Din ve mezhepler nasıl doğdu? (2)

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Din ve mezheplerin doğmasının birçok sebeplerinden bahsedilir.

Biz, o sebeplerden biri olan "ihtiyaç ve uyum" konusunu ele alıp incelemeye çalışacağız.

Sünni ve Şii alimler, dinin Allah'tan olduğunu ve Cebrail kanalıyla Nebi'ye geldiğini öne sürerler.

Ben burada, bir sosyolog gibi sizlere dinin nasıl doğduğunu kısa bir şekilde aktarmaya çalışacağım, şöyle ki:

Dinin gaybi boyutunu bir kenara bırakır isek, sosyologlar onun, "toplumsal ihtiyaç"tan kaynaklandığını söylerler.

Sigmund Freud, hem "Totem ve Tabu" adlı eserinde hem de "Bir Yanılsamanın Geleceği" adlı kitabında dinin, insanlardaki bastırılmış nefsani ihtiyaçlarından kaynaklandığını iddia eder.

Fakat benim görüşüme göre dinin doğuşu, "ihtiyaç ve uyum" üzerindendir.

Yani, din ve mezheplerin doğuşu, nefsani, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. 

  1. Ve "uyum" iki kısımdır:
  2. Akıl ile uyum.
  3. Toplum ve toplumsal kültür ile uyum. 

Bence, İslam dininin doğup yayılması, o dönemdeki Arap topluluğunun toplumsal ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır.

Zira, o dönemdeki Arapın toplumsal yapısı fazlasıyla katı tutumlu, kaba kurallı, güçlünün zayıfı ezip yok ettiği, güvenin hiç kalmadığı, büyük çoğunluğun açlığa mahkûm edildiği, özgürlükten hiçbir haberin bulunmadığı bir durum ile yüz yüzeydi.

Bunun karşısında, dönemin Fars ve Rum toplumlarına bakıldığında, onların azametli ve gösterişli bir yapıya sahip olmaları ve insanların güven ve özgürlük içerisinde yaşamaları hayli dikkat çekiciydi.

Arap yarımadasında yaşayan küçük bir kabile bile fırsat bulduğunda kendinden hayli büyük kabileye saldırıp, erkeklerini öldürüyor, kadın ve kızlarını da cariye ediniyordu.

Çünkü o bölgede hem açlık vardı hem de toprak çok verimsizdi.

Yani, onların emniyet ve akla ihtiyaçları vardı.

Çünkü putlara tapmak akla uygun değildi.  

Zira tokluğa gereksinim söz konusuydu.

Bu ve bunun gibi birçok şeylerden dolayı da bir dine ihtiyaç hissediliyordu.

Ayrıca o topluluk içerisinde bu dinin yayılması da gerekirdi.

Kısacası "din" (İslam), hem ihtiyaçtan hem de o dönemin akılcılığı ile uyum içerisinde olmasından dolayı doğdu.

Çünkü bu dinin akılcılığı, putperestliğin akılcılığından daha güçlü ve daha akliydi.

Bundan ötürü de kazanan taraf oldu.

Dinden sonra, mezhepler doğdu.

Onlardan birisi de "Mutezile mezhebi" idi.

Bu mezhep de meselelere "ihtiyaç-uyum" üzerinden baktı.

Çünkü Müslümanlar fütuhattan sonra ikinci asırda, Yunan felsefesi ve Fars kültürü gibi farklı kesimlerle tanıştı.

Bu tanışıklıktan sonra, onlar içerisinde de "akılcılık" doğdu.

Bu sebeple İslam dininde, (Kur'an ve sünnette) yer alan kimi konuların, o dönemin akılcılığı ile uyum sağlamadığı müşahede edildi.

Çünkü akıl diyor ki örneğin Allah'ın arşı-kürsüsü olmaz.

Allah cisim değil, el, ayak, yüz vs. gibi şeyler onda yoktur.

Bundan ötürü Mutezile mezhebine mensup alimler Kur'an'da geçen bu sözlerin mecazi olduğunu iddia edip, akıl üzerinden Kur'an'ın ayetlerini tevil etmeğe (yorumlamaya) koyuldular.

Yani, ayetlere, akıl ile uyum sağlayacak anlamlar yüklediler. 

Mutezile mezhebi, 8'inci yüzyılda ortaya çıkmış bağımsız itikadi bir mezheptir.

İmamiye ekolü ise, ta İmam Ali döneminden itibaren temeli atılmıştı, fakat onun bir ekole dönüşmesi imam Cafer Sadık döneminde oldu ve o imam da 8'inci yüzyılda yaşamıştır.

Dolayısıyla Mutezile ekolü resmi bir itikadi mezhep kabul edilmişken, imamiye ekolü resmi bir ekol olarak kabul görülmemişti ve bundan ötürü de denilir ki Şiiler sonradan gelip Mutezilenin kimi görüşlerini aldılar.


Mutezile ekolü neden yok oldu? 

Mutezile ekolünün yok olmasının nedeni, görüşlerinin şeriat ile uyum sağlamamış olmasıdır.

Zira avamın (genel halkın) her şeyi akıl yolu ile elde etmesi ve aklî olan şeyleri alıp kabullenmesi mümkün değildir.

Ayrıca Eş'ari ve ehl-i hadis alimleri de Mutezile mensuplarını tekfir etti ve dediler ki:

Bakınız, bunlar Kur'an'a iman etmiyorlar. Kur'an Allah'ın arşının bulunduğunu söylerken, bunlar onu inkâr ediyorlar.


Mutezile alimleri son dönemlerinde cin ve meleklerin varlığını dahi tevil edip inkarda bulundular.

Onlar da aynen günümüzdeki laikler gibi düşünmeye başladılar.

Dolayısıyla, Eş'ari ve hadis ehli, şeriatçıları Mutezilenin aleyhine tahrik ettiler. 

Mutezile ekolünü, Abbasi halifelerinden Mütevekkil bitirdi.

Çünkü Mütevekkil, kendi Saltanatını güçlendirmek istiyordu, bunu da ancak Sünni fakihler kanalıyla yapabilirdi.

Ayrıca, onların Saltanatı desteklemelerine de ihtiyaç duyuyordu.

Bundan ötürü de Eş'arileri destekleyip Mutezile ekolüne son verdi.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Dine olan toplumsal ihtiyaç, bir tek aklın gereği değildir.

Çünkü dini, akıl üzerinden elde etmek mümkün olmuyor.

Zaten Mutezilenin hatası da buydu.

Yani, onlar her şeyi akıl üzerinden dinden almak istiyorlardı.

Böyle bir durumda din, hiç kuşkusuz felsefeye dönüşmüş olur.

Oysaki insanların, akıldan çok dine ihtiyaçları vardır.

Zira akıl, dünya işleri için vardır.

Din ise, ahiret hayatına lazım olan şeydir.

Ahiret hayatı da dünya hayatından önemlidir.

Çünkü dünyada birkaç yıl yaşadıktan sonra hayat sona eriyor. 

Kısacası, fakihler Mutezileyi tekfir edince ve Sultanlar da halkın maslahatını onda görünce, onların işi bitiverdi. 

Halkın avam kesimi, aslında Kur'an'da var olan dini ister.

Yani, örneğin, Cennette huri, köşk, saray, bal ve şaraptan havuzları arzu eder.

Fakat Mutezile ekolüne mensup olanlar cennette, "huri, şarap ve baldan nehirler diye bir şeyin mevcut olmadığını" iddia ettiler.

Bundan ötürü de Mutezilenin mizacı halkın mizacı ile uyum içerisinde olmadı.

Oysaki Kur'an, çok güzel bir şekilde genel halkın beklentilerini karşılıyordu. 

Hasılı Mutezile ekolü, avam halkın "taklitçiliğine" isyan edip baş kaldırdı.

Bir toplum içerisinde de taklitçi kafaya sahip olanlara karşı, akla sahip olanların sayısı gayet az ve ancak, yüzde 5-6 civarlarındadır.

Genel halkın durumu, aynen içerisinde bulunduğumuz dönemdeki bilgisayar misalidir.

Örneğin bizler, elimizdeki akıllı telefonların yalnızca yüzde 5'ini kullanıp ondan faydalanabiliyoruz.

O da o telefon ile konuşmak, mesajlaşmak, Google'dan bazı bilgileri almak vs. gibi şeylerdir.

Akıl da aynen böyledir.

Şia'ya gelince, bunlar da (bazı görüşlere göre) Mutezileden kimi itikadi konuları aldı ve onları kendi itikatları ile entegre ettiler. 

Şia'nın inançları, imam Mehdi'nin gaybetine inanmak, ismet konusu vs. gibi şeylerden ibarettir.

Kimi Şia kesiminde (Gulat Şiilerde) ise, aşırı derecede imamlara yücelik isnadında bulunulur ve neredeyse onlara "tefviz" (Allah'ın işlerini imamlara bırakma) gibi uluhiyet nispeti verilir. 

Elbette ki insanların tabiatında ilahlaştırılmış insanlara karşı, aşırı derecede bağlılık (Gulatçılık) söz konusudur.

Buna "hurafeler İslam'ı" da denir.

İnsanların ekseriyeti hurafe şeylere muhabbet besler.

Yani insanların çoğu, aklıyla değil, hayalleriyle yaşar.

Dinin varlık sebebi de zaten hayaldir.

Hatta ünlü Filozof Farabi'nin "el-Medinetü'l -Fazıla/Erdemli şehir" isimli eserindeki bir sözünden hareketle şöyle bir yorum yapanlar da olmuştur.

Güya Farabi demiş ki:

Enbiya hem akıl hem de hayallerle meşgul olurlar, filozoflar ise yalnızca akıl ile uğraşırlar. Bundan dolayıdır ki Filozoflar, enbiyadan daha üstün ve daha yücedirler. Çünkü aklın gücü, hayalin gücünden daha yüce ve daha üstündür.


Hayal gücü, genel insanlarda olduğu gibi, hayvanlarda da vardır.

Dolayısıyla, Şia'nın günümüze kadar devam etmesinin nedeni, sırf akılcı olmayıp, akıl ile hayali birbiriyle entegre etmesinden ötürüdür.

Yani, Şiiler felsefe, mantık, mucize, hadis, nübüvvet, ehli beyt vs. gibi akli ve gayri akli her şeye iman ederler.

Sünniliğin devam etmesinin sebebi ise onların, "siyasi otorite dini" üzere olmalarıdır.

Yani, Sünniliği ayakta tutan şey, siyasi otoritedir.

Kısacası onların ayakta kalmaları, siyasi iktidarlara uymak ve bir de çoğulculuğu teşkil etmeleridir.

Çünkü hadis ya da ünlü bir sözde de denildiği üzere:

İnsanlar yöneticilerinin dini üzeredirler. (Esraru'l- Merfue, s.352)  


Ayrıca, siyasi otoritelerin tümü de Sünni'dir.

Bu şekilde bu mezhep günümüze dek devam ediverdi. 

Gerçek şu ki, mezheplerden her biri, insan şahsiyetinin bir kısmını temsil eder.

Örneğin Mutezile insandan yalnızca "akıl" bölümünün mümessilidir.

Bundan dolayıdır ki devam edemedi.

Oysaki Şia'nın akıl boyutu her ne kadar zayıf olsa da (çünkü onda fazlasıyla hurafeler vardır.)

Buna rağmen onda bir kayıp imam inancı vardır ve sema ile irtibatları bu imam üzerindendir. 

Şiilerde imamın dışında başka bir şey de onlardaki "Humus" konusudur.

Yani, Şia'nın baki kalmasının nedenlerinden birisi de humustur.

Humus, bir tek Şiilerde vardır, tüm ilim havzaları ve dini müesseseler humusu, tüccarlardan alırlar.

Bu da onların baki kalmalarına sebep olmaktadır.

Çünkü bunlar devletten destek almıyorlar. 

Fakat Sünni mezhepleri siyasi otoritelerden maddi destek aldıkları için haliyle alimleri de siyasi otoriteye tabidirler.

Onları göreve tayin eden siyasi otoritedir.

O otorite onları müftü, başkan, imam, müezzin, vaiz vs. gibi görevlere atamaktadır.

Fakat Şia, siyasi otorite ile irtibat kurmadığı, aksine otoritenin zıddına olduğu için, onlar humusu aldı ve onunla ekollerini ayakta tuttular.

Kısacası, Şia'daki ilmi havzaların tümü, humus sayesinde vardırlar.

Şu anda bile bu durum devam etmektedir.

Yani Şiilerin müçtehitleri tüccarlardan humusu alıp, onunla dini talebeler yetiştirmekteler.

Özetlersek; Şia'nın günümüze kadar devam etmesinin sebeplerinden birisi de humustur.

Şayet hem devletten destek almayıp hem de humusa sahip olmasalardı, günümüze kadar devam etme imkanları olmayacaktı.

Sünniler iki kısımdırlar:

  1. Asil Sünniler. 
  2. Genel Sünniler. 

Asil Sünnilere Sufiler de denir.

Mısır, Sudan, Cezayir, Tunus vs. gibi ülkeler, bu türden Sufilerin yaşadıkları bölgelerdir.

Bunlar arasında ırkçılık, mezhepçilik, yörecilik vs. yoktur.

Hatta bunlar arasında Hristiyan dahi vardır.

Tekkelerine, ateist dahil her kesimden insan girebilir.

Bunların hedefleri, insani değerleri ve sevgiyi takviye etmektir.

İşte doğru İslam da budur.


Derviş denilen kimi Şii Sufilerde de böyledir.

Eski Sufilerde daha çok hurafeler mevcuttu ama, şimdikilerde pek de fazla yoktur.  

Müslümanlar arasında yeni oluşan "vicdan" ekolüne mensup olanlar da Sufi ekolü kollarından biridir. 

"Vicdan" ekolü, yenilikçi ve de akılcıdır.

Bununla birlikte insanlığa, Allah ile irtibata ve değerlere vurgu yapar. 

Vicdan ve Sufi ekolüne mensup olanlar içerisinde, tekke ve zaviyelerde ibadet gibi zahiri ve kabuk olan şeylerin hiçbir değeri yoktur.

Yani, bunlarda Şiilik-Sünnilik vs. gibi şeyler üzerine herhangi bir taassup söz konusu değildir. 

Yenilikçi insanın özelliği şunlardır:

Birincisi, onlar akılcıdır.

İkincisi, onlarda taklitçilik ve kudsiyet gibi şeyler yoktur.

Yani bunlara karşıdırlar.

Onlar için kutsal olan, yalnızca Allah ve insandır.

Çünkü insan Allah'ın halifesidir.

Bu ikisi dışında hiçbir şeyin kutsallığı yoktur ve eleştiriye açıktır.

Hatta Kur'an ve tüm din ve mezhepler de eleştiriye açıktır.

Bir tek insanın cevheri eleştiriye kapalıdır.

Cevherden de kasıt, insanın zatı olan "insanlığı"dır ve bunların kutsiyeti vardır. 

Fakat dinci ve mezhepçi olanlar bu konuya öyle bakmazlar.

Onlar için itikat, önder, zaman ve mekanlar da kutsaldır.

İşte insanın aklını donduran da bu kutsallıktır. 

Batı'nın kurtuluşuna bakıldığında, onların ilk yaptıkları şey, kutsalları iptal ile işe başlamış olmalarıdır.

Çünkü Batılılar kutsallığın, akılları çalışmaz hale getirdiğini ve kendilerini eleştiriye kapalı tuttuğunu müşahede ettiler.

Bunları ilk eleştirmeye başlayan da 1483-1546 yılları arasında yaşamış olan Alman Teolog ve Protestan Reformu'nun öncüsü olan Martin Luther oldu.

Luther, Mesihiliği ıslaha başladığında, ilk önce Kilise ve Papaları eleştirmeyle işe koyuldu ve ondan sonra yenilikler ortaya çıkmaya başladı.

Kısacası Batıdaki akılcılık, bireysel düşünce, özgürlük vs. gibi kavramlar, 1596-1650 yılları arasında yaşamış olan Fransız Filozof ve matematikçi Dekart'ın felsefesi ile Luther'in bu yargılamasından sonra ortaya çıktı.

Şii ilim havzalarında ve Sünni el- Ezher'de belirli bir mezhep taassubu, aşırılık ve hurafeler vardır.

Fakat arifler/sufiler, kendi düşüncelerini ahlak ve değerler üzerine bina ederler. Önemli olan da budur.

Ama ilim havzalarında tahsil yapanlar, düşüncelerini itikat üzerinden oluştururlar.

"Şayet sen Şii itikadi üzerindeysen, demek ki sen salih ve cennetlik birisin" derler.

"Şayet Mehdi'ye iman etmez isen, o taktirde de sen insan değil, mürtet ve Şeytan'ın ta kendisi ve cehennemliksin" iddiasında bulunurlar.

İşte sorun buradadır.

Bizim Sofizmin üstünlüğünü iddia etmemizin nedeni de budur.

Çünkü Sofularda taassup diye bir şey yoktur.

Yenilikçilikteki ilk şey de taassup ve taklidin zıddına oluşlarıdır.

Bunlar, insana insan oldukları için ihtiram ederler.

Onların farkı budur.

Diğer mezhepçilerdeki ihtiram, inanç üzerindendir.

Yani, şayet sen Şii ya da Sünni isen sana ihtiram gösterirler.

Önceden de dedik ki, o dönemdeki Arapların toplumsal çöküşü ve çürümüşlüğünün nedeni, arazi değil zatîdir.

Sıfat ve itikatlar arazî şeylerdir.

Zira insan doğduğunda Arap ya da Acem, Sünni ya da Şii olarak doğmaz.

Yalnızca "insan" olarak doğar.

Asıl olan da budur.

Daha sonraları bu insan Arap ya da Acem, Sünni ya da Şii vs. oluyor.

Yani bu türden sıfatlar, daha sonraları ortaya çıkıyor.

Eğitim ya da çevresinden edindiği bilgiler ile insan başka sıfatlar ile isimlendiriliyor.

Bu tür sıfatlar, arazî sıfatlardır.

Bundan dolayı diyoruz ki, Allah katındaki din, "vicdan" dinidir.

O'nun katında Müslümanlık ya da gayri Müslimlik, Araplık ya da Acemlik, Sünnilik ya da Şiilik diye bir şey yoktur.

Allah, yalnızca kulunun salih olmasını ister o kadar.

Çünkü Allah, tüm ırk, ideoloji, din, inanç ve mezheplerden olan bütün insanları seviyordur.

Yalnızca bize "Şerir/kötü insanlar olamayın, biz, bir tek şerir insanı sevmeyiz" der.

Kısacası, Sofizm nezdinde, din ve mezhep esası üzerinden sevilecek biri yoktur.

İslam alimleri şöyle der:

İnsan kemale doğru hareket eder ve kemalatın zirvesine ulaşınca da haddi kemale ulaşır, o da onun cenneti olur. Yani cehennem olan eksiklikten kurtulup cennet olan kemali elde eder. Kur'an'ın zahirinden elde edilen de bu içeriktir.


Arifler ise şöyle der:

Tekâmül, Allah'a kavuşmak için değildir.


Yani dinlere göre Allah ya da cennet, insanın dışındadır.

Arifler açısından ise tekâmül; insanın kendi hakiki zatına ulaşmasıdır.

Zira gerçekte her insanda şehvet, ahlaksal rezillik, riya, zafiyet vs. gibi şeyler mevcuttur.

İnsanın, bu gerçek kötülüklerden, kendi hakiki insanlık zatına hicreti gerekir.

İnsanın hakiki zatı ise, insandaki "ilahi ruhtur."

Yani, Allah insanda vardır. Allah'ın zatı, insanın batınındadır.

"Tekâmül" ise, insanın "bencillik" nefsinden uzaklaşıp, asil nefsine ulaşmasıdır.

İşte Sufiler buna "nefis ile cihat etmek" derler.

Yani, nefis ile cihat etmek, Allah'a ve cennete ulaşmak değildir (nitekim din alimleri bunun böyle olduğunu söylerler).

efis ile cihat etmek; insanın hakiki zatına, halis insanlığına, tüm değerlere ulaşması, muhabbet ve rahmete sahip olmasıdır.

Başka bir deyişle, insanın hedef ve gayesi bunlar olmalıdır.

Yani, Allah'a değil, "ilahi ruha" varmasıdır.

İşte insanın zatını/aslını oluşturan şey de bu ilahi ruhtur ve "nefis ile cihat" sözünden kastedilen de budur ve bu duruma, "tövbe" ile ulaşmasıdır.

Zira "tövbe" demek; insanın mecazi benliğinden hakiki benliğine dönmesidir.

İşte kötü nefisten hicret etmenin ve tövbede bulunmanın anlamı budur.

Yani, realiteden idealiteye geçiş yapmaktır. 

Arifler der ki, dinin geliş gayesi, insanlar için itikat ve ahkam oluşturmak değil, onun için yeni bir hayat tesis etmek ve o hayatının üzerinde etki bırakmaktır. 

Kültür vs. gibi şeyler, halkın ya da mezheplerin icat ettikleri şeylerdir.

İtikatlar da öyledir.

Yani "İtikatlar"; ihtiyaçlardan dolayı ortaya çıkmıştır.

İhtiyaçların farklı olmasından dolayı o itikatlarda da farklılıklar oluşmuştur.  

Fakat dinin aslı, Allah'ı yüceltecek değerlerin üzerine insanın hayatını bina etmesidir.

Kısacası, arifler açısından, tüm varlıkların merkezinde bulunan anlam kaynağı, Allah'tır.

Yani, tüm kâinat ve canlılar anlam ve varlıklarını O'ndan alırlar.

Şayet insan da zatında bu anlamı tahakkuk ettirir ise, o taktirde Allah'ı, dahilinde tahakkuk ettirmiş olur.

Bundan dolayı arifler der ki, "müminin kalbi, Allah'ın arşıdır."  

Yani Allah, müminlerin kalbine hulul eder.

Diğer bir deyişle, Allah'ın nuru (ilahi ruh), müminin kalbinde yansır.

Tabii ki buradaki Allah'tan kasıt, kâinatı yaratan ve her şeyi yoktan var eden "mutlak Allah" değildir.

Bundan kasıt, nefsani ve insanımsı Allah'tır.

Yani bizde iki sınıf ilah vardır.

Bu ilahlar, yatay değil dikey olan ilahlardır.

Aynen güneş ve ışını gibidir.

Tabii ki iki Allah dersek, bu bir tür şirk olur.

Aynen hayrın ilahı- şerrin ilahı, nurun ilahı- zulmetin ilahı gibi tasavvur edilir.

Hayır, bundan kastımız, "mutlak Allah"ın zatından yansıyan nurdur ve bu yansıma, insanın kalbinde olur.

İnsanı mükerrem (şerefli) kılan da bu İlah'ın onun kalbinde oluşudur.

Nitekim Kur'an da buna işaretle şöyle der:

Gerçekten biz Ademoğullarını şerefli kıldık… (İsra:70)

 

Onun yaratılışını tamamlayıp ruhumdan ona üfürdüğüm zaman, derhal ona karşı yere kapanın (Hicr: 29) 


Kur'an, "Ben ona ruhumdan üfledim mi" diyor.

Buradan da anlaşılıyor ki bu ruh, tüm insanlarda mevcuttur.

İnsanların tümü de o ilah' ın ruhunu, yani nurunu taşıyorlardır.

İnsanın kutsallığı da bundan ötürüdür.

Yani, Allah kutsal olduğu gibi, insan da kutsaldır.

Çünkü insanda "ilahi ruh" vardır.

Bu ilahi ruhtan kasıt, hayvanlarda da var olan "hayat ruhu" değildir.

Hayat ruhu denilen şey; yemek, içmek, cinsi münasebette bulunmak, öfke vs. gibi şeylerdir.

Bunlara "nefis" de denir.

Fakat ilahi ruh "saftır" ve yalnızca "nur"dan ibarettir.

Sevgi, doğruluk, sadakat, vs. gibi şeyler ilahi ruhtur.

Bunlara "vicdan" da derler.

"Vicdan", insandaki ilahi ruhtur.

Biz de şuna inanıyoruz ki, tüm dinlerin geliş gayesi, insanı kendi hakikatine iade etmek içindir ve insan bunu başarabilir ise, Allah'a varmış olur.

Şu andaki yenilikçi Müslümanlar der ki;

inin, yenilikler ile uyum içerisinde olması gerekir. İslam mezhepleri ise tümüyle maneviyattan ibarettir. Bu maneviyatlar ise, yenilikler ile uyum içerisinde değildir. Bundan dolayıdır ki milyonlarca insan, artık Sünnilik ve Şiiliği, yani İslam dinini terk ediyorlar ve dindeki cariye, köle ve bunlar gibi meselelerle ilgili hükümler de tümüyle eskimiştir.


Fransız düşünür Henri Bergson'un, "Ahlakın ve Dinin iki kaynağı" diye bir kitabı vardır.

O kitabında ahlak ve dinin iki teme kaynağını ele alır.

Biri; toplumsal zorunluluklardan kaynaklanan "durağan ahlak", diğeri ise, "sezgiye dayalı dinamik ahlak."

Yani bu düşünür, ahlakı; "Dinamik ahlak ve durağan/katı ahlak" diye iki sınıfa ayırır.

Din de bunun dediği gibidir.

İnsanları harekete geçiren dinamik din, "vicdan"dır.

Çünkü vicdan, insanın bundan bin yıl önceki ihtiyaçları ile değil, onun içerisinde bulunduğu zamana göre var olan ihtiyaçları ile birliktedir.

Yani insanın bundan bin yıl önceki ihtiyaçları, günümüzdeki ihtiyaçlarından farklıdır.

Bundan bin yıl önce demokrasi, insan hakları, kadın hakları, özgürlük vs. gibi şeylere insanların ihtiyacı yoktu.

O dönemde şer'i ahkama göre kadının miras hakkı, erkeğinkinin yarısı kadardı.

Bundan dolayı bunları savunan mezhepler, eskimiş mezhepler oluverdiler.

Dolayısıyla kadın, genç ve halkın yeni ihtiyaçlarına cevap verememekteler.

Biz diyoruz ki, Henri Bergson'un dediği gibi din de dinamiktir (hareket halindedir).

Nitekim nebinin zamanında da öyleydi.

Yani din, o dönemin şartlarına göre realistti.

O dönemdeki biat, cihat, savaş, irs, kısas, diyet vs. gibi hükümlerin tümü de zamanının toplumsal kültür ve şartlarına uygun hükümlerdi ve bundan dolayı da İslam yayıldı.

O dönmede İslam'ı harekete geçiren şey, onun realist oluşuydu.

Fakat şimdi bu din, maneviyat dini oluverdi.

Çünkü bu dönemde gerçekler değişti.

Zira gerçekler, zamana göre değişirler.

Dolayısıyla dinin hükümlerinin de değişken olması gerekir.

Değişim olmadan aynı kalanlar, yalnızca doğrulardır.

Örneğin adalet, insanlık, hakkı talep etmek ve fazilet gibi değerler kıyamete dek sabittirler.

Allah'a iman ve dinin cevheri de keza öyledir.

Ama dinin hükümleri değişkendir.

Fakat din adamları getirmiş hükümleri dinin kendisi karar kılmışlardır.

Dinin aslı olan "Allah'a iman"dan gaflet içerisinde kalmışlardır.

Oysaki Allah'a iman da dinamiktir.

Dolayısıyla dinin kendisi de dinamik olmalı ve insanın "insanlığını" hıfzetmelidir. 

Kısacası insanın cevheri, yani ruhu ve aklı, onun özgürlüğüdür ve yenilikçiler nezdinde "özgürlük" kutsaldır.

Dolayısıyla mümin bir insanın "çeşitliliğe" sahip olması gerekir "tekliğe" değil.

Yani farklı görüş ve inançları kabul ettiği gibi, kendi inanç ve düşüncelerini de başkalarına zorla kabullendirmemelidir.

Fakat görüyoruz ki bir Şii, kendi görüş ve inancını başka birine zorla kabul ettirmeye çalışıyor, şayet onu Şiileştirir ise ne âlâ, şayet karşıdaki taraf Şii olmaz ise, onu murdar, pislik, şeytan ve cehennemlik gözünde görür.

Sünni biri de öyledir.

O da kendi inancını başka birine yüklemeye çalışıyor.

Şayet birisi sahabenin zıddına olur ise, o da o Sünni için kafir, murdar ve cehennemlik kabul edilir.

Ve hatta katledilir.

Fakat yenilikçi insanın inandığı vicdan dinamik olduğu için o yenilikçi, kendi görüş ve inanışını karşıdakine yükleyip onun özgürlüğünü kısıtlamıyor.

Sofu da öyledir.

O da inanç ve düşüncesini zorla başkasına yüklemiyor.

Örneğin, Tunus, Cezayir vs. gibi bölgelere gidin, oradakilerin de kendi itikatlarını zorla başkalarına yüklemediklerini göreceksiniz.

Onlar, herkese "hoş geldin" ediyorlar.

İşte hakiki din budur.

Yani, Allah insanı özgür olarak yaratmış ve onun da kendisine özgürce itaat etmesini talep etmiştir. 

Kısacası insan, zorla değil, kendi özgürlüğü ile mümin olmalıdır.

Çünkü Allah onu hür yaratmıştır.

Dolaysıyla insanın cebirle değil, tüm özgürlüğü ile kendisine varmasını istiyordur.

Şayet bir kul cebren Allah'a gider ise, onun imanı bir değer teşkil etmez.

Yani, din ve ahlak, şayet cebir içerisinde icra edilir ise, onun hiçbir kıymeti olmaz.

Örneğin bir duvar, cebren yıllarca tavanı ayakta tutuyor.

Bundan dolayı da onun hiçbir değeri olmuyor.

Evet, bir tavanı gece gündüz yıllarca ayakta tutmak çok büyük bir iştir.

Çünkü onu havada tutmaz ise, tavan insanın kafasına düşer ve insana zarar verir.

Buna rağmen, yine de o duvarın yaptığı bu işin pek de bir değeri olmuyor, çünkü bu işi cebren yapıyordur.

Fakat şayet bu işi kendi özgür iradesiyle yapmış olur ise, yani birinin kendi hür iradesiyle bir lirayı yoksul birine vermesi, onun cebren bir milyon lira vermesinden daha üstündür.

Dolaysıyla bu bir milyon lirayı cebren ona vermesinin Allah katında hiçbir değeri yoktur.

Bundan ötürü diyoruz ki Allah bizim kendi özgür irademizle ona taraf yönelmemizi ve salih bir kul olmamızı istiyordur.

Bundan dolayı da bizler, insan hakları vs. gibi yenilikler ile ittihat ve uyum içerisindeyiz.

Ve yine bundan dolayı, kadın ve erkek hukukunun eşit olmasını istiyoruz.

Çünkü kadın ile erkek, insanlıkta ortaktırlar.

Evet bedensel, duygusal ve yapısal olarak birbirinden farklı olsalar da fakat insanlıkta müşterektirler.

İnsanlık tek olduğuna göre, bunların hukuklarının da aynı ölçüde olması gerekir.

Daha sonraları sınıf ve mesleği belirlemede tabi ki ihtilaf edebilirler.

Örneğin kadın doktor, erkek mühendis olabilir, evdeki vazifeleri de farklı olabilir.

Ve yine birisi cumhurbaşkanlığını, diğeri de normal bir memurluğu tercih edebilir.

Yani insanların kadın erkek hiçbirinin hükümler ve muhakemeler mukabilinde herhangi bir farkı yoktur.

Dolayısıyla, miras hükmü mukabilinde de aynı şekilde eşit olmalılar. 
 


Kur'an'da geçen; "Erkek çocuğun payı, kız çocuğun iki payıdır" (Nisa:11) ayeti, o dönemin kültürü ile uyum içerisinde olan bir hükümdür.

Ve hükümlerin tümünün "arazi" şeyler olduğunu söyledik.

Yani bu gibi hükümler, insanın zati hükümleri ile aynı değildirler.

Örneğin: "Şüphesiz ki Allah, adaletli davranmayı, iyilik yapmayı ve…. emreder" (Nahl: 90) ayetinde geçen hükümler, insanın zatıyla ilgili hükümlerdir ve kıyamete kadar da bu hükümler devam eder.

Fakat irs konusu (yani kadının hakkı erkeğin yarısıdır hükmü), o dönemin kültürü ile uyum içerisinde olan bir hükümdür ve değişebilir de.

Örneğin, farklı dönemlerde cihat ve din savaşları olmuştur.

Fakat şu dönemde cihat ve dinî savaşların hiçbir anlamı yoktur.

Kul, köle ve cariye de öyle.

Bu konulara işaret eden Kur'an'daki 50 tane ayetin varlığını görmekteyiz.

Kur'an'da 50 ayet köle ve cariyelikten bahsediyor.

Fakat şimdilerde köle ve cariye diye bir şey yoktur.

Dolayısıyla Kur'an'da var olan her şey, sonsuza dek vardır demek makul değildir.

Nitekim fakihler şöyle yanlış bir söz söylerler:

Muhammed'in helalı kıyamete kadar helaldir ve onun haramı da kıyamete kadar haramdır.


Aslında bu söz, batıl bir sözdür.

Çünkü helal ile haram değişken şeylerdir.

Bunlar mesalih (toplumsal maslahat/yarar) ve mefaside (toplumsal bozulmaya) tabidirler.

Nitekim fakihlerin kendisi der ki:

Hükümler maslahat ve mefaside tabidirler.


Buna rağmen şu ana kadar köleliğin haram olduğuna dair ne el-Ezher gibi Sünni ilim havzasından ve ne de Kum ve Necef Şii ilim havzalarından herhangi bir haram fetvası çıkmış değildir.

Çünkü bekliyorlar ki günün birinde İslam güçlenip Avrupa'yı işkal edecek ve oradan da köle ve cariyeler getirecekler. 

Batı'da 200 yılı aşkın bir zamandır kölelik yasak/haram edilmiştir.

Fakat İslam alimleri içerisinden bununla ilgili bir türlü haram/yasak fetvası verilmemiştir.

Çünkü onlara göre bu hüküm Kur'an'da mevcuttur. 

Evet, bu hüküm Kur'an'da vardır, fakat onda var olan her şey kıyamete kadar var olacak değildir elbette.

Çünkü hükümler iki sınıftır; onlardan bir kısmı küllü hükümlerdir, örneği "Şüphesiz ki Allah, adaletli davranmayı, iyilik yapmayı… emreder" (Nahl:90) gibi hükümler, külli hükümlerdir.

Fakat bir de mahalli/yöresel hükümler vardır.

Örneğin, cariye ve Mekke'den Medine'ye hicret etmek gibi hükümler de Kur'an'da vardır ve Müslümanları Medine'den hicrete emreder.

Ama bakıyoruz ki Nebi, Mekke'yi fethettikten sonra; "La hicrete ba'del yevm/ Bugünden itibaren artık hicret yoktur" diye buyurmuştur.

Dolayısıyla, bu sözden sonra hicret ile ilgili ayetlerin tümü de iptal edilmiştir.

İslam düşünürlerinin belirlemiş oldukları "Mekasid-i Şeriat" (dinin gönderilişindeki maksatlar) kaidesi içerisinde de şöyle bir başlık geçer.

"Tağyirü'l- Ahkami bi tağyir-i Zaman/ Zamanın değişmesiyle birlikte hükümlerin değişmesi." 


Şatibi ve Gazali de böyle derler.

Fakat "Mekasid-i Şeriat" ile ilgili istimrar (zaman süresi) yazılmamıştır.

Çünkü naslara (Kur'an ve Buhari gibi hadis kitaplarına) kutsal gözüyle bakmak ve onlara taabbutta bulunmak (taparcasına uymak.), din alimlerine baş kaldırı sayılır.

Bundan dolayı da din alimleri bu gibi durumları bir türlü aşamamaktalar. 

Mutezile alimleri bu konu için güzel bir örnektir.  

Onlar, Kur'an'da geçen bazı şeylerin mecaz olduğunu ve her şeyin akıl üzerinden alınması gerektiğini söylediler, bundan ötürü de kendi sonlarını hazırladılar.

İslam alimleri de "Mekasid-i Şeriat" için 5 maksattan fazlasını yazamadılar.

Oysaki yeni yazılması gereken maksatlar da vardır.

Örneğin, "keramet" bir maksattır, "insanın özgürlüğünü temin etmek" ve böyle bir ortamı hazırlamak da şeriatın maksatlarından biridir.

Bunlar, "Mekasid-i Şeriat" da yazılı değillerdir. 

Zannedersem herkes 5 tane Mekasid-i Şeriatın "aklı", "canı", "malı", "dini" ve "ırzı" korumak olduğunu biliyordur.

Fakat bunların arasında görüldüğü üzere "özgürlük" diye bir şey yoktur.

Oysaki şimdiki dönemde en önemli değerlerden birisi de özgürlüktür.

Ve özgürlük, insanın zati değerlerinden biridir.

"Akılcılık" da öyledir.  

Evet, korunması gereken o beş şeyin içerisinde "aklı korumak" vardır, fakat hangi akıl?

Naslara tabi olan akıl mı, yoksa onlardan bağımsız olan akıl mı?

Din alimleri naslara tabi olan aklın (yani bağımsız olmayan aklın) korunmasını kastederler.

Oysaki biz, naslardan bağımsız olan aklın korunmasını istiyoruz.

Çünkü, naslara bağımlı olan akıl, "hurafe akıldır."

Sünni ve Şia'da da fazlasıyla hurafe olan rivayetler mevcuttur.

Fakat yine de bunlara iman ediyorlar.

Hatta Kur'an'ın kendinde bile birçok hurafeler mevcuttur.

Nuh tufanı, Süleyman nebinin Hüdhüd/İbibik kuşu ve karıncayla konuşması vs..

Bunların tümü de batıl ve hurafe olan şeylerdir.

Ve yine bunlar Tevrat ve İncil'den nakledilmişlerdir.

İslam alimlerinin bu türden şeylere de İsrailiyat demeleri gerekir.  

Oysaki onlar, İsrailiyatın yalnızca rivayetlerde bulunduğunu söylerler.

Oysaki Kur'an'da da İsrailiyat vardır.

Ve yine Bakara 47 ve diğer ayetlerdeki Allah'ın İsrailoğullarını alemlerden üstün kıldığına işaret eden ayetler de İsrailiyattandır.

Kur'an'da 3 ayette Allah'ın İsrailoğullarını tüm alemlere üstün kıldığı geçmiştir.

Yine Nuh, Salih ve Lut nebilerin ümmetlerine toplu bir şekilde azap indirmesi de İsrailiyattandır. 

Bizler bugün Gazze'deki toplu saldırılara, suçlu-suçsuz ayırımı yapmadan, Gazze'nin katliama maruz kalmasına itiraz ediyoruz.

Oysaki Kur'an da toplu kıyamlardan haber vermektedir.

Örneğin, Salih nebinin kavmi içerisinden 9 kişi bir araya gelip onun devesini kesmişlerdi.

Allah da onlar niçin böyle yaptı diye Salih'in kavmini, kadın erkek, suçlu suçsuz ayrımı yapmaksızın tümüne de azabını indirmiştir.

Dolayısıyla bu türden şeyler İsrailiyattır ve bunlar da Kur'an'da mevcuttur. 

Bizler Kur'an'ın tahrif edildiğini ve bu sözlerin onun içerisinden ayrıştırılması gerektiğini söylemiyoruz.

Nitekim geçmişte Batıda bu iş başlatıldı ve efsanelerin kutsal metinlerden çıkartılması gerektiği söylendi.

Yani, dediler ki yalnızca aklî olan şeyler dinde bırakılmalıdır.

Fakat biz diyoruz ki, Kur'an'da aklî şeyler de vardır efsaneler de ve biz o efsanelerin tümünü de Kur'an'dan çıkarmamalıyız.

Bizler yalnızca Kur'an'da geçen hikayeleri tasnif etmeliyiz.

Çünkü enbiyanın hikayeleri, şifreli hikâyelerdendir, hatta gerçek de olamayabilirler.

Fakat yararlı hikayelerdir.

Nitekim İbn. Mukaffa'ya ait olan "Kelile ve Dimne" isimli kitapta da birçok hikmetli sözler, hayvanlar diliyle bizlere aktarılmıştır.

Kur'an da Hüdhüd (İbibik) kuşu ve karınca gibi hayvanlar ve de Davud ve Süleyman'ın hikayesi üzerinden, "bize kuşların dili öğretildi" (Neml:16) gibi faydalı efsaneleri bizlere aktarmıştır ve bunların illa da gerçek olması şart değildir. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU