Psikanalistler, âşkı kurtarmaya çalışırken onu parçalıyor olabilirler.
Bir psikanalistin seans odasında âşk, tutkudan çok bir vaka dosyasına benzer; duygunun sıcaklığı analiz masasında soğur.
Her cümlenin sonunda bir teşhis, her duygunun ardında bir travma aranır.
Ve sevgi, açıklanırken çözülür; tıpkı bir kelebek gibi, incelendiği anda uçamaz olur.
Belki de psikanaliz, âşkı anlamaya çalıştıkça sevenleri birbirinden uzaklaştırıyor; çünkü analiz, duygunun değil, mesafenin dilidir.
Âşk, yaşandığında büyür; psikanalitik bir bakışla incelendiğinde ise yalnızca bir semptom hâline gelir.
Bir psikanalistin sevgiyi analiz etme arzusu, âşıkların birbirine sevme ihtimalini elinden alır.
Çünkü analiz, her zaman biraz buharlaştırma ve biraz öldürmedir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Freud, âşkı "egonun sınırlarını eriten bir yanılsama" olarak tanımladığında, aslında onu insan ruhunun merkezinden alıp patolojinin laboratuvarına taşımıştı.
Freud'un evreninde hiçbir duygu saf değildir; her şeyin kökünde bastırılmış bir dürtü, çocuklukta şekillenmiş bir travma yatar.
Dolayısıyla âşk, ne bir mucizedir ne de bir buluşma; sadece geçmişin tekrar eden bir sahnesidir.
Âşık olduğumuz kişi, ebeveynimizin hayaletidir.
Bu durumda, Freud'un koltuğunda oturan biri nasıl sevebilir?
Sevdiğini zannettiği anda, zihninde bir soru belirir:
Bu kişi gerçekten o mu, yoksa annemin yansıması mı?
Ve böylece âşk çözülür, anlamını değil, canlılığını kaybeder.
Melanie Klein bu çözülmeyi daha da derinleştirir:
Âşk, saldırganlıkla baş etmenin bir biçimidir.
Sevmek, suçlulukla onarmaktır.
Birini severiz çünkü onu içimizde parçaladığımızı hissederiz.
Bu bakış açısı, sevgilinin yüzünü değil, suçluluğumuzu büyütür.
Klein'ın odasında âşk, bir onarım çalışmasıdır; bir restorasyon.
Ama kim bir müzede yaşamak ister?
Klein'ın analizinde sevgi, spontane bir temas değil, dağınık bir iç dünyanın sürekli tamir çabasıdır.
Böyle bir "tamir âşkı"nda iki insan birbirine değil, kendi yaralarına bakar.
Lacan, âşkı bir eksiklik estetiğine dönüştürür:
Sevgi, sahip olmadığın şeyi, olmayan birine vermektir.
Bu, felsefi açıdan büyüleyici ama yaşamsal olarak yıkıcı bir cümledir. Çünkü burada sevgi, bir buluşma değil, iki yokluğun diyaloğudur.
Âşkta özne, kendi eksikliğine sadık kalır; öteki, bu eksikliğin aynasıdır.
Sonuçta herkes kendi boşluğuna âşık olur.
Lacan'ın seminerlerinde âşkın ışıltısı söner; geriye sadece eksikliğin geometrisi kalır.
Ve belki de tam bu yüzden Lacancı bir analiz, âşıkları birbirine değil, kendi sembolik hapishanelerine geri gönderir.
Fromm bu tabloyu insancıllaştırmak ister:
Sevgi bir duygu değil, bir karardır.
Ama burada da âşk, özgür bir tâşkınlık olmaktan çıkar, bilinçli bir çabayla düzenlenir. Fromm'un sevgisi, disiplinli bir bağlılıktır.
Oysa âşk, bir irade meselesi değil, bir varlık taşmasıdır.
Sevgi "karar" haline geldiğinde, artık akmayan bir nehirdir; planlanmış bir sulama sistemidir.
Winnicott ise sevginin olgun hâlini "bir bâşkasının varlığına tahammül edebilmek" olarak tanımlar.
Belki bu tanım gerçek hayata en yakındır.
Ama yine de âşka değil, sabrın psikolojisine aittir.
Tahammül, sevmenin değil, katlanmanın dilidir.
Winnicott'un "birlikte yalnız olabilme" ideali bile, romantizmin değil, mesafenin faziletidir.
Tüm bu yaklaşımlarda ortak bir yanılgı vardır:
Âşkı çözümlemek, onu yaşanabilir kılmaz; tersine, onu buharlaştırır.
Çünkü analiz, âşkın doğasına aykırıdır.
Âşk açıklanmak için değil, deneyimlenmek için vardır.
Âşkın anlamı, mantığında değil, tâşkınlığındadır.
Felsefi açıdan bu durum, yaşantı ile bilgi arasındaki kadim gerilimi hatırlatır.
Heidegger, "varlığın anlamını soran" bilincin onu nesneleştirdiği anda kaybettiğini söylerdi.
Benzer şekilde, âşkı "anlamaya çalışan" psikanalist, onu yaşama kudretini kaybeder.
Âşk, nesneleştirildiğinde kendi şiirini yitirir; tıpkı bir müziği nota çözümlemesine dönüştürmek gibi.
Tınısı kalır ama titreşimi ölür.
Psikanaliz, âşkı açıklayarak bizi ondan korumayı amaçlar; ama bu koruma, aslında bir uzaklaştırma ritüelidir.
Bir psikanalist, danışanının âşkını analiz ederken, onu sevdiği kişiden adım adım koparır:
"Bu sevgi, senin çocukluk nesnene dönük bir aktarım."
"Sevdiğini sandığın kişi, aslında annenin ideali."
"Sen özneyi değil, kendi arzunun eksikliğini seviyorsun."
Terapist konuşur, âşk susar.
Böylece psikanalist, âşıkları kurtarmaz; onları ayırır.
Sevgili artık "öteki" değil, bir semptomdur.
Ve âşık, sevdiği kişiye değil, kendi bilinçdışına döner.
Ama bilinçdışına aşık olunmuyor.
Belki de âşkın en büyük düşmanı, soğukkanlı bir zekâdır.
Çünkü zekâ, ateşin yapısını anlamaya çalışırken, onun yanma gücünü unutur.
O yüzden Mevlana, "Dumanın görmek ateşin varlığına işaret olabilir. Ama biz dumanı görmeden ateşe atlmayı âşk biliriz" der.
Psikanaliz, âşkı bir ateş olarak değil, bir yanma olayı olarak ele alır; böylece sadece küllerini bırakır.
Freud'un torunları hâlâ âşkı analiz ederken, sokaktaki insanlar hâlâ birbirine tutuluyor.
Belki de âşkın tek kurtuluş yolu, analizden kaçmaktır.
Çünkü âşk, ancak anlamlandırılamadığı sürece yaşanır.
Ve belki de âşkın hakikati, hiçbir zaman "çözülmemesinde" yatar — çünkü çözülen şey, artık âşk değildir, matematiktir.
Âşk duygudur, anlamdır.
Bu duygu ve anlama için en doğru rehber felsefi danışmanlığın rehberliğidir.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish