Savunma bütçeleri rekor kırıyor, ama gerçek askerî güç hâlâ inşa aşamasında. Liderlik belirsizliği, personel sıkıntısı ve stratejik uyumsuzluk, kıtanın güvenlik mimarisini zorluyor.
Harcama rekoru, güç sınavı
2024 yılı, Avrupa’nın savunma harcamaları açısından son otuz yılın en dikkat çekici dönemlerinden biri oldu. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) Nisan 2025’te yayımladığı rapora göre, Avrupa kıtasındaki savunma harcamaları üst üste dokuzuncu kez artarak 2024 yılında 693 milyar dolara ulaştı. Bu, yalnızca bir önceki yıla kıyasla yüzde 16’lık artış anlamına gelmekle kalmıyor, aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası dönemin en yüksek seviyesine işaret ediyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Polonya’nın yüzde 31, Almanya’nın yüzde 28 ve Finlandiya’nın yüzde 16’lık artış oranları manşetlerde öne çıksa da bu yükselişin asıl belirleyici aktörleri parasal hacim açısından Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık gibi büyük ekonomiler. Zira savunma harcamalarındaki etki yalnızca oransal değil, toplam bütçe büyüklüğüyle ölçüldüğünde anlam kazanıyor.
Peki bu dramatik artışın arkasındaki nedenler ne? Avrupa yeniden neye hazırlanıyor?
Bu yazı, Avrupa’nın yeniden silahlanma sürecini tetikleyen stratejik nedenleri analiz ederken, harcamanın tek başına askerî güç yaratmaya yetip yetmeyeceğini de sorguluyor. Çünkü yeni güvenlik düzeninde yalnızca parası olan değil, bunu etkili şekilde kabiliyete dönüştürebilen aktörler belirleyici olacak.
Silahlanmanın stratejik arka planı: 4 temel neden
Avrupa’nın savunma harcamalarındaki bu ani ve sert yükseliş, salt bir bütçe meselesi değil; derin stratejik endişelerin ve jeopolitik değişimlerin sonucu. 2025 itibarıyla bu dönüşümü şekillendiren dört temel faktör öne çıkıyor:
1. Trump faktörü ve Amerikan taahhüdüne güvensizlik
2024 sonunda Donald Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesi, Avrupa’da güvenlik mimarisine dair en temel soruyu yeniden gündeme getirdi: ABD’ye ne kadar güvenilebilir?
Trump’ın ilk başkanlık döneminde NATO’yu “demode” ilan etmesi, bazı üyeleri savunmama tehdidinde bulunması ve mali yük paylaşımını açık bir pazarlık konusu hâline getirmesi Avrupa başkentlerinde travmatik bir etki yarattı. Şimdi aynı söylemin daha sert versiyonları yeniden gündemde. Avrupa’nın savunma harcamalarındaki artış, yalnızca doğrudan tehdit algısıyla değil, “müttefik boşluğuna” karşı hazırlık ihtiyacıyla da ilgili.
2. Ukrayna savaşı ve konvansiyonel gücün yeniden değeri
2022’de başlayan Rus işgali, uzun yıllar “asimetrik tehditler”e odaklanan Avrupa’nın konvansiyonel savaş gerçekliğiyle yüzleşmesine neden oldu. Tank, topçu, hava savunma ve mühimmat stokları gibi klasik unsurların ne kadar eksik olduğu Ukrayna’daki savaş sahnesinde net biçimde görüldü.
Bu çerçevede, 1990’larda AKKA (Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması) sonrası dönemde küçültülen zırhlı birlikler ve kara kuvvetleri, bugün Avrupa savunmasında ciddi bir boşluk yaratıyor. Konvansiyonel kapasite, artık lüks değil; caydırıcılığın temel bileşeni olarak görülüyor. Bu kapsamda, topçu sistemleri, hava savunma ağları ve mühimmat üretimi gibi alanlara yapılan yatırımların geçici bir panik refleksi mi, yoksa kalıcı bir stratejik dönüşüm mü olduğuna dair tartışmalar sürüyor.
3. Stratejik özerklik arayışı
Fransa’nın uzun süredir savunduğu “Avrupa Stratejik Özerkliği” fikri, artık yalnızca entelektüel bir vizyon değil, pratik bir hedef hâline gelmiş durumda. Avrupa Birliği, ABD teknolojisine olan bağımlılığı azaltmak için “ITAR-free” (ABD ihracat denetiminden bağımsız) sistemler geliştirme hedefini önceliklendirdi. Bu durum özellikle savunma sanayiinde yerli üretim, tedarik zinciri bağımsızlığı ve kritik teknolojilerin kontrolü açısından büyük önem taşıyor.
Bu eğilim, yalnızca güvenlik değil, ekonomik güvenlik ve sanayi stratejisiyle de iç içe geçmiş durumda.
4. NATO’nun yeni bölgesel planları ve Avrupa’nın sorumluluğu
2023 ve 2024 NATO zirvelerinde kabul edilen yeni bölgesel savunma planları, Avrupa ülkelerine daha fazla yük ve sorumluluk getirdi. NATO’nun doğu kanadında Rusya’ya karşı koymak için yalnızca ABD’nin değil, Avrupa’nın da yüksek hazırlık seviyesine sahip, müşterek harekât kapasitesine sahip güçler üretmesi bekleniyor.
Bu çerçevede “Avrupa sütunu” kavramı daha fazla tartışılırken, bunun gerçekleşebilmesi için AB üyelerinin komuta-kontrol yapısından askeri nakliyeye, istihbarattan hava savunmasına kadar birçok alanda somut yatırımlar yapmaları gerekiyor.
Avrupa Birliği’nin niyeti: Beyaz kitap ve eylem planı
Artan savunma harcamaları yalnızca millî bütçelerin refleksiyle değil, aynı zamanda Avrupa Birliği düzeyinde stratejik yönlendirme ihtiyacının da ürünü. Özellikle Ukrayna Savaşı sonrası AB, bu dağınık süreci ortak hedefler doğrultusunda koordine etmeye çalışıyor.
Bu çabanın en somut göstergeleri, 2024 sonbaharında Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan iki temel belge oldu:
- Avrupa Savunma Sanayi Stratejisi (EDIS)
- Stratejik Teknoloji Yol Haritası (STEP)
EDIS: Savunma sanayisinde parçalı yapıdan birlikte üretime
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in ifadesiyle EDIS’in amacı “parçalı bir pazar değil, birleşik bir Avrupa savunma sanayi ekosistemi” yaratmaktır. Bu strateji üç temel hedefe odaklanıyor:
- Üretim kapasitesini artırmak, özellikle mühimmat ve platform bazında.
- Ortak tedarik mekanizmaları kurmak, envanter uyumu sağlamak.
- ITAR-free sistemlere öncelik vererek dışa bağımlılığı azaltmak.
Belgeye göre bu adımlar yalnızca sanayi koordinasyonu sağlamayacak, aynı zamanda Avrupa’nın krizlere hızlı ve birlikte yanıt verebilme kapasitesini de artıracaktır.
STEP: Teknolojik önceliklerin haritası
Stratejik Teknoloji Yol Haritası (STEP), savunmada kritik teknolojilerde dışa bağımlılığın azaltılmasını hedefliyor. Özellikle yapay zekâ, elektromanyetik spektrum hâkimiyeti, sensör sistemleri ve siber savunma gibi alanlarda Avrupa içi üretimin teşvik edilmesi hedefleniyor. Bu yönelim aynı zamanda Çin’in hipersonik silahlar, yapay zekâ ve kuantum iletişim gibi alanlarda yarattığı teknolojik rekabet baskısıyla da ilintili; zira stratejik özerklik yalnızca ABD bağımlılığını değil, sistemik rakiplerle olan teknolojik açığı da kapatma zorunluluğu taşıyor.
Finansal ve politik destek: EDIP çerçevesi
Bu belgelerin hayata geçirilebilmesi için oluşturulan Avrupa Savunma Sanayi Programı (EDIP), ortak alımlar ve araştırma-geliştirme projelerine maddi destek sağlıyor. 2025 itibarıyla yürürlüğe giren bu mekanizma, hem Fransa ve İtalya gibi büyük üreticileri, hem de Polonya ve Baltık ülkeleri gibi harcama artışı yapan yeni oyuncuları aynı çatı altında birleştirmeyi amaçlıyor.
Politik anlamı: NATO’ya tamamlayıcı, ama ikame değil
Her ne kadar EDIS ve STEP belgeleri teknik ve sanayiye dönük görünüyor olsa da, aslında derin bir politik sinyal taşıyorlar:
- AB, savunma alanında yalnızca NATO’ya dayanan bir düzen yerine, kendi “stratejik yönlendirme kapasitesini” inşa etmeyi hedefliyor.
- Bu yönelim, henüz doğrudan bir “Avrupa Ordusu” projesi anlamına gelmiyor. Ancak karar alma, üretim ve tepki mekanizmalarında daha özerk ve hızlı bir AB savunma yapısı oluşturma iradesini yansıtıyor.
Avrupa güvenliği: Bir mimari değil, bir ekosistem
Avrupa Birliği’nin Beyaz Kitap ile ortaya koyduğu savunma vizyonu; stratejik uyum, sanayi entegrasyonu ve ortak kapasite geliştirme hedeflerini içeriyor. Ancak kıtanın mevcut güvenlik yapısı, bu vizyonla örtüşmeyen karmaşık bir gerçeklik sunuyor. Avrupalı stratejistler, bu durumu açıklamak için çarpıcı bir benzetmeye başvuruyor: “Spagetti kasesi”.
Bu ifade, Avrupa’daki güvenlik düzenlemelerinin iç içe geçmiş, çakışan ve sıklıkla birbiriyle rekabet eden yapılarla dolu olduğunu özetliyor.
Avrupa güvenliği, yalnızca NATO veya AB çatısı altındaki düzenlemelere dayanmakla kalmıyor. Aksine, çok merkezli ve çok katmanlı bir sistem söz konusu. NATO ve AB dışında; ikili savunma anlaşmaları, bölgesel ittifaklar (örneğin Baltık merkezli Joint Expeditionary Force – JEF), ad hoc görev gücü mutabakatları ve ABD, Birleşik Krallık, Norveç, Kanada gibi dış aktörlerle kurulan stratejik ortaklıklar da bu yapının parçaları. Bu çoğulluk bir esneklik sağlarken, aynı zamanda stratejik uyum ve ortak refleks geliştirme kapasitesini zayıflatıyor.
Bu karmaşa yalnızca kurumsal yapılarla sınırlı değil. Stratejik hedeflerdeki farklılıklar, savunma yatırımlarındaki yön ayrılıkları ve tehdit algısındaki parçalanma da bu tabloyu besliyor.
Örneğin Avrupa’da aynı anda yürütülen iki farklı altıncı nesil savaş uçağı projesi —Fransa-Almanya-İspanya’nın geliştirdiği FCAS ile İngiltere–İtalya–Japonya’nın yürüttüğü GCAP— Avrupa savunma sanayiini birleştirmekten çok bölüyor.
Diğer yandan bu durumun rekabet yaratarak teknoloji geliştirme açısından fayda sağlayabileceğini düşünenler de var. Buna rağmen Fransa’nın füze programlarına yaptığı yatırımlar ile Almanya’nın kara kuvvetlerine odaklanan yaklaşımı, ortak bir stratejik öncelik bulunmadığını gösteriyor.
Üstelik Avrupa’nın güvenliğinde aktif olan bazı ülkeler (örneğin Norveç, Kanada ve İngiltere) AB üyesi değil. Norveç, katkı ödeyerek birçok AB savunma fonuna katılırken, Kanada transatlantik ittifak içindeki varlığıyla Avrupa güvenliğini destekliyor. Birleşik Krallık ise Brexit sonrası AB kurumlarının dışında kalsa da NATO içindeki kabiliyetleri ve JEF gibi bölgesel yapılanmalardaki öncülüğüyle sahada etkili olmaya devam ediyor.
Bu dağınıklık, bir güvenlik mimarisinden çok, tehditlere göre şekil değiştiren bir güvenlik “ekosistemi” oluşturuyor. Ancak bu sistemde karar alma süreçleri karmaşık, koordinasyon sınırlı ve stratejik bütünlük zayıf kalıyor.
Stratejik bağlantılar ve transatlantik yönelimler
Avrupa’nın yeniden silahlanma süreci sadece bütçeler veya mühimmat stoklarıyla ilgili değil; aynı zamanda güvenlik ortaklıklarının yeniden tanımlandığı, siyasi yönelimlerin yeniden kurgulandığı bir dönemi temsil ediyor. Bu yeni denklemin merkezinde üç kritik aktör bulunuyor: NATO, Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık. Her biri, Avrupa’nın savunma kapasitesinde hem tamamlayıcı hem de sınırlayıcı roller üstleniyor.
NATO: Hâlâ omurga, ama artık koşullu
NATO, kolektif savunmanın (5. Madde) temelini oluşturmaya devam ediyor. Özellikle stratejik istihbarat, komuta-kontrol altyapısı, hava ikmali ve yüksek kapasiteli taşımacılık gibi kabiliyetlerde, Avrupa orduları hâlâ ABD’ye bağımlı. Ancak bu bağımlılık, stratejik özerklik söylemleriyle çatışıyor.
Donald Trump’ın 2024 seçimlerini kazanarak yeniden ABD Başkanı olması, Avrupa güvenlik mimarisinde ciddi bir kırılma riski doğurdu. Trump’ın NATO’ya yönelik eleştirileri, “adil yük paylaşımı” talebi ve gerektiğinde savunmamaya dair açıklamaları, Avrupa başkentlerinde güvenlik garantilerinin artık koşullu olduğu yönünde güçlü bir algı yarattı. Bugün Avrupa’nın birçok yerinde yeniden silahlanma eğilimi yalnızca Rusya tehdidinden değil, müttefik desteğinin geleceğine dair belirsizlikten de besleniyor.
Birleşik Krallık: Avrupa’nın dışında ama güvenliğinde içeride
Brexit sonrası AB savunma projelerinden dışlanan İngiltere, Avrupa güvenliği içinde etkisini başka kanallar üzerinden sürdürüyor. NATO içindeki kuvvet projeksiyon kapasitesi, istihbarat kabiliyeti ve nükleer caydırıcılığı sayesinde kritik rolünü koruyor. Aynı zamanda Joint Expeditionary Force (JEF) gibi bölgesel koalisyonlarla Baltıklar ve Kuzey Avrupa’da stratejik ağırlığını hissettiriyor.
İngiltere’nin güvenlik yaklaşımı iki yönlü: Bir yanda ABD ile kurduğu derin güvenlik ve istihbarat bağları, diğer yanda ise Avrupa savunma sanayi projelerine yönelik ilgisi. Özellikle GCAP (Global Combat Air Programme) konsorsiyumu ile İtalya ve Japonya ile birlikte altıncı nesil savaş uçağı geliştirmesi, AB dışından yürütülen teknolojik iş birliklerinin bir örneği.
Ayrıca İngiltere’nin Avrupa güvenliğine katkısı sadece sanayi projeleriyle sınırlı değil; nükleer caydırıcılık kapasitesi ve Five Eyes istihbarat paylaşım ağı içindeki merkezi rolü, onu kıta savunmasında benzersiz kılan stratejik avantajlar arasında yer alıyor.
Norveç ve Kanada: Sessiz katılımcılar, güçlü etki
AB üyesi olmayan Norveç, birçok Avrupa savunma programına mali katkı sağlayarak katılım gösteriyor; ancak karar alma süreçlerinde sınırlı söz hakkına sahip. Özellikle Kuzey Kutup bölgesindeki güvenlik dengelerinde artan rolüyle dikkat çekiyor.
Kanada ise Trump sonrası oluşan güvensizlik ortamında Avrupa’ya olan angajmanını güçlendirdi. Baltık ülkelerine askerî birlik göndermesi, NATO operasyonlarına verdiği destek ve transatlantik ittifakın sürekliliğine olan bağlılığı ile Avrupa güvenliği için istikrarlı bir dış ortak konumunda.
Liderlik ikilemi ve tarihsel güvensizlik
Avrupa’nın ortak savunma hedefleri teknik ve ekonomik engellerle sınırlı değil; aynı zamanda tarihsel hafızanın ve siyasi rekabetin gölgesinde şekilleniyor. Özellikle liderlik sorunu ve Almanya’ya duyulan ihtiyat, stratejik bütünleşme önündeki en kalıcı engeller arasında yer alıyor.
Almanya: Sessiz lider mi, potansiyel hegemon mu?
Berlin, savunma harcamalarını artırarak ve “Zeitenwende” (çağ değişimi) stratejisiyle daha etkin bir rol üstlenmeye çalışsa da kıta genelinde bu hamleler kuşkuyla izleniyor. Özellikle Orta ve Doğu Avrupa’da, Almanya’nın askeri kabiliyetlerini büyütmesi, geçmişin derin hafızasında yankı bulan bir liderlik endişesini tetikliyor. Almanya açıkça liderlik iddiasında bulunmasa da ekonomik gücü ve sanayi kapasitesiyle fiilen öne çıkıyor. Bu da “rıza ile güç” arasındaki dengeyi kırılgan hâle getiriyor.
Fransa: Askerî aktiflik, siyasal vizyon
Paris hem nükleer caydırıcılığı hem de Afrika’daki askerî varlığı üzerinden Avrupa’da liderlik iddiasını sürdürüyor. Stratejik özerklik söyleminin başını çeken aktör olarak AB savunma politikalarında yol gösterici olma niyetinde. Ancak Fransa’nın bu liderliği, çoğu zaman Almanya ile eşgüdüm zorlukları ve farklı güvenlik öncelikleri nedeniyle sınırlı kalıyor.
Uzlaşı yerine itirazlar
Almanya ile Fransa arasında zaman zaman gündeme gelen “ikili liderlik” modeli, ortak tehdit tanımlarındaki farklılıklar nedeniyle sıkça tıkanıyor. Ne Berlin tam anlamıyla liderliği üstleniyor, ne Paris bu boşluğu doldurabiliyor. Bu durum, Avrupa’da bir liderlik boşluğu değil; daha çok, liderlik girişimlerine yönelik karşılıklı rezervlerin toplamı anlamına geliyor.
Sonuç olarak Avrupa, kolektif refleks geliştirmekte zorlanıyor; çünkü bu refleksin kimin yönlendirmesiyle şekilleneceği belirsiz.
Unutulan gerçeklik: Asker nerede?
Avrupa’nın yeniden silahlanma süreci yalnızca bütçe artışları ya da savunma sanayi yatırımlarıyla sınırlı değil. Asıl belirleyici unsurlardan biri, bu yatırımların insan gücüyle desteklenip desteklenemeyeceği. Kısacası: ordu için kim görev alacak?
Askerliğin çekiciliği azaldı
Birçok Avrupa ülkesi, profesyonel gönüllülük esasına dayalı ordu sistemlerine sahip. Ancak askerlik mesleği, günümüz gençliği için cazibesini büyük ölçüde yitirmiş durumda. Artan yaşam standartları, bireysel kariyer arayışları ve savaşın toplumdan uzaklaşması gibi sosyolojik etkenler, orduya katılım motivasyonunu azaltıyor.
Zorunlu askerliğin kaldırıldığı ülkelerde (örneğin Almanya, Hollanda, İtalya), nitelikli asker bulmak giderek zorlaşırken; İsveç gibi bazı ülkeler sınırlı da olsa yeniden zorunlu askerlik uygulamalarına dönmeyi tartışıyor. Ancak bu tür adımlar kısa vadede nicel dönüşüm sağlamıyor.
Yaşlanan nüfus, daralan havuz
Bir diğer yapısal sorun ise Avrupa’nın demografik eğilimleri. Nüfusun yaşlanması, potansiyel asker havuzunu daraltıyor. Özellikle doğu Avrupa ülkelerinde göç ve doğum oranlarındaki düşüş, savunma planlamasında ciddi risk unsurlarına dönüşüyor.
Silah var, kullanacak kişi az
Tüm bu faktörler, “silah almak” ile “askeri güç yaratmak” arasındaki farkı daha da görünür hâle getiriyor. Tank, uçak ya da roket satın almak görece kolay; ancak bunları kullanacak nitelikli personeli yetiştirmek yıllar alan bir süreçtir. Üstelik yalnızca eğitimle de sınırlı değil: Askerî birliklerin morallerinin yüksek olması, sosyal destek sistemlerinin güçlü olması ve mesleğin toplum içindeki algısı gibi etkenler, askerî kapasitenin gerçek belirleyicileridir.
Bu nedenle bazı uzmanlar, Avrupa’nın güvenlik açığını sadece silah sistemleri üzerinden tartışmanın eksik olduğunu vurguluyor. Toplumsal bağlılık, insan gücü planlaması ve eğitim altyapısı olmadan, yeniden silahlanma süreci bütçe odaklı ama kapasite yoksunu bir gelişme olarak kalabilir.
Harcama artışı güç demek değildir
Avrupa, 2024 itibarıyla tarihsel ölçekte ciddi bir yeniden silahlanma sürecine girmiş durumda. Ancak bu artışın gerçek bir askerî kapasiteye dönüşmesi, yalnızca bütçelere değil, stratejik yönelime, siyasi iradeye ve kurumsal sürdürülebilirliğe bağlı.
Silah sistemlerinin satın alınması, caydırıcılık açısından önemli bir sinyal olabilir; fakat bu sistemlerin etkin biçimde çalışabilmesi için nitelikli insan gücü, operasyonel uyum, ortak planlama ve teknolojik derinlik gerekir. NATO ve AB içindeki birçok ülke için bu boyutlar hâlâ zayıf noktalar olarak öne çıkıyor.
Örneğin, elektronik harp gibi çağdaş savaş alanlarının kritik bileşenlerinde Avrupa’nın halen ABD’ye bağımlı olması, teknolojik egemenlik söylemlerini zedeliyor. Aynı şekilde, genç nüfusun orduya ilgisizliği ya da stratejik liderlik konusunda süregelen çekişmeler, Avrupa’yı savunmada bütünleşik bir aktör hâline getirmekten uzak tutuyor.
Bu çerçevede, Avrupa güvenliği tartışmalarında Türkiye’nin jeopolitik konumu, NATO içindeki kilit rolü ve bölgesel krizlere müdahale kapasitesi de ayrı bir yazının konusu olarak ele alınmalıdır; zira Türkiye, Avrupa güvenliğinin dışlayamayacağı, ama henüz tam entegre edemediği bir aktör konumundadır.
Tüm bu tablo, Avrupa güvenliğinin hâlâ bir geçiş döneminde olduğunu gösteriyor. Evet, para harcanıyor; ama bu harcamaların neye ve nasıl dönüştüğü, Avrupa’nın gelecekteki savunma kapasitesini asıl belirleyecek olan unsur. Tanklar alınabilir, mühimmat üretilebilir; ancak bunları anlamlı bir güç haline getirmek, sadece sanayiyle değil, stratejiyle mümkündür.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish