Numan Kurtulmuş’un siyasal söylemini ve kurucu yaklaşımını kavrayabilmek için, onun entelektüel formasyonuna odaklanmak zorunludur.
Her siyasal aktörün arkasında, açık ya da örtük şekilde bir bilgi birikimi, bir dünya görüşü ve bu görüşün mayalandığı bir düşünsel iklim bulunur.
Kurtulmuş’un akademik geçmişi, özellikle iktisat disiplini içindeki yerleşik dogmalara karşı geliştirdiği eleştirel tavırla dikkat çeker.
Ancak burada yüzeyde kalan bir “eleştiri” değil, daha köklü bir “alternatif tasavvur” söz konusudur.
Kurtulmuş’un düşünce yapısında, Batı merkezli iktisadi paradigmaya yönelik sistematik bir mesafe vardır.
Bu mesafe, ideolojik değil; kavramsal ve felsefi bir zemine yaslanır.
Özellikle Keynesyen ya da neoliberal modellerin, insanı salt rasyonel ve fayda maksimizasyonu yapan bir varlık olarak konumlandırmasına karşı çıkan yaklaşımı; onu, Homo economicus’un indirgemeci doğasını aşan bir iktisadi insan tasavvuru arayışına yönlendirmiştir.
Bu yöneliş, onu sadece bir iktisatçının ötesine taşıyarak, sosyal bilimlerin geniş perspektifini kuşanabilen bir düşünce insanı haline getirmiştir.
Bu bağlamda, İslam iktisadı üzerine yaptığı çalışmalar yalnızca akademik bir alan açımı değildir; aynı zamanda medeniyet temelli bir alternatifin inşasına yöneliktir.
Bu yönüyle Kurtulmuş’un yaklaşımı, hem eleştirel hem teklif edici karakter taşır.
Eleştireldir; çünkü modern iktisadın içsel tutarsızlıklarını ve Batı epistemolojisinin tek yönlü doğasını sorgular.
Teklif edicidir; çünkü İslam düşüncesinin iktisadi, ahlaki ve toplumsal boyutlarını, çağdaş bir dille yeniden yorumlama çabası taşır.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Moderniteye karşı aldığı konum ise teslimiyetçi bir gelenekçilikten ziyade, seçici bir eleştirelliktir.
Ne gelenek adına modern aklın tüm kazanımlarını reddeder, ne de modernlik adına geleneği tasfiye eder.
Bu açıdan, onun yaklaşımını “tarihselliğe kök salmış ama evrensel ufka açık bir düşünsel duruş” olarak tanımlamak mümkündür.
Bilhassa, Batı düşüncesiyle girdiği diyalogda; yerli düşünce mirasının potansiyelini güncelleme gayreti, onu siyaset içinde yerli düşüncenin entelektüel temsilcilerinden biri haline getirmiştir.
Entelektüel formasyonun bu yönleri, Kurtulmuş’un siyasal söylemine doğrudan yansımıştır.
Kavramlara dayalı, epistemolojik kökleri olan ve estetik bir dil taşıyan bir siyasal üslup geliştirmesi; tesadüfi değil, uzun yıllara dayanan bir düşünsel birikimin sonucudur.
Sadece yöneten değil, anlam üreten bir siyasal figür olarak konumlanması; bu akademik arka planın doğal bir uzantısıdır.
Filozof-siyasetçi tipolojisi: Dil, estetik ve temsil
Numan Kurtulmuş’un siyasal kişiliği, klasik siyasetçi tanımlarının sınırlarını aşan, çok katmanlı bir temsil pratiğine işaret eder.
Onun siyasetteki duruşu, yalnızca kurumsal sorumluluklar ya da mevkiyle sınırlı değildir; daha çok bir “anlam taşıyıcılığı” biçiminde tezahür eder.
Bu anlam taşıyıcılığı, felsefi ve ahlaki ilkelerin siyasal dile yansımasıyla şekillenir ve bir tür “filozof-siyasetçi” tipolojisinin çağdaş bir örneğini ortaya koyar.
Bu tipolojinin tarihsel kökeni, elbette Platon’un “filozof-kral” idealine kadar geri götürülebilir.
Ancak burada söz konusu olan, doğrudan Platonik bir epistemolojik üstünlük değil; daha çok ahlaki sorumluluk, düşünsel tutarlılık ve temsil ettiği değerlerle siyaset yapma iradesidir.
Kurtulmuş’un söyleminde sıkça karşılaşılan “hikmet”, “irfan”, “ortak akıl” ve “millet şuuru” gibi kavramlar, rastgele seçilmiş politik etiketler değildir.
Bunlar, uzun soluklu bir düşünsel mirasa yaslanan, aynı zamanda siyasal iletişimde bir seviye ve derinlik öneren kavramsal sabitelerdir.
Siyasal söylem, çoğu zaman pragmatik zorunluluklarla biçimlenir ve gündelik olayların ağırlığı altında şekil kaybeder.
Bu bağlamda, estetik ve entelektüel nitelik taşıyan bir dil kurmak başlı başına bir meydan okumadır.
Kurtulmuş’un söylemindeki estetik ve ahlaki derinlik, siyaseti yalnızca “yönetme sanatı” değil, aynı zamanda bir “anlam inşası” olarak gören yaklaşımdan kaynaklanır.
O, konuşmalarında kelimelerin biçimini değil, kökenini ve manasını önemseyen bir dikkatle hareket eder.
Bu tutum, onu siyaset sahnesinde farklı bir konuma yerleştirir: Sözle inşa eden, kelimeleri araç değil anlamın taşıyıcısı olarak gören bir temsil biçimi…
Bu temsil biçimi aynı zamanda bir toplumsal uzlaşı dilini de beraberinde getirir.
Zira Kurtulmuş’un siyasal üslubu, kutuplaştırıcı değil; birleştirici ve kuşatıcı bir dile yönelir.
Bu yönelim, salt bir stratejik tercih değil, düşünsel bir duruşun uzantısıdır.
Onun siyasette “ötekileştirme” yerine “ortak değerlerde buluşma” söylemini merkeze alması, aynı zamanda Anadolu irfanının siyasal dile tercümesidir.
Bu irfan; öfkeyi değil merhameti, çatışmayı değil temsili, mutlakçılığı değil müzakereyi önceler.
Filozof-siyasetçi tipi, yalnızca düşünce üreten değil, aynı zamanda o düşüncenin estetik bir formda topluma sunulmasıyla ilgilidir.
Bu bağlamda Kurtulmuş’un zaman zaman akademik bir dille hitap etmesi, onun siyasetçinin sadece “halkı yöneten” değil, aynı zamanda “toplumu eğiten” bir figür olduğu fikrine dayanmaktadır.
Siyasal hitabetin pedagojik bir boyutu olduğu varsayımı, onun temsil pratiğinde belirgin biçimde gözlemlenir.
Bu da bizi, estetik, ahlak ve temsilin kesişiminde duran bir siyaset anlayışına götürür.
Kurtulmuş’un bu yönü, modern Türk siyasetinde giderek kaybolan kavram eksenli siyasetin yeniden hatırlanmasını da sağlar.
Bugünün çoğu siyasal figürü için söylem, iktidar mücadelesinin teknik bir aracına dönüşmüşken; onun için söylem, bir ahlak manifestosudur.
Her kavramın bir geçmişi, bir yükü ve bir işlevi olduğunu bilen bir bakışla, söylemde sadelik ve sahicilik arasında dengeli bir ilişki kurar.
Bu da siyasetle hakikat arasındaki kadim ilişkiyi yeniden hatırlamamızı sağlar.
Kurumsal rol ve meclis başkanlığı: Anayasal denge ve kamusal alan inşası
TBMM, modern Türkiye’nin siyasal varoluşunun temelidir; egemenliğin halka ait olduğunun somutlaştığı bir yapıdır.
Bu sebeple Meclis Başkanlığı, yalnızca idari bir görev değil; bir anlam inşası, bir gelenek sürdürme ve temsil etiği meselesidir.
Türkiye’nin siyasal tarihinde, Meclis’in rolü zaman zaman formel sınırlar içerisine hapsedilmiş, zaman zaman da sembolik ağırlığının ötesine geçememiştir.
Oysa kurucu meclis ruhu, TBMM’yi sadece yasama organı değil, aynı zamanda milletin kolektif vicdanı, ortak aklı ve siyasal ahlakının merkezi olarak tahayyül etmiştir.
Bu bağlamda, Kurtulmuş’un başkanlık görevini üstlenirken ortaya koyduğu üslup ve yaklaşım, Meclis’in bu kurucu karakterine yeniden hayat verme arzusunun bir göstergesidir.
Meclis’in kurumsal hafızasını tahkim eden bir yaklaşım, geçmişle bağ kurmayı ve o bağ üzerinden geleceği inşa etmeyi gerektirir.
Kurtulmuş’un konuşmalarında sıkça vurguladığı “millet iradesi”, “anayasal denge” ve “ortak uzlaşı” kavramları, yalnızca politik retoriğin değil, anayasal sadakatin ve meşruiyetin bir ifadesidir.
Meclis’in doğrudan doğruya milletin temsilcisi olduğu anlayışı, onun siyasal tutumunun temel dayanağıdır.
Bu yönüyle, TBMM Başkanlığı’nı teknik bir görev değil, tarihsel bir sorumluluk olarak icra etmektedir.
Burada, Jürgen Habermas’ın “kamusal alan” teorisi, Meclis’in üstlenmesi gereken rolü anlamak bakımından yol gösterici olabilir.
Habermas’a göre kamusal alan, bireylerin özgürce fikir alışverişinde bulunabildikleri, ortak aklın tecelli ettiği ve demokratik meşruiyetin üretildiği bir zemin olarak tanımlanır.
Meclis, bu anlamda yalnızca karar alınan bir yer değil, aynı zamanda milletin kendi kaderine dair müzakere ettiği bir alandır.
Kurtulmuş’un bu kavrayışı benimsediği; farklı düşünceleri, toplumsal talepleri ve siyasal eğilimleri yok saymak yerine, onları Meclis zemininde anlamaya ve temsil etmeye yönelik iradesinden anlaşılmaktadır.
Bu da Meclis’i gerçek anlamda bir “kamusal alan” hâline getirme çabasını gösterir.
Özellikle yeni anayasa tartışmalarında bu tutum daha da belirginleşmektedir.
Yeni anayasa söylemi, çoğu zaman güncel siyasi hesapların ya da popülist beklentilerin bir aracı olarak gündeme getirilegelmiştir.
Oysa Kurtulmuş’un bu konudaki yaklaşımı, popülist değil, kurucu bir öneri niteliği taşır.
Yeni anayasa meselesini yalnızca hukuki bir metin değişikliği olarak değil, toplumsal bir sözleşme olarak görmekte; milletin tüm kesimlerini içine alacak geniş bir müzakere zeminini öncelemektedir.
Bu yönüyle anayasa tartışmalarına taşıdığı derinlik, siyaseti teknik bir uzmanlık alanı olmaktan çıkarıp, ahlaki bir uzlaşı zeminine dönüştürme iradesini de yansıtır.
Anayasa yapımı gibi yüksek meşruiyet gerektiren süreçlerde, toplumun ortak değerlerinin ve tarihsel hafızasının dikkate alınması bir lüks değil, zorunluluktur.
Kurtulmuş’un bu noktadaki tutumu; Türkiye’nin hem modernleşme serüveniyle hem de kendi medeniyet kodlarıyla barışık bir anayasal düzen arayışına işaret eder.
Bu bağlamda yeni anayasa, Batı’dan ithal bir form değil; milletin irfanından beslenen yerli ve tarihsel bir tasavvurun ürünü olarak tahayyül edilmelidir.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish