklamasında bu hususta ne denli dengeli bir profil çizdiği açıkça görülebilir:
Devlet, Kilise'yle siyâset yapmaktan imtina edecektir. Elbette Kilise'nin de Devlet'le siyâset yapmayacağı güvencesine dayanarak söylüyorum bunu. (…) Devlet'in Göklere zulmedebilecek bir güç idrakiyle bezenmesini doğru bulmuyorum. Öte yandan, Kilise'nin de – inançsal ilkelerin üstünlüğünden faydalanmak suretiyle – İncillerin dahi Sezar'a bıraktığını etkileyecek şekilde eylemlerini yaygınlaştırmasına karşıyım.
1940, İkinci Dünya Savaşı'nın en yoğun dönemlerinden biriydi ve Portekiz, tarafsız bir ülke olarak hem Mihver devletleri hem de Müttefikler arasında hassas bir denge kurmaya çalışıyordu.
Salazar, Hitler ve Mussolini'nin "totaliter devlet" kavrayışının zararlı olduğu kanaatindeydi. Üstelik bu perspektiften kişisel olarak da rahatsızdı.
Gerçekten de "Göklere zulmedebilecek bir güç idrâki" cümlesinin çok yoğun, keskin ve sarsıcı bir niteliği haiz. Devlet'in Tanrı'yla "eş" bir statüye doğru "yüceltilmesi" -nereden bakılırsa bakılsın- bir "teopolitik" sorun doğuruyordu.
Devletin gücü, ahlâkın "meşru/gayrı-meşru", "iyi/kötü" ve "doğru-yanlış" ayrımlarını de "yukarıdan" değiştirmeye "kâdir" olacak seviyeye çıkmamalıydı.
Bu ayrımların kök-pınarı aşkınlıktaydı ve aşkın kalmalıydı. Kilise ise aşkınlıktan aldığı güçle Devlet'in ayağına basmaktan kaçınmalı, üstlendiği misyonun ulviyetine gölge düşürmemeliydi.
Devlet, kendisinden büyük – kendisini aşkın bir "ahlâk" olduğunun farkında olarak kendi sınırlılığının sorumluluğuyla davranırken, böylelikle toplum ve ulusla olan sözleşmesine de sadık kalacaktı.
Toplum ve ulus ise -kendi zaviyesinden- "sınırlılığını" kabullenmiş Devlet ile "gönüllülük" temelinde daha organik bir biçimde "zincirleşebilecek"ti.
Bu "âdil" bir uzlaşma zemini aslında: Ne ezen bir mevcudiyet ne de ezilen bir geriye çekilme.
Uygulamadaki tutarsızlıkları seçikti ancak günümüzde "siyâsî pedagoji" anlamında klâsik Batı liberal-demokrasisi dairesi dışında bir örnek/vakıa olarak ayrıca okuması yapılabilir.
1945 veya "helâk"ın kökenleri
Nihâyet geliyoruz 1945 yılına, yani İkinci Dünya Savaşı'nın bittiği yıla.
Salazar, o günlerde verdiği bir mülâkatta şu cümleleri sarf ediyor:
Nasyonal-sosyalizm, totaliter Devlet kavramına yoğunlaştı. Buna göre her şey Devlet'in kudretinin ve amaçlarının emrine verildi. (…) Aklın sapıtmaları ve ahlâkî sınırlardan yoksunluk, absürtlükler ve canavarca aşırılıklar doğurdu. Böylesi bir sistemde Devlet'in ilâhlaştırılması insanlık onuruna çok vahim tehditler yöneltti. Son kertede uluslararası hayatı da istikrarsız ve tehlikeli kıldı.
Sıkı bir Aydınlanma muhalifi olan Salazar, onun eksiksiz tüm toplumsal şubelerdeki doğal uzantılarına şiddetle karşıydı.
Örneğin "Portekiz'deki siyâsî parti zihniyetinden nefret ediyorum" dediği tarihî verilerle sabittir. Parlamenter nizâma da hâliyle mesafeliydi. İşinde "ehil" ve liyâkatli bir bürokratik-yönetici kadrosuna inanıyordu.
1930'ların faşizan "mitos"larına meyletmedi. "Aklın sapıtmaları" notu bu yüzden. Faşizm ve nasyonal-sosyalizm, birer "Sanayi toplumu ürünü" olarak moderniteyi -ona karşı konumlandıklarını söylediklerinde bile- en uç noktasına taşıdı. "Pagan" temayülleri ise onları geri döndürülemez biçimde "helâk"a götürdü.
Yeni krizlere karşı düşüncenin izini sürmek
Bu yönleri ve "oluş" tarzıyla Salazar pek çok araştırmacıya "sıkıcı" geldi, geliyor. Aksine, ben kendisinde yer yer "özgünlük" sezinliyorum.
Bilhassa siyâset bilimi açısından bence "Salazarcılık" -onunla özdeşleştirilen ve halkı uyuşturmaya matuf "Üç F"nin (Fado, Fátima, Futebol) ötesinde- henüz çalışılmayı bekleyen bâkir bir levha.
21'inci yüzyılda temsilî demokrasinin dünyada adeta can çekiştiği bir vasattayız.
Dahası, bambaşka ve yeni totaliter tehditler (transhümanizm, tekno-feodalizm, karbon ayak izi diktası, yapay et vb.) etrafımızı -doğamıza, hatta fıtratımıza kadar- sarmış vaziyette.
"Olağanca yaşam" açıktan sönümlenme riskiyle karşı karşıya. Büyük kurumların-yönetici gövdelerin sınır tanımazlığı arşa değmeye yakın.
Bu tehditlere bir "reaksiyon" vermek bâbında, tartışmalı bir Salazar figürünün kendisinde veya entegral fikriyatında değil, ancak "ahlâkî sınırlılığıyla yüzleşmiş devlet anlayışı", "olağanca yaşam" vb. siyâsî kuramlar bağlamındaki yaklaşımlarında, güncel sorunlara yanıt arayan ciddi bir düşünce metodolojisinin izlerini sürmek mümkün.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish