Batı'da değerler krizi derinleşirken, yeni papa ne vadediyor?

Dr. Osman Gazi Kandemir Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Papa XIV. Leo, Katolik inancının ötesinde, suskunlukla bölünmüş ve vicdani meşruiyetini kaybetmiş Batı dünyasının da son sınavını temsil ediyor.

Gazze'den Roma'ya uzanan bir çağrının tam ortasında duruyor.


Batı, uzun zamandır hem teknolojik üstünlüğünü hem de ahlakî söylemini tüketiyor.

Demokrasi, insan hakları ve inanç özgürlüğü gibi kavramlar, hukuki metinlerin dışına çıkarak sessizlik, çifte standart ve ayrımcılıkla tanımlanmaya başladı.

2020'lerin ortalarında bu çöküşü derinleştiren iki gelişme özellikle dikkat çekiyor:

Gazze'deki sistematik yıkım ve Trump'ın Batı siyasetinde yeniden belirleyici olması.

Bu olaylar, Batı'nın yarattığı değer sisteminin içinin boşaldığını ortaya koyuyor.

Bu ortamda sahneye çıkan XIV. Leo, Katolik Kilisesi'nin ruhani liderliğinden öte bir anlam taşıyor.

Avrupa'nın kültürel pusulasını kaybettiği, ABD'nin normatif gücünü sloganlarla tükettiği, Hristiyanlığın evrensel adalet iddiasının İsrail politikaları karşısında anlamını yitirdiği bir dönemde göreve başlıyor.

Yeni Papa'dan beklenen şey, dogmaları tekrar etmekten çok, sözünü yükseltemeyen, sesi kısılmış bir Batı'ya yeni bir anlam çağrısı yapmak.

Bu yazı, XIV. Leo'nun Avrupa'daki sembolik rolünü değerler krizi, siyasal popülizm, Hristiyan-Yahudi ittifakının meşruiyet sınırları ve Gazze merkezli ahlakî çöküş üzerinden ele alıyor.  


Yeni papanın zamanlaması: Krizin ortasına doğan sessizlik

Papa XIV. Leo'nun kimliği, içinde bulunduğumuz dönemin ruhunu yansıtıyor.

Latin Amerika'nın yoksul mahallelerinden ABD'nin kutuplaşmış siyasi ortamına uzanan bir geçmişe sahip.

Trump'ın ilk döneminde göçmen karşıtı politikaları eleştirmiş, çevre krizini Tanrı'nın adaletiyle ilişkilendirmiş ve Katolikliği sosyal adaletle buluşturma girişimlerinde bulunmuştu.

Ancak onu günümüz krizlerine anlamlı kılan temel unsur, sadece bu duruşları değil; göreve başladığı zamanın sembolik anlamıdır.

Papa'nın seçildiği günlerde, Gazze'deki sivil kayıplar 40 bini aşmıştı.

Çocukların toplu mezarlara gömüldüğü, hastanelerin vurulduğu ve kadınların BM bayrakları altında katledildiği günlerde, Katolik dünyası yeni liderini belirliyordu.

Ondan beklenen sadece dua etmek değil, sessizliği bozmak ve kutsal metinleri yeniden yorumlayarak insanlık onurunun yanında durmaktı.

Trump'ın siyaset sahnesine yeniden dönüşü bu beklentiyi ağırlaştırıyor.

ABD'nin uluslararası kurumları reddettiği, NATO'yu ticari pazarlıklara indirdiği ve İsrail'e koşulsuz destek verdiği bir ortamda Vatikan'ın sessiz kalması, Hristiyanlığın da bu ahlakî çöküşe ortak olduğunu gösteriyor.

Çünkü Batı içinden güçlü bir itiraz yükselmediği sürece dışarıdan gelen eleştirilerin etkisi sınırlı kalıyor.

XIV. Leo eğer sessiz kalmayı sürdürürse, sadece dini bir lider değil, Batı'nın ayakta kalan son vicdan kalesi de yıkılır.

Hristiyanlığın İsrail'e sağladığı sınırsız tolerans Gazze'deki zulme ortak olmaksa, bu sorumluluk Tel Aviv kadar Roma'nın da omuzlarındadır.

Yeni Papa bu ağır yükü kaldırabilecek mi?


Gazze, sessizlik ve Hristiyanlığın ahlakî sınavı

Gazze artık bir savaş bölgesi olmanın ötesinde, Batı'nın değerler krizini açık eden bir vicdan haritasıdır.

Burada yaşananlar askerî güçten ziyade suskunluk, meşrulaştırma ve seçici insan haklarının sonuçlarıdır.

Ve bu süreçte en çok dikkat çeken sessizlik Vatikan'ınki oldu.

2023 sonundan itibaren İsrail'in yürüttüğü topyekûn saldırı, hastaneler, camiler, kiliseler, BM okulları gibi sivillere ayrılmış her alanda yıkıma dönüştü.

Kutsal topraklarda, Meryem Ana'ya adanmış kiliselerin duvarlarına füze parçaları gömüldü.

On binlerce müslüman yanında yüzlerce Hristiyan, Gazze'deki Latin Katolik Cemaati'nin gözetimi altındayken öldürüldü.

Buna rağmen Papa'nın sesi, yalnızca diplomatik düzeyde işitildi. Ne bir kınama ne bir yaptırım çağrısı, ne de inananlara yönelmiş özel bir dayanışma…

Bu suskunluk, sadece stratejik bir tercih değil; inanç temelli bir kırılmanın habercisidir.

Katolikliğin modern dünyadaki saygınlığı, dogmatik prensiplerden ziyade evrensel adalet anlayışına bağlıdır.

Bu bağlamda Vatikan, her inançtan insan için saygınlığı tartışılmaz bir ahlakî otorite olmuştu.

Fakat Gazze'deki trajedi, bu algının temelini sarstı.

Batı'da artık daha yüksek sesle dile getirilen bir soru gündeme geliyor:

Hristiyanlık, İsrail'in vahşetine hangi kutsal gerekçelerle ortak olabilir?

 

Bu sorunun cevabı hem teolojik hem de tarihsel boyutları içeriyor.

Yahudi-Hristiyan ittifakı, Holokost sonrasında vicdani bir telafi arayışı üzerine şekillenmişti.

İsrail'in kuruluşu da Batı için bir tür tarihsel vicdan temizliği girişimiydi ve bu nedenle İsrail'i hedef alan eleştiriler, antisemitizm suçlamasıyla susturuldu.

Ancak bugün Gazze'de yaşanan felaket, bu koruyucu kalkandan vazgeçilmesini zorunlu kılıyor.

Papa XIV. Leo bu konuda tarihî bir eşikte bulunuyor. Trump'ın ikinci döneminde İsrail'e verilen açık çek, uluslararası hukuku zayıflatırken Avrupa'nın siyasi olarak bölünmüşlüğü ve etkisizliği açıkça ortada.

Bu atmosferde, evrensel vicdan adına güçlü ve tutarlı bir ses çıkarabilecek neredeyse tek kurum olarak Kilise kaldı.

XIV. Leo'nun Gazze karşısındaki sessizliği devam ederse, bu yalnızca Papalık makamını değil, tüm Hristiyanlık tarihini de gölge altına alacaktır. 

Kiliseler, yüzlerce yıl boyunca sadece dua edilen yerler değil, zulme karşı sessiz direnişin mekânlarıydı.

Şimdi o gelenek unutuluyor. XIV. Leo'nun Gazze hakkında susmaya devam etmesi, yalnızca bir Papalığın değil, bütün bir Hristiyanlık tarihinin suskunlukla lekelenmesi anlamına gelir.

Bu suskunluk, siyasi bir pozisyon almaktan öte, Tanrı'nın adaletine duyulan inancı da zedelemektedir.

Yeni Papa, gerçekten ahlakî liderlik iddiasını sürdürmek istiyorsa bunu sosyal adaletten bahsetmekten ibaret bırakamaz; Gazze'de yaşanan zulme karşı yüksek sesle itiraz etmek zorundadır.

Çünkü Batı'nın kaybettiği şey, siyasi prestijinden çok vicdanıdır.


Trump'ın gölgesi, Avrupa'nın çöküşü ve papanın sessiz muhalefeti

Donald Trump, Batı'nın siyasi reflekslerini altüst eden bir figür.

ABD'deki ilk başkanlık döneminde yerleşik diplomatik kuralları sorgulamakla kalmadı; NATO'yu pazarlık konusu hâline getirdi, iklim değişikliğini inkâr etti, göçmenlik kavramını kriminalize etti.

İkinci kez Beyaz Saray'a döndüğünde, bu defa çok daha hazırlıklı, çok daha net hedeflerle hareket ediyor.

Onun liderliğinde Batı, artık yalnız güvenlik temelli değil, değer temelli bir çözülme de yaşıyor.

Avrupa'da durum pek farklı değil. Aşırı sağ partiler güç kazanıyor, göçmen karşıtı politikalar merkez siyaset tarafından da benimsendi.

Macron'un “laiklik” tanımı, Almanya'da güvenlikçi yasaların sertleşmesi, Hollanda seçimlerinde büyük başarı kazanan Wilders'ın İslam karşıtı söylemleri, Avrupa'da liberal demokrasinin ahlakî zeminini aşındırıyor.

Özgürlük, eşitlik, insan onuru gibi kavramlar, artık “belirli gruplar” için geçerli tutuluyor. Oysa bu değerler bir zamanlar herkesi kapsamak iddiasındaydı.

İşte bu bağlamda Vatikan ve yeni Papa'nın sembolik rolü kritik hâle geliyor.

XIV. Leo, ne retorik olarak Trump'ın karşısında net bir pozisyon aldı ne de Avrupa'daki sağa doğrudan bir itiraz sundu.

Ancak seçiminin zamanlaması ve verdiği ilk mesajlar, onun bir tür “sessiz muhalefet” figürü olarak konumlandırıldığını gösteriyor.

Göçmenlerin onuruna, çevre krizine ve adalet ihtiyacına yaptığı vurgular, Batı'daki sertleşen kimlik politikalarının karşısına evrensel bir ahlak anlayışını koyma çabası olarak okunabilir.

Fakat sessizlik, bir noktadan sonra işlevsizleşir. Papa'nın, Trump sonrası düzene dair neyi savunduğu, neye karşı durduğu netleşmediği sürece bu muhalefet görünmez hâle gelir.

Özellikle Gazze konusunda olduğu gibi, zulüm açıkça ortadayken sessiz kalmak, yalnızca diplomatik tarafsızlık değil, ahlakî tarafsızlık şüphesi doğurur.

Trump, Batı'nın iç politikasını yeniden şekillendirirken, Hristiyanlık gibi kadim yapılar üzerinde de doğrudan etki kuruyor.

“Tanrı'nın adamı” olarak anıldığı kongrelerde, Evanjelik destekçileriyle kurduğu dinsel-siyasal birliktelik, Papa figürünü neredeyse işlevsizleştiriyor.

Eğer XIV. Leo bu tablo karşısında alternatif bir vicdan sesi sunamazsa, sadece Katolikliğin değil, tüm evrensel inanç sistemlerinin ahlakî temsili zayıflar.

Bu nedenle mesele, Papa'nın ne söylediğinden çok ne zaman konuştuğu ve neye sustuğu üzerinden değerlendirilmeli.

Sessizliğin bile bir tarafı vardır. Hele ki zulmün evrenselleştiği bir çağda…


Kilise, kültür savaşları ve kayıp ahlakî merkez

Batı'da siyaset uzun süredir kültür üzerinden yürütülüyor.

Seçimler ekonomiden çok kimlik tartışmalarıyla şekilleniyor.

Göçmenler, din, cinsiyet, bayrak, aile yapısı… Her biri birer siyasi mühimmat.

Bu savaşta kilise ise giderek sessizleşti.

Eskiden toplumun vicdanı sayılan dini kurumlar, bugün siyasi yelpazenin arkasına düşmüş durumda.

Seküler dünya onları ya nostaljik bir unsur ya da radikalleşmiş bir tehdit olarak görüyor.

İnananlar ise kiliseyi, gündelik hayatın gerçek sorunlarına dokunamayan bir yapı olarak değerlendiriyor.

Bu kopuş, 20'nci yüzyılda kilisenin üstlendiği sivil direniş rolü düşünüldüğünde çok daha çarpıcı hâle geliyor.

Totaliter rejimlere karşı gizli ayinlerde direnen papazlar, Latin Amerika'daki askeri cuntalar döneminde halkla birlikte gözaltına alınan rahipler, Polonya'da Sovyet baskısına karşı yürütülen dini dayanışma ağları…

Kilise, bir zamanlar otoriteye karşı insan onurunun sığınağıydı. Bugünse aynı kilise, otoriteyi rahatsız etmemeye yemin etmiş gibi görünüyor. 

Dünyanın güçlülerinin aynı anda hem inançtan hem iktidardan söz ettiği bir çağda, kutsal olanın gerçekten kutsanabilir kalıp kalamayacağı sorusu karşımızda.

XIV. Leo'nun göreve gelmesiyle birlikte “sosyal adalet” söyleminin yeniden canlanması olumlu bir adım.

Ancak bu adaletin, Gazze'deki bir çocuğa, Avrupa'da dışlanan bir göçmene ya da Latin Amerika'daki yerinden edilmiş bir aileye dokunması gerek.

Aksi hâlde bu söylem, yalnızca bir vitrin olur.

Kilise, kültür savaşlarında taraf seçmek zorunda değil.

Ama bir değeri temsil etmek zorunda.

O değer, bugün devletlerin çıkarlarının değil, insan hayatının yanında konumlanmaktır.

Eğer XIV. Leo bunu başarırsa, Batı'daki değerler krizine karşı sessiz bir ahlakî merkez inşa edebilir.

Aksi takdirde, bir başka kilise dönemi daha, kendi zamanının tanığı olmaktan öteye gidemez.

Ve işte bu yüzden bu dönem yalnız Papa'nın sınavı değil.

Bu, Batı'nın son kalan ahlakî kurumunun da sınavı.
 


Papa XIV. Leo bu boşluğu doldurabilir mi?

Batı'nın yaşadığı kriz, artık sadece siyasi değil.

Bu, bir anlam krizi.

Demokrasi, insan hakları, inanç özgürlüğü gibi kavramlar; Gazze'de yıkılan evlerin, Avrupa'da geri çevrilen teknelerin ve Trump'ın kürsülerinde sarf edilen tehditlerin gölgesinde gerçekliğini kaybediyor.

Sessiz kalan kurumlar, bu çöküşün hızlanmasına yardım ediyor.

Oysa bazı yapıların görevi, susmak değil; tarihe müdahale edecek ahlakî bir ağırlık üretmektir.

Papa XIV. Leo, böylesi bir zamanda göreve başladı.

Onun seçimi, yalnızca Katolik dünyası için değil; ahlakî merkezini kaybetmiş bir Batı için de anlam taşıyor.

Sözleri dikkatle seçiliyor, sessizlikleri daha da dikkatli okunuyor.

Göçmenler, yoksullar ve doğa için sarf edilen cümleler önemli, fakat yeterli değil.

Asıl mesele, bu çağın en derin yarasına -Gazze'ye- dokunup dokunamayacağı.

Trump'ın temsil ettiği agresif popülizm, Avrupa'nın içine kapanmışlık hali ve Hristiyanlığın İsrail politikalarına verdiği sınırsız tolerans, Batı'nın vicdan haritasını bulanıklaştırdı.

Bu koşullarda, XIV. Leo'nun susması sadece bir tavır değil, bir mesaj.

Ve belki de bu mesaj, Hristiyanlığın bugüne dek taşıdığı en ağır sessizliklerden biri.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU