Beklenen Mehdi efsane mi, gerçek mi?

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Ben bu konuyu, alışıla gelmiş geleneksel rivayetler yönünden değil de bilimsel, Kur'ani ve irfani yönden ele alıp inceleyeceğim ve yorumu okuyucuların kendilerine bırakacağım.

Daha doğrusu cevabını bu makaleyi okuyan tahsilli kesimin vicdanına terk edeceğim ve kendimin konuyla ilgili görüşümü ibraz etmeyeceğim.

Dolayısıyla, kimsenin konuya benim değerlendirmem üzerinden yaklaşmasına müsaade etmemeye gayret sarf edeceğim.
Sosyologlara göre, var olan tüm icatlar ihtiyaçtan mütevellittir

Bu durum, tüm ilim, felsefe, teknik ve teknolojilerde olduğu gibi, din, mezhep ve ideolojilerde de böyledir.

Yani dinlerin, inanışların ve ideolojilerin de çıkış nedeni, toplumsal ihtiyaçlardır.

Fakat bu saydığımız şeylerin, topluma hâkim kültür ile uyum içerisinde olmasının da şart olduğunu söylerler.

Buradan hareketle denilebilir ki, bir kurtarıcı olarak "Beklenen Mehdi" inancı da aynen öyle ihtiyaçtan mütevellittir.

Yani bu inanç, "Ortadoğu din ve inanışlarının" buluşudur.

Ortadoğu'da var olan inanış türleri 5'tir.

Aynen öyle doğu inanış türleri de 5'tir.

Tabii ki şu andaki bildik Batı orjinli bir inanç söz konusu değildir.

Yani genellikle tüm dünyadaki din ve inanışlar ya orta doğuya aittir ya da uzak doğu patentlidir.

Ortadoğu inanışlarının üç tanesini İbrahimi dinlerden olan Yahudi, Hıristiyan ve İslam dini oluşturmaktadır, diğer ikisi de Zerdüşt ve Mâni inançlarıdır.

Zerdüştlük İran, Manilik ise Irak Babil menşeli inanışlardır.  

5 tanede de uzak doğu menşeli inanış türlerinin varlığından bahsettik.

Bunlar; Hinduizm, Budizm, Taoizm, Şintoizm ve Konfüçyanizm'den ibarettir. 

Uzak doğu inanışlarında "Mehdi" olayı diye bir şey söz konusu değildir. Bunlarda yalnızca "temenniler" vardır.

Yani, örneğin, öldükten sonra bir hayatı yaşamın temennisi, zalimin ve zulmün bir gün sona ermesi, hastanın ya da hastalığın şifa bulması vs. gibi temenniler söz konusudur.

Yani bunlarda, biz Müslümanlarda olduğu gibi "Mehdinin zuhuru ile zulüm ve zalimin sonu gelecektir, hastalıklar son bulacaktır vs." gibi şeyler mevcut değildir.

Aynen öyle bu durumlar inanç ve ideolojiye de dönüşmüş değildir. 

Doğu inanışlarındaki bu temenniler, orta doğu din ve inanışlarında "itikadi konulara" dönüşmüştür.

Yani bu temenniler, İran'daki Zerdüşt inanışından itibaren inanışa dönüşmüş ve onunla başlamıştır.

Zerdüşt ve Mâni inanışları, mensuplarına şöyle bir müjdeli haber vermişlerdir.

Demişler ki:

Tarihin sonunda, nurun ilahi zulmetin ilahına ve hayrın ilahi şerrin ilahına galip gelip onu alt edecektir.


Evet, bu iki inanışta "Mehdi" diye bir şey söz konusu değildir.

Söz konusu olan, bu iki inanışın "nurun zulmete, hayrın şerre ve iyiliğin kötülüğe galip geleceğini" haber vermesidir.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Dolayısıyla da bu inancın, çok eskilerden beri var olduğudur. 

Aslında bu düşünce, üç semavi inanış içerisinde, "Mehdi" diye bir şahsa dönüştü ve bu, Yahudilikle başladı.

Yani milattan önce 586 yılında Babil Kralı II. Nebukandezar tarafında Kudüs ele geçirilince Kral, Süleyman mabedini yıkmış ve Yahudileri esir alıp Babil'e sürgün etmiştir.

Bu olay Yahudi tarihinde "Babil sürgünü" olarak bilinir ve onların bu sürgün hayatı, yaklaşık 70 yıl sürmüştür.

Babil'in Pers Kralı Büyük Kiros tarafından alınmasıyla, Yahudilerin yeniden Kenan diyarına geri dönmelerine müsaade edilmiş ve Süleyman mabedi tekrar Kiros tarafından yeniden inşa edilmiştir.

Bundan dolayı Yahudilerin Kiros' a büyük saygı duydukları bilinmektedir.

Yahudiler Babil'de 70 yıl kalınca, Zerdüşt inancının etkisi altında kalmış ve "Günün birinde Allah birisini gönderip bizi mutlaka bu zulümden kurtaracaktır" diye inanmaya başlamışlardır.

Çünkü onlar kendilerini "Allah'ın seçkin kulları" olarak gönderiyorlardı.

Ve günah işledikleri için Allah'ın onları şu zulüm, esaret ve sürgün cezasına çarptırdığına, fakat zamanı geldiğinde de Allah'ın bu zulümleri onların üzerinden kaldıracağına ve Mesih diye birini gönderip sonunda onları kurtaracağına inanmaktaydılar.

Sonra da Yahudilikteki bu inanç "Mesihlik" olarak başladı ve beşaret (müjde) olarak bu konu "Tevrat"ta da geçti.

Ayrıca Hıristiyanlıkta da öyledir. 

Tevrat'ta Eşiya (İşaya) kitabında şöyle geçer:

Allah, Mesih isminde birini gönderip, İsrailoğullarını kurtaracaktır.


Sonradan Mesih ortaya çıkınca Yahudiler onun beklenen Mesih olduğunu iddia ettiler.

Fakat gördüler ki bu Mesih, onları kurtaracak biri değildir.

Çünkü onlar, arkasında orduları ve gücü olan birini Mesih olarak bekliyorlardı.

Ama bu Mesih, yoksul ve güçsüz bir Mesih'ti.

Ayrıca memleketinin yer yüzü değil, "gökyüzü" olduğundan haber veriyordu.

Oysaki Yahudiler, memleketi "yeryüzü" olan bir Mesihi bekliyorlardı.

Çünkü Yahudilerin genelinde ahiret inancı yoktur. 

Yani Yahudiler içerisindeki Sadukiler, kimi Ahbar, kültürlü ve entelektüel kesim, ahiretin olacağına iman etmiyorlar.

Fakat Ferisiler gibi avam kesimi ahiret hayatının olacağına iman ederler.

Mesih de bu avam kesimdendi ve bunun için o da ahirete iman ediyor ve benim memleketim ahirettir diyordu.

Sonradan da Sadukiler onun Allah'ın oğlu olduğu iftirasını attılar ve öldürülmesine hükmedip onu dar ağacına çektiler.

İncillerde "Beklenen Mehdi"den asla bir haber geçmez, fakat Pavlus'un mektuplarında bu konu bir müjde şeklinde geçer ve Pavlus der ki:

Mesih, gök yüzüne kaldırıldıktan sonra, tekrar yer yüzüne nazil olacak ve insanları kurtaracaktır. Memleketi de yeryüzü olacaktır.


Kur'an'da da Mehdi'den söz edilmez.

Çünkü Hz. Muhammed (s); "Ben peygamberlerin sonuncusuyum, ben ve kıyamet bu iki parmağım gibidir" demiş ve orta parmağıyla işaret parmağını insanlara göstermiştir.

Yani, çok yakın bir zaman dilimi içerisinde kıyametin olabileceğinden söz etmiştir.

Kısacası Hz. Muhammed (s), sürekli olarak kıyametin yakın oluşuna vurguda bulunmuştur. 

Ayrıca Kur'an: "Kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı" (Kamer:1) diyor.

Yani kıyamet yakındır.

Bundan dolayı olsa Mehdi'nin geliş konusu Kur'an'da mevcut değildir.

Fakat hem Sünni hem de Şii hadislerde vardır. 

Sünnilerin çok önem verdikleri ve Sahihayn dedikleri Buhari ve Müslim'de yoktur.

Fakat diğer eserlerinde vardır. 

Kimi Sünni alimlerin, Mehdi ile ilgili hadislerin, Şiilerden Sünnilere sızdığını söylediklerini görüyoruz.

Yani bunlara göre değil Sünniler, bir tek Şiiler Hz. Mehdi'ye ihtiyaç duyarlar. 

İlk baştan Sosyologların şu görüşlerini naklettik ki, "tüm inanış ve ideolojiler toplumsal ihtiyaçtan doğarlar."

Yani psikolojik ihtiyaçtan mütevellit olurlar.

Bu ihtiyacın da toplumun kültürü ile uyum içerisinde olması gerekir.

Yani onlara göre Şiilerin de imam Mehdi'ye ihtiyaçları vardır ve bundan dolayı da o inancı doğurmuşlardır.

Çünkü Şiiler, tarih boyunca zulme uğramış, Emevî, Abbasi, Osmanlı vs. sultanları tarafından hayli mazlum durumda bırakılmışlardır.

Zira bu yöneticilerin tümü de Sünni idiler ve Şiilere zulmetmişlerdir.

Bundan ötürü de Şiilerde "Mehdi" inancı mütevellit olmuştur.

Daha açıkçası onlara göre "kurtarıcı Mehdi inancı" Şiilerde bu ihtiyaçtan dolayı vuku bulmuştur.

Devlet ve yönetimler Sünnilerin elinde olduğu için de onlar mazlumiyet ve mağduriyet ile karşılaşmamışlar.

Dolayısıyla da Mehdi'ye ihtiyaçları olmamış.

Bundan ötürü dediler ki, bu inanç, Şiilerden Sünnilere geçmiştir.

Yani kimi Sünni alimler derler ki, Mehdilik ile ilgili rivayetlerin tümü de zayıftır.

Çünkü Sahihayn' de onunla ilgili herhangi bir rivayet söz konusu değildir.

Kısacası, İslam tarihinde bu inanç, gayet özet geçmiş ve bu düşünceye pek de önem verilmemiştir.

Mehdi hususunda Şiiler ile Sünnilerin farkı şudur:

Sünnilerce Mehdi henüz doğmamıştır, fakat gelecekte doğacaktır.

Şiiler ise onun doğduğunu söylerler.

Çünkü Sosyologların dediği gibi ihtiyaç ve uyum üzerinden meseleye baktığımız zaman, Şiilerin kurtulmaya ihtiyaçları vardır ve bilindiği gibi Emevî ve Abbasi dönemlerinde Şiiler büyük sıkıntılar içerisinde yaşamışlardır.

Yine uyum açısından da bakıldığında, Mehdi konusu, Şii itikadı ile de uyum içerisindedir.

Çünkü Şiilerin 11 imamı vardır. Oysaki peygamber (s) 12 halifeden (imamdan) söz etmiştir ve "Benden sonra iki halife gelecektir…" demiştir.

Bunlardan 11 tanesi bilinen imamlardır. Ve bunların tümü de tarihi şahsiyetlerdir.

Herkes bu 11 imamla irtibat kurmuştur. Fakat yalnızca 12'nci imam ile irtibat kuramamışlardır.

Yani 11'inci imam Hasan Askeri'nin evladı yoktu.

Ama Şiiler dediler ki, "Onun oğlu kesinlikle kayıp olmuştur."

Çünkü o imam olmaz ise Şiilerin itikadı uyumsuz kalırdı.

Önceden de dedik ki itikat, gerçekler ile mutabık olan ilmi bir konu değildir.

Fakat itikatların, ihtiyaç ve uyum üzere oluştuğu da iddia edilmektedir.

Yani bu görüşe göre bir şeyin itikada dönüşmesi için, kendinden önceki itikatların özetiyle uyum sağlaması da gerekir.

Örneğin, Şiilerin 50 tane itikatlarının bulunduğunu farz edelim, onlardan birisi de Mehdilik itikadıdır.

Bu itikat da tüm diğer itikatlar ile uyum içerisinde olmalıdır.

Şiilerin itikatlarından biri de onların 12 imam itikadına sahip olmalarıdır.

Şayet o imamlar 11 tane olsa ve bununla son bulsa, bu asıl itikat ile uyum sağlamamış olur.

Bundan dolayı dediler ki, Mehdi vardır ama, kayıp olmuştur. Yani onun varlığı gerekliydi.

Fakat Sünnilerin itikatlarında 12 halife inancı olmadığı için, onlar açısından bu konu pek de önemli değildir.

Daha doğrusu Sünnilerde, Râşit halifelerin dışında Emevî, Abbasi vs. tüm halifeler meşru ve itaatleri vaciptir.

Diğer bir ifadeyle, Sünnilerde de halifeye ihtiyaç vardır.

Bundan dolayı derler ki bir gün gelecek, bir halife gelip işleri yoluna koyacaktır.

Hatta Sünniler, Emevî ve Abbasi halifelerinin tümünde adalet ve takvanın olmadığını ve onların zalim olduklarını bilmelerine rağmen, yine de güçsüz bırakılmış olanları, halifenin bir kurtarıcı olduğuna inanır ve onu beklerler.

Çünkü nebevi hadiste şöyle buyrulduğuna inanırlar:

Sultan zalim de olsa, ona itaat etmeniz farzdır.


Bu hadise rağmen kimi Sünni alimler der ki, "Bizler beklemede kalacağız ve bir zaman gelecek ki, Allah Mehdi'yi gönderecek ve o geldikten sonra da yer yüzünü adalet ile dolduracaktır."

İşte Sünniler ile Şiilerin farkı budur.

Önceden de söylenildiği gibi Şiiler, şimdi ve şu anda Mehdi'ye muhtaçtırlar.

Yani Şiilerin ihtiyaçları olan imam, şimdi mevcuttur.

Bundan dolayıdır ki Şiiler imam vardır fakat kayıptır demişlerdir. İşte farkları budur. 

Tekrar itikat konusuna döner isek, diyebiliriz ki hiçbir itikat, hariçte mevcut değildir.

Örneğin Allah inancı diyoruz. Oysaki Allah'ın hariçte varlığı söz konusu değildir.

Allah nefis/mana aleminde mevcuttur.

Nefis alemindeki inançlar iki türlüdür, ya hurafe inançlardır, örneğin cin vs. gibi.

Ya da gerçek inançlardır, yani gerçektirler ama, bu alemde (tabii alemde) mevcut değillerdir.

Örneğin melekler, ölümden sonraki hayat vs., bunlar, bu alemden (tabiat aleminden) başka bir alemdedirler.

Allah da öyledir. O da bu tabiat aleminde değildir.

İmam Mehdi de yine tabiat alemi dışı olan başka bir alemde yani enfüsi alemdedir. 

Şiiler, imam Mehdi'nin bu alemde (tabiat alemi) ve hariçte mevcut olduğunu söylemelerine rağmen, şimdi dahi ona muhtaçtırlar.

Ona ihtiyaçlarının birinci nedeni; Mehdi ile 12 imamı tamamlamış olmalarıdır.

İkinci nedeni de imam Mehdi'nin Şii mercilerine (Müçtehitlerine) meşruiyet kazandırmış olmasıdır.

Açıkçası Şiilerin varlığı, beklenen ve kayıpta olan Mehdi'ye bağlıdır.

Çünkü bu inanç, Şiilerin tümünü ilgilendirir ve merceiyete de güç ve meşruiyet kazandırıyor. 

Şiilerin sahip oldukları merceiyet, Sünni merceiyetten daha güçlüdürler.

Örneğin tüm dünya Sünni alimleri, Şii merceiyeti kıskanıyor ve diyorlar ki, bizler neden onlar kadar güçlü olamıyoruz.

Mesela bir tek Irak'taki Ayetullah Sistani, bir küçücük fetvası ile emperyalist dünyayı alt etti ve oluşturulan "İŞİD" gibi dev bir canavarı yıkıp yok etti.

Yine küçük bir fetva ile Irak'ı onlardan kurtardı.

Fakat Sünnilerde bu gibi güçlü bir merceiyet söz konusu değildir.

Bunun dışında Şiilerdeki merceiyet, kutsallık konumuna da sahiptir.

Fakat Sünnilerin merceiyetinde kutsallık yoktur.

Onların din adamları Sultana (Siyasi otoriteye) tabidir.

Siyasi otorite onların konumlarını tayin ediyor.

Örneğin el- Ezher Şeyhini, Diyanet İşleri Başkanlığını vs. siyasi otorite tayin eder.

Fakat Şii merceiyetde kudsiyet vardır ve onlar bu kudsiyetlerini, Mehdi ile irtibatlarından alırlar.

İmam Mehdi ise Allah ile irtibat içerisindedir.

Bundan dolayı, Müçtehitler de Allah ile irtibatlı olan birisi ile irtibatlı olmalarından dolayı, kudsiyeti ondan alıyorlar.

Bu sebepten ötürü Şiilerde büyük bir manevi güç oluşmuştur. 

Mehdi'ye olan diğer bir ihtiyaç ise "Humus"dan dolayıdır.

Bu da önemli bir konudur. Çünkü humus, imam Mehdi niyetiyle veriliyor.

Yani rivayetlere göre ancak masum imam humus alabilir.

İmamın gaybetinden sonra, onun naipleri gelip imamın adıyla humus alıyor ve kendilerinin, imamın naibi/vekili olduğunu söylüyorlar.

Şayet İmam olmaz ise, onlara humus verilmez.

Şiiliğin yaşaması hususunda ise, humusun çok büyük bir etkisi söz konusudur.

Yani, bildiğimiz gibi Şiiler siyasi otoriteden hiçbir şey almıyorlar.

Dolayısıyla Şiilerin varlığı humusa bağlıdır.

Çünkü dini talebeler ve din alimleri, onunla varlıklarını idame ettiriyorlar.

Bundan ötürü diyebiliriz ki Şiiler, onunla ayakta kalıyorlar. 

Hasılı Şiilik, iki şey üzerinden varlığını idame ettiriyor:

Birisi imam Mehdi'nin varlığı, ikincisi de humusun varlığı.

Bundan olayıdır ki Şiiler, imam Mehdi'nin var olduğuna vurgu yapıyorlar.

Çünkü şayet imam Mehdi olmaz ise, Şiilik bütünüyle yok olur. 

Kur'an diyor ki:

Şunu bilin ki, elde ettiğiniz her türlü ganimetin beşte biri Allah'a, Resul'üne, Peygamberin yakınlarına ve yetimlere, fakirlere ve yolda kalmışlara aittir. (Enfal: 41)


Ayette geçen "Zil Kurba/yakınlar"dan kasıt, masum olan Ehl-i Beyt'tir.

Hatta Sünni ve Şiiler, humusun Ehl-i Beyt'e verilmesi hususunda görüş birliği içerisindeler.

Şiiler açısından humus, masum imamlardan sonra, onların naipleri olan mercilere verilir.

Buna; "genel naipler" derler. Örneğin humus imam Humeyni, Ayetullah Sistani vs. ye verilir.

Bu tür merciler, insanlardan imam Mehdi adına humus alırlar.

Bunu da imam Mehdi'nin naibi unvanıyla kabul ederler.

Şayet Mehdi olmaz ise, humus da olmaz ve humus olmadığında da Şiilik yok olup gider.

Bundan dolayı yaşayan Mehdi'ye iman etmek elzemdir.

Çünkü bunun vücudu sayesinde Şiilik de vücut bulmaktadır.

Şiilerdeki imam Mehdi'nin intizarı (beklentisi), icabi/pozitif intizardır.

Bu beklenti, aynen "tevekkül" gibidir. Yani Allah'a tevekkül iki sınıftır; "icabi" ve "selbi" tevekkül.

(Pozitif ve negatif- ya da aktif ve pasif tevekkül.)

Ahlaki meselelerden birisi olan hırs ve tamah da öyledir.

Bunun da hem icabi hem de selbi boyutu vardır.

Yani örneğin bilim arayışındaki hırs, "pozitif/icabi"dir.

Dünya malı için hırslanmak ise "negatif/selbi"dir.

Allah'a tevekkül (yani kişinin tüm işlerinde Allah'a dayanması ve O'na güvenmesi) de iki kısımdır:

"Aktif" ve "pasif" tevekkül.

Aktif tevekkül; "gerekli sebepleri yerine getirme ve çaba göstermekle olur."

Pasif tevekkül ise, "sorumsuzca bir bekleyiş içerisine girmektir."

Örneğin, bir çiftçi tarlasını ekiyor, ya da bir üstat ders veriyor ve kalbinde de kurtuluşu bekliyor.

Bu, icabi/pozitif bekleyiştir. Fakat Şiilikte amelen bin yıldır imamın gaybetinden şu ana kadar pasif bir bekleyiş vardır.

Ama imam Humeyni ve İran devrimiyle birlikte bu pasif bekleyiş, aktif bekleyişe dönüştü.

Bekleyişteki pasifliğin nedeni şuydu:

Şiilerde, sahih olduğuna inanılan şöyle bir hadis vardır. Kaimimiz kıyam edene dek beklemek size vaciptir. Kaimin kıyamından önce ortaya çıkan her sancak, sapkındır.


Yani, Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışından önce gelen tüm hareketler, yanlış yönlendirilmiş olabilirler demek istiyor.

Fakat imam Humeyni döneminde bu düşünce bütünüyle kırıldı ve Humeyni dedi ki, artık bu beklenti içerisine girilmemelidir.

Çünkü şu anda tehlikede olan İslam'dır. Yani sosyalizm, liberalizm, laisizm, hümanizm vs. gibi Batı kültürleri, dünyada yayılmaya başladı.

Gençliği, özellikle de kültürlü ve tahsilli kesimi etkileri altına aldılar ve İslam'ın her alanına saldırıya geçtiler.

Hicap, mescitler, dini meseleler vs. gibi maneviyatın tüm boyutlarına saldırıda bulundular.

Bunları göz önüne alarak Humeyni, artık beklemek uygun düşmez dedi.

Sonra da inkılabı başlattı ve şu ana kadar da devam etti.

İşte inkılabın başlatıldığı o ana kadar olan beklenti, selbi/pasif bir beklentiydi.

Yani Şii uleması bin yıl takiyye edip, boşu boşuna onun zuhurunu bekleyip durdular.

Hatta Irak'ta, 1920'li yıllardaki devrimde, onu Şiiler gerçekleştirmelerine rağmen getirip Sünnilere teslim ettiler.

Yani I. ve II. Faysal, Haşimi Sünnilerdi ve İngiltere'nin Sünnileri desteğiyle Irak ülkesinde Krallık yaptılar.

I. Faysal 1921 yılında Irak'ın ilk Kralı olarak tahta çıktı ve 1938 yılına kadar Krallığını devam ettirdi.

II. Faysal ise 1939'dan 1958 yılına kadar Irak'a Krallıkta bulundu.

Bu, en son Kral olarak bilinen bir şahsiyettir.

"14 Temmuz 1958 darbesi" olarak bilinen ve Abdul Kerim Kasım ile Abdusselam Arif liderliğindeki "Hür Subaylar Harekâtı" ile gerçekleştirilen devrim ile de bunların Krallığına son verildi.

Bunlar, Haşimi hanedanını devirdi ve Kral II. Faysal ve ailesini öldürdüler. Ardından da Irak Cumhuriyetini ilan ettiler.

Daha sonra Abdul Kerim Kasım, Sünni Araplara fazlasıyla yönetimde yer verdi ve Şii alimler onu desteklemedikleri için de Sünni Baas partisi yönetimi ele geçirdi ve kısa bir yargılamadan sonra onu da onlar idam etti.

Kısacası Şii alimler, tarihi süreç içerisinde imam mehdi zuhur etmeyene kadar bizlerin devlet kurma diye bir görevimiz yoktur inancıyla hareket etmişlerdir.

Hatta İran'da bile yönetimi Şah'a vermişlerdir. Oysaki Şah, Batının ajanıydı. Şii uleması Şah'a karşı da aynı şeyi söylüyorlardı ve diyorlardı ki, "İmam zuhur etmeyene kadar bizler, sessizce yerimizde oturmaya memuruz." 

İşte buna, "selbi bekleyiş" denir.

"İcabi bekleyiş", imam Humeyni döneminden itibaren başladı.

Çünkü imam Humeyni şöyle dedi:

Artık bu kadar boşu boşuna beklemekle olmaz, bundan sonra amel ile (aktif olarak) Mehdi'yi beklemeliyiz.


Şehit Sadır da aynen Humeyni gibi diyordu.

Yani bunların her ikisi de şöyle diyorlardı:

Zuhurun ön hazırlığını yapıp onu öyle beklemeliyiz.


Yani "kurtuluşun gerçekleşmesi için gerekenleri yapıp, o şekilde onun beklentisi içerisinde olmalıyız."

Diğer bir ifadeyle:

Mehdinin devletini teşkil ettikten sonra onun zuhurunu bekleyeceğiz, oturup da sessiz bir beklenti içerisinde bulunmayacağız. Ve bunu gerçekleştirdikten sonra da asla zalime ve zulme rıza göstermeyeceğiz.


Bu yeni görüş İran'da imam Humeyni ve Irak' da şehit Sadır tarafından başlatıldı.

Evet, bölgeler ve zamanlar farklı olsa da fakat düşünceler aynıdır.

Denilebilir ki, "Mehdi" konusunu imam Humeyni istismar etti ve onu kullanarak İran'da kendi düşüncelerini hâkim kıldı.

Yoksa "Mehdeviyet" ile onun kurduğu sistem arasında herhangi bir bağ söz konusu değildir.

Derim ki, bu konunun anlaşılması için ilk önce istismar/sömürü ile "istiğlal" kavramlarının arasındaki farkı anlamak lazım.

Şayet bu iki kavram arasındaki fark anlaşılır ise, konu kendiliğinden çözüme kavuşmuş olur.

Aralarındaki fark şöyledir:

"İstiğlal", ğill kökünden gelir ve "azlık", "kıtlık" ve "fakirlik" anlamlarını ifa eder.

Cumhuriyet döneminde ise "İstiğlal", "İstiklal" kelimesine dönüşmüş ve bağımsızlık anlamını kazanmıştır. 

"İstiğlal"; bir şeyin pasif/negatif boyutuna işaret eder.

Bunu bir örnek üzerinden şöyle izah edebiliriz:

Örneğin Amerikan ve Batı yönetimi, halkın cehaletinden istiğlal eder ve bundan "kendi çıkarları için istifade ederler" deriz.

İşte bir yönetimin, başka bir halkın cehaletinden kendi çıkarı için istifade etmesine "istiğlal" derler.

Fakat bir şeyi (örneğin Mehdi inancını) halka hizmet etmek için kullanmaya da "itismar" denir. 

İmam Humeyni'nin gerçekleştirdiği bu inkılap, "istiğlal" değildir.

Humeyni, imam Mehdi inancını, İran'da güçlü bir devlet inşa etmek için "istismar" etmiştir.

Yani onun kurduğu devlet 40 yılı aşkındır ki ABD ve İsrail ile tersleşiyor.

Bu düşünce ise, güzel bir istismardır.

Yani imam Mehdi inancı, İran inkılabının içerisinde hayli etkindir.

Tüm halkın imam Humeyni'ye itaat etmesinin nedeni de onun, imam Mehdi'nin naibi olmasından ötürüdür.

Bunun için istiğlal ile istismarı birbirinden iyi ayrıştırmak lazımdır.

Sultanlar ise, imam Mehdi hadisesini "istiğlal" ediyorlardı.

Yani Mehdi hadisesi yeni bir şey değildir.

Örneğin Abbasi halifelerinden "Ebu Harun" da "Mehdi" ismini alıp, "ben Mehdiyim" diyordu.

Abbasi hareketi de "Mehdi" adıyla ve onu müjdeleyerek başlatıldı.

Bizde şöyle bir rivayet de vardır:

İnkılabın bayrağı doğudan kalkacaktır.


Doğudan gaye ise İran'dır. Bu bayrağı dalgalandıranlar da Abbasilerdir.

Onların böyle bir rivayeti uydurmadaki gayeleri, "kendilerinin; Mehdi'nin temsilcisi oldukları imajını yaratmalarıydı."

Sonunda da öyle yaptı ve Mehdi ismi ile "istiğlal" ettiler (yani halkın cehaletinden kendi menfaatleri uğruna istifadede bulundular.) İşte "istiğlal" budur.

Ariflerden kimisi şöyle der:

Biz, pek de 'dinin siyasete müdahale etmemesinden' taraftar değiliz.


Buna rağmen dinin siyasete müdahale ettiği en önemli konulardan birisi, "beklenen Mehdi inancıdır."

Yalan rivayetlere inanmadığımızı da bunun için söylüyoruz.

Çünkü o hadislerden birisinde şöyle geçiyor:

Mehdi zuhur ettiğinde, yeryüzünü adalet ve hakkaniyetle dolduracak, tıpkı daha önce zulüm ve haksızlıkla dolu olduğu gibi.


Yani hadis bize şunu diyor:

Siyasete/devlete çok büyük ihtiyaç vardır.


Oysaki insanların siyasete değil, imamete, dine, imana, ahlaka ve dini değerlere ihtiyaçları vardır.

mam Mehdi zuhur eder ise, insanların imanını güçlendirir, ahlakını takviye eder, itikatlarını artırır vs.

Yani imamın zuhuru ile yalnızca siyasi adalet ikame edilmiş olmayacaktır ve bu akıl dışı bir şeydir.

Çünkü tek bir şahsın tüm dünyada adaleti ikame etmesi muhaldir ve asla mümkün değildir.

Yani eski zamanlardaki insanlar bir halifeye baktıklarında o halife ya adildi ya da zalimdi.

İnsanlar meselenin bu boyutuna bakarlardı.

Fakat şu zamandaki insanlar liderin adil olup olmadığına değil, sistemin ve kanunların adil olup olmadığına bakmaktalar.

Yani bunlara göre lider adil olmayabilir, fakat sistem adil olmalıdır.

Hatta imam Ali'nin kendi döneminde dahi hükümetin başında masum bir imam olmasına rağmen, onun atadığı valilerden biri olan Abdullah b. Abbas dahi (kimi kayıtlara göre.) halka ait olan beytül malı (bütçeyi) tarafına geçirip, Mekke'ye kaçmıştır.

Yine başka bir valisi de bütçeden bayağı malı tarafına geçirip Şam'a kaçmış ve Muaviye'ye sığınmıştır.

Yani devletin başındaki insan, masum bir imam olmasına rağmen, etrafındaki vekil, bakan ve valilerin masum ve suçsuz olmaları mümkün değildir.

Bundan dolayı bu işin (Yani Mehdi'nin zuhuru ile yeryüzüne adalet ve hakkaniyetin hâkim olması) aklın hilafınadır. 

Bu iş, Kur'an'ın da hilafınadır. Yani Şii ve Sünniler derler ki, Mehdi'nin zuhur etmesiyle yeryüzünde onun adaleti ikame edeceği konusu Kur'an'da mevcut değildir.

Kur'an'da mevcut olan şey, kıyametin kopması hadisesidir.

Kur'an: "Kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı" (Kamer: 1) diyor.

Diğer bir ayette de Kur'an müşrikleri iki şey ile tehdit ediyor ve "Ya azap ya kıyamet." (Meryem :75) diyor.

Yani onlara ya azap inecektir ya da kıyamet kopacaktır.

Enam Suresi'nde de şöyle diyor:

Kıyamet ansızın başlarına kopuverince (Enam: 31)


Yani Kur'an, Kureyşlileri tehdit edip diyor ki, "kıyamet sizin için ansızın başınızda kopacaktır."

Bu "beğteten/ansızın" ayeti, hiçbir zaman 12 halife ve nebinin "Sonra benim neslimden birisi zuhur edecektir, ismi ismimden ve… yer yüzünü adalet ve hakkaniyet ile dolduracaktır" vs. gibi sözleriyle uyum sağlamıyor.

Şayet ahır zamanda Mehdi zuhur edecek ve adaleti hâkim kılacak ise, peki Allah niçin insanları kıyametin kopması ile tehdit ediyor?


Demek istediğim şu ki Kur'an, bu düşüncenin zıddınadır.

Fakat Ahd-i Kadim ve Ahdi Cedit'de, Mesih'in zikri söz konusudur.

Fakat Kur'an, Sahih-i Buhari ve Sahihi Müslim'de bu konular mevcut değildir.

Hatta bu iki kaynakta, tek bir hadis dahi yoktur.

Yine Ehl-i Sünnet 'in en büyük alimlerinden biri olan İbn Haldun da Mehdi hakkında o kadar rivayetler bulunmasına rağmen, onu inkâr etmiştir.

Ayrıca el-Menar tefsirinin sahibi Reşit Rıza, Dünya Müslüman Alimler Birliğinin kurucu başkanı Şeyh Yusuf Kardavi, Pakistanlı çok büyük ariflerden biri olan İkbal Lahuri, Iraklı büyük düşünür ve tarihçi Beşşar Evvad Maruf gibileri de inkâr etmişlerdir.
 


Peki bir hadis, bu kadar fazla nakledilmesine rağmen aklın, Kur'an'ın ve Sahiheyn'in hilafına olabilir mi?


Demek ki bu hadisler, Şii ve Sünniler arasındaki psikolojik durumlardır.

Fakat önceden de dediğimiz gibi Mehdi meselesine inanmak, Şiiler için zaruridir.

Çünkü Şiilerin varlığı, hayatta olan bir imamın varlığına bağlıdır.

Dolayısıyla, Mehdi ile ilgili inanılan tüm konular ve rivayetler hurafedir. 

Şiilerin büyük biyografi (rical) alimi Ayetullah Şeyh Asifi Muhsini de (ki bayağı eserleri vardır ve saygın alimlerden biridir ve Kum'da yaşamaktaydı fakat yakın zaman da vefat etti) "el-Hadis-i Mutebere" diye 8 ciltlik bir eserinde, ayrıca 110 ciltlik Biharü'l- Envar isimli ansiklopedik eserin 15 cildine yazmış olduğu şerhinde (ki onu da 2 ciltte özetlemiştir), ele aldığı konulardan biri de imam Mehdi hakkındaki hadislerdir.

Orada şöyle der: 

Biharü'l-Envar'da muteber nakledilen hadislerin tümü 49 hadisten ibarettir. Onlardan 48 tanesi yalan ve hurafedir, dolayısıyla da zayıftır.


Onlardan yalnızca 1 tanesi sahihtir ve onda da yalnızca, "İmam Mehdi doğmuştur" deniliyor.

Yani 11'inci imam Hasan Askeri'nin oğlu olduğundan haber veriliyor.

O hadiste, bundan öte herhangi bir söz söylenmemiştir.

Peki, o doğan çocuk imam mıdır ve o kadar mucizelerle birlikte nasıl bin yıl yaşamış ve hayatta kalmıştır?

Nasıl imam olmuştur?

Onun imam olduğunu kim söylemiştir?

Kayıp olmasının sebepleri nelerdir vs., bunlarla ilgili hiçbir konu geçmemiştir. 

İmam Mehdi'nin gaybete çekildiği sebepleri de incelediğimizde, tümünün de aklın hilafına olduğunu görüyoruz.

Ayrıca, doğumuyla ilgili her şey de mucizelerle dolu ve hurafelerden ibarettir.

Yani imamın Nergis isimli ve esir olarak alınan Rum asıllı Cariye bir hatun tarafından doğurulması tümüyle aklın hilafınadır.

Yine Mehdi'nin zuhur ettiğinde dünya nüfusunun 3/2 sini katletmesi de akıl dışıdır.

Örneğin, şu andaki dünya nüfusu 8,5 milyar ise, imam Mehdi onun 6 milyarını katledecektir.

Geriye kalanlar da Şiiler olacaktır.

Peki, bu nasıl olur?

Şayet Mehdi Sünni ise, insanları Sünni mezhebine davet edecektir, şayet Şii ise, Şii mezhebine davet edecektir.

Yani Sünni ise, Şiilerin 3/2 sini, Şii ise, onların 3/2 sini katledecektir.

Kısacası zuhur ile ilgili öyle şeyler söyleniyor ki, akıl onların vuku bulacağını asla kabul etmiyor.

Örneğin Allah'ın, yer yüzünü katletmekle adaleti hâkim kılıp onu yönetmesi aklın kabul edeceği bir şey değildir?

Şayet denilse ki Mehdi, kan dökmeden ve Demokratik kurallar ile dünyayı yönetecektir, buna eyvallah denir.

Çünkü yeryüzündeki insanlar içerisinde inkârcı, müşrik, laik, deist, Budist, Yahudi, Hıristiyan vs. gibi birçok insanlar vardır ve bunlar arasında bolca ihtilaflar da mevcuttur.

Bunların tümünü bir tek dikta ve zor kullanan sistem ile yönetmek adalet olabilir mi?

Hiçbir zaman adalet, bu türden topluluklarda kılıç ve kıtal ile gerçekleşemez.

Bunların dışında, imamın doğumundan bahsedildiğinde bile, "serdap" denilen her evin altında bulunan sığınaktan da bahsedilir.

O "serdap"ta doğduğu için hiç kimse, hatta güvendiği kimseler dahi onu göremiyor.

Doğumunun bile, annesinin sağ bacağından olduğunu ve secde edip zikir çekerek doğduğunu söylerler.

Yani her şeyi hayali bir şekilde anlatırlar. Anlatılan bu şeylerin hiç birisi, tabii şeyler değildir.

Bu sözler avam halk için inandırıcı olabilir, çünkü o zamanda ve hala da avamın aklı zayıftır.

Bu hikayeleri duyunca keyif kaparlar. Fakat şimdiki insanların büyük bir kesimi kültürlü insanlar oldukları için, bu sözler onların akılları ile uyum sağlamıyor.

Önceden de dediğimiz gibi, Sünnilerin inancında Mehdi henüz mevcut değildir.

Aynen öyle, Şiilerin nezdinde de imam Mehdi dedikleri şekilde mevcut değildir.

Ama onlar için Mehdi, kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğu için, onun hariçteki varlığını iddia ediyorlar.

Fakat arifler buna inanmıyor. Çünkü "onun hariçteki varlığı için ne tarihi ve ne de ilmi delil söz konusu değildir" derler. 

Arifler şunu derler:

Biz, varlığın başka bir türü üzerinden imam Mehdi'nin mevcudiyetine inanıyoruz.


Yani Mehdi'nin varlığı, "enfüsi varlıktır" (yani "mana alemindeki varlık"tır).

Buna irfan dilinde "keşif ve Şuhut alemi" derler.

Yani Mehdi hakikatinin doğrudan sezilmesi ve ona şahit olunması; "hakikatin doğrudan idrak edilmesi ve gizli gerçeklerin açığa çıkması ve yine kalbin ve ruhun onu doğrudan idrak etmesiyledir." 

Kısacası, arifler nezdinde "Keşfi Şuhut" ile şu anda Mehdi'nin mevcut olduğu sabit olmuştur.

Onunla ilgili rivayetlerin tümü de hem hurafe hem zayıf hem de aklın hilafınadırlar.

Fakat arifler, Keşfi Şuhut ile buna iman ediyor ve Mehdi'ye "Hızır" diyorlar.

Ve yine diyorlar ki, "Arif bir insanın kemalat ve maneviyat yolunu yürümesi, Hızır olmaksızın mümkün değildir." 

Sünniler de buna "Hızır" derler.  

Bu Hızır, Musa nebinin de hocasıydı.

Yani Kur'an'da işaret edildiği üzere gemiyi delen, delikanlıyı öldüren ve o yıkık harabeyi diken şahıs, bu Hızır'dır.

Fakat bunun hariçte varlığı yoktur. Yani enbiya gibi değildir.

Bunun varlığı "Ruhü'l- Kudüs" ün varlığı gibidir. Biz de buna iman ediyoruz.

Yine İsa'nın annesi Meryem'e nazil olan Ruhü'l-Kudüs de budur ve Meryem'e: "Derken ona ruhumuzu göndermiştik de gözüne, azası düzgün bir insan şeklinde görünmüştü" (Meryem: 17) ayetinde söz konusu edilen ve ona bir çocuğunun olduğunu söyleyen, işte budur.

Bu söz, hem Ahd-i Cedit'de hem de Kur'an'da vardır.

Yani Ruhü'l- Kudüs, mücessem olma özelliğine de sahiptir.

Ruhü'l- Kudüs, Musa nebi döneminde de "Salih kul" şeklinde mücessem olmuştu.

Meryem için de cisme bürünmüştü. Hatta şimdi de cisimleşiyor (somutlaşıyor/vücut buluyor.)

Fakat cisimleşmesi hariçte değildir, "Keşf-i Şuhut" da (enfüsi alemde ve insanın iç dünyasında)dır.

"Enfüsi alemin" bağımsız bir varlığı vardır.

Yani harici alemin olduğu gibi "enfüsi alemin" de bağımsız varlığı söz konusudur.

Fakat "enfüsi alem", "zihin alemi" değildir.

Zihin alemi, "hayaller alemidi." ve "itibaridir."

Örneğin evlilik, boşanma, mülkiyet vs. gibi şeyler, zihni aleme has ve itibaridirler. 

Felsefede varlıkla ilgili 3 tanım yapılır:

  1. Harici/realitedeki varlık.
  2. Zihni/Misali varlık.
  3. Enfüsi/iç dünyadaki varlık.

Bu üçüncü varlık türünü irfan ilmi söyler ve gerçekten de vardır.

Fakat hariçte değil, insanın nefsindedir. 

Allah da böyledir. Yani hariçte değil insanın iç dünyasındadır.

Arifler "müminin kalbi Rahmanın arşıdır" derler.

Yani Allah, müminin kalbindedir.

Bu ifade Allah'ın, müminlerin kalbinde tecelli ettiğini ve temiz, ihlaslı bir kalbin, ilahi bir makam gibi olduğunu anlatır. 

Söylediğimiz gibi Allah'ın hariçte varlığı söz konusu değildir.

Buna rağmen yine de mevcuttur. O'nun varlığı başka bir alemdedir.  

Hz. İsa buna "melekut alemi" der.

Arifler ise, afaki alem karşılığı olan "enfüsi alem" derler.

Nitekim aynısı Kur'an'da da geçer:

O'nun gerçek olduğunu kendilerine açıklık kazanıncaya kadar ayetlerimizi ufuklarda da kendi nefislerinde de onlara göstereceğiz. (Fussilet: 53) 


Ayette geçen "afak", bu görünürdeki alemin tümüdür.

"Fi enfüsihim/nefislerinde" sözü ise, imam Mehdi'dir.

Yani onun varlığı hakikidir, fakat o, her insanda var değildir.

Yalnızca ona inananlarda vardır.

Birisi mümin olmasa da şayet bir şekilde sorunu vardırsa, Allah'ın imam Mehdi'yi gönderip o şahsı o sorunundan kurtarması da söz konusu olabilir.

Yani Mehdi, sorunları halleden olabilir.

Bundan dolayıdır ki biz, "Mehdi'nin varlığının hakiki varlık" olduğunu söylüyoruz.

Böyle kabul edildiği taktirde, "Yeryüzünü hakkaniyet ve adalet ile dolduracaktır" hadisi de doğru olabilir.

Yani Mehdi'nin dış alemde olması aklın hilafınadır.

Fakat enfüsi alemde beklenen imam hazır olduğunda, onun (mümin ve arif insanın) vücudu adalet ve kıst (ölçü/hakkaniyet) ile dolu olur.

"Yeryüzünü doldurur" sözündeki "arz/yeryüzünden" kasıt, dışarıdaki bildik "arz" değildir, nefis ve kalp arzıdır.

Yani bu "arz", insanın gençlik döneminde zulüm, şehvet ve isyan ile dolu oluyor, imam onun bedeninde (batınında) zuhur ettiğinde de imamın hükmü ile ondaki tüm şehevi şeyler ve günahlar yok edilir ve insan artık salih insan oluverir.

İşte "yeryüzünü hakkaniyet ve adalet ile doldurur" ifadesinin anlamı budur.

Yani insanın aklı, duyguları ve hisleri, tümüyle adil ve salih olur.

İradesi, hayalleri, düşünceleri ve tüm şeyleri, imanın ve salih amellerin hizmetinde bulunur.

İşte o hadisin anlamı ve tefsiri budur.

Şayet o rivayete bu şekilde bir anlam yüklenir ise, hadis doğru kabul edilir ve sahih olur. 

 

(Devam edecek…)    

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU