Nereden başlamalı, nasıl yürümeli?

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Öncesi ve sonrasıyla olan ilişkide, merkezinde 12 Eylül darbesinin olduğu Türkiye'nin yakın toplumsal tarihi geçerken şöyle bir okunduğunda dahi her biri başlı başına yüzleşme ya da hesaplaşma konusu olabilecek olayların son derece yoğun olduğu görülür.

78'liler 23 yıl önce, yani 1999 sonlarında tarihi yürüyüşüne başlarken sebepleri ve sonuçlarıyla 12 Eylül darbesi ile yüzleşme ya da hesaplaşma ile başlamanın çok daha gerçekçi olacağı noktasından hareket etti.

Ana eksen 12 Eylül darbesi ve darbeciliği oldu.
 


Bu çerçeve içinde 1974-80 yılları arası döneme ilişkin;

1 Mayıs 1977, 16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi, 1978 Maraş katliamları vd.

Darbe sonrası ile ilgili olarak, Erdal Eren'in İdamı, idam edilen Veysel Güney'in naaşının kaybedilmesi, Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi vd.

12 Mart Askeri darbe karşıtlığı dönem ile ilişkili olarak, Kızıldere katliamı ve İbrahim Kaypakkaya'nın işkencede hunharca katledilmesi ile ilgili olarak Basın Açıklamaları eşliğinde dosyalar açıldı.

Bu olayların hepsini aynı zaman dilimi içinde gündeme taşımak kolay olmadığı gibi doğru da değildi.

Bu nedenledir ki yakın toplumsal tarihin yaşanan her aşamasına damgasını vuran ve o aşamayı açıklama potansiyeli taşıyan simge olayı ele almak, belli bir tarihsel bakış açısından gündeme taşımak gerekiyordu.

Her biri başlı başına siyasi sonuçları olan kanlı olaylara dayalı bir yüzleşme/hesaplaşma sürecinin koşulları yaratılmaya çalışıldı. 

Cezaevi olarak aklımızda hep Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi vardı ancak, anlaşılır kimi kaygılardan arınmalardan sonradır ki ancak sıra ona gelebildi.

Son 23 yıllık 78'liler mücadelesinden tecrübe ettiğim, yanlış yanıtlar almamak için nereden başlamalı, nasıl yürümeli sorusunu doğru sormanın, başından itibaren düğmeleri doğru ilikleyen bir yerden başlamanın ve belli bir duruşu korumanın temel bir öneme sahip olduğudur...

Hemen şunu da ifade etmeliyim ki...

78'liler çalışmasını 12 Eylül darbecilerinin yargılanması şiarıyla başlatıldığı dönemde ilk elde konuşarak ikna ettiğimiz birkaç siyasi çevrenin olumlu yaklaşımları bir yana, batıdaki siyasi çevrelerin önemlice bir kısmının 12 Eylül darbecilerini yargılama, yüzleşme ya da hesaplaşma diye bir programı, hatta bu yönlü bir tutumu da yoktu.

Ancak 'aradan çok zaman geçti', 'darbeciler yaşlandılar', 'bugünün sorunları başka', 'esas olan devrimdir', 'kuşak teorisiyle sınıf mücadelesini saptırmamalı', türünden lafızlarla girişimimizi hafifseyen, bilerek ya da bilmeyerek boşa düşürmeye katkı sunanlar ise ziyadesiyle vardı…

Bu ülkede yeni bir şeyi denemek o kadar zordu ki ama onlarla uğraşamazdık, işimize baktık, kimi sosyalist kardeşlerimizin anlayışsızlığına biraz içlenmişte olsak, gülümsedik geçtik...

 
Öte yandan 12 Eylül darbe rejimi sürüyordu

Evet... 12 Eylül darbesinin üzerinden 20 yıl geçmişti ama darbe yasal ve anayasal kurum ve kurallarıyla sürüyordu.

Toplumsal yaşamda yarattığı düşünce ve davranış kalıplarıyla da sürüyordu.

12 Eylül sonrası gözaltına alınan, tutuklanan, işkence gören, yıllarca hapishanede kalan toplamda bir milyon, fişlenen 1 milyon 683 bin yurttaş ise yaşıyordu. Değişik düzeylerde ağır mağduriyetler yaşayan Kürtler, Alevilere ve farklı inançlara mensup yurttaşlar, işçiler ve emekçiler, üniversite hocaları ve diğer mağdurlar da yaşıyordu.

Sadece sol değil, sağ-milliyetçi kesim de 12 Eylül'den nasiplenmişti, onlarda yaşıyordu.

Kısacası 12 Eylül darbe rejimine karşı başlayan bir yüzleşme ya da hesaplaşma hareketi geniş toplumsal kesimleri kapsayan mağduriyetler üzerinden, ağır insan hakları ihlallerini, kırımları ve insanlık suçlarını da kapsayarak ilerleyebilirdi...

 
"Günah tek başına işlenmez" (Kutsal Kitap)

12 Eylül darbesinin üzerinden 43 yıl geçti, ifade ettiğimiz gibi 12 Eylül darbe rejimi temel unsurlarıyla katlanarak sürüyor.

12 Eylül Darbe Anayasası ve Siyasi Partiler Yasası, seçim barajı, YÖK, RTÜK, sendikalar yasaları ile 12 Eylül devletinin "yasal-hukuki" temellerini oluşturan 1980-83 döneminde yapılan 600 civarında yasa ve binlerce yönetmelik yürürlükte hala.

Türkiye'nin "sivil" iktidarları 43 yıldır ülkeyi, tekçi darbe anayasası, tekçi darbe yasaları ve yönetmelikleri ile yönetti...

Türkiye'nin "sivil" muhalefeti 43 yıldır, bu tekçi darbe siyasetinin kuralları içinde muhalefet oyunu oynadı...

İktidarın ve muhalefetin darbe karşıtlığı üzerine demokrasi lafızları kabul edilemez bir siyasi şikenin üzerini örten birer "incir yaprağı" oldu.

Kısacası iktidarıyla muhalefetiyle "sivil" siyasetçiler 12 Eylül darbe rejimiyle uzlaştılar...

Sanki 12 Eylül darbesi olmamış, 12 Eylül rejimi temel unsurlarıyla sürmüyormuş gibi bir davranış biçimi içinde oldular.

Bu tutum 2000'li yıllara doğru iktidara hazırlanan siyasi yasaklı Erdoğan'a, 2000'lerin başında da iktidara gelen Başbakan Erdoğan'a geniş bir hareket sahası sağlayacaktı.

Açık bir ifadeyle Türkiye'nin resmi muhalefet siyasetçilerinin 12 Eylül rejimi ile uzlaşmasının bedeli, bugün kendisinden kurtulmak için çırpındıkları Cumhurbaşkanı Erdoğan oldu, hazır bulduğu 12 Eylül darbe rejimine oturan tek adam rejimi oldu ...

Resmi Siyasi muhalefet canhıraş bir şekilde Cumhurbaşkanı Erdoğan gitsin istiyor.

Evet...12 Eylül darbe rejiminin temel kurumlarını Cumhurbaşkanı Erdoğan kurmadı. O darbeden 20 yıl sonra bulduğu tekçi anayasayı ve yasaları öncesinden başlayarak 2000'li yıllarda kendi siyasi yükselişi için sonuna kadar kullandı.

Anayasayı ve yasaları ihtiyaç duyduğunda yokta saydı.

Türk siyaseti 1983 yılından, 2000'li yıllara dek 12 Eylül rejimiyle darbesiyle uzlaşmasaydı, darbe rejimi tasfiye edilebilseydi, hatta sınırlayabilseydi bile Cumhurbaşkanı Erdoğan herhalde bu kadar yolu adeta muhalefet yokmuş gibi böyle kolay alabilecek miydi acaba?

 
'Günahtan' arınma zamanı geldi (mi?)

Türkiye 1974-80'li yıllarda yaşanan ve sağıyla soluyla 5 binin üzerinde genç insanın ölümüyle sonuçlanan iç savaşa varan çatışmalarla hesaplaşmadan, toplumun üzerinden silindir gibi geçen kanlı 12 Eylül darbesiyle karşılaştı.

12 Eylül Darbesiyle de hesaplaşmadan, 30 yıldır süren ve 40 bin insanımızın ölümüne yol açan çok daha kanlı savaşa ve çatışma ortamına girdi.

Gelinen noktada savaş ve çatışma ortamı kaygı ve korku iklimi eşliğinde ısrarla canlı tutuluyor, denebilir ki iktidar da kalma ve siyaset yapma biçimi olarak sürdürülüyor.

12 Eylül rejimiyle birleşen "tekçi rejime" karşın, savaşın ekonomik krizin nedenleri, sonuçları ve toplumsal kayıplarıyla yüzleşme ya da hesaplaşma kendini dayatıyor.

Resmi siyasi Muhalefetin iktidar mücadelesi kendine… Ayrıca ülkenin ağırlaşan sorunlarına ne kadar çözüm getirebileceği de şüpheli…

Ancak sadece siyasi iktidarın değil, resmi siyasi ‘muhalefetinde muhalefeti' Üçüncü Yol, üçüncü bir ittifakta da var: Emek ve Özgürlük İttifakı… 

 
Hakikat Komisyonları…

Geçiş dönemi de denebilecek böylesi dönemlerde yüzleşme ya da hesaplaşma esprisi içinde Hakikat Komisyonları temel bir öneme sahip...

Bir önceki makalemde Şili, Uruguay gibi Latin Amerika ülkelerini, Güney Afrika, hatta komşu ülke Yunanistan örneklerini verilmişti.

Baskı rejimlerinden demokratik siyasal değişim dönemlerine geçiş tercih edildiğinde "mıntıka temizliği"ne ve Hakikat Komisyonlarına ihtiyaç vardır ki bu tercih "geçiş dönemi adaleti"ne tekabül eden demokratik geçiş modelinin olmazsa olmazıdır.  

Mıntıka temizliği ve Hakikat Komisyonları üzerinden elverişli sınıfsal ve siyasal dengelere dayanan radikal/demokratik bir değişim hedefleniyorsa, gelişmenin demokrasiye varması muhtemeldir.

Aksi takdirde halk ve demokrasi popülizmi olarak kalması çok daha muhtemeldir.  

Örneğin, 6'lı masa ziyadesiyle demokrasi vesaire lafızlarına başvurmakla birlikte, programı eski parlamenter düzeni eksiğiyle gediğiyle bir şekilde restore etmekten öte değildir. Dolayısıyla Altılı Masa'dan radikal/demokratik bir değişim beklemek ham bir hayaldir.

Hakikat Komisyonları ya da buna tekabül eden uygun araçların değerlendirilmesi yukarıdaki görüşümüzü başka bir açıdan aktarırsak "geçiş dönemi adaleti" çerçevesinde, baskı rejiminden radikal/demokratik değişim dönemine geçişe tekabül eder.

Bu tekabüliyetin demokratik programına öz olarak maalesef sadece HDP'nin sahip olmasının eksikliğine de işaret edelim.  

"Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu" yıllar önce benzeri bu bakış açısını da içeren şekilde kuruldu ve an itibariyle kendini yeniliyor…

Bir başka Hakikat Komisyonu da henüz kurulmadı. Şimdilik belgesel çekimler, görsel medya, radyo ve yazılı basın üzerinden gelişen söyleşiler, panel, forum biçiminde sürüyor.

Etkisi sınırlı ama değerli olan bu gayretler ilgiyle izliyoruz.  

Bu gayretler, belge/bilgi/hukuk normlarına yeter ölçü de tekabül etmese de hatırlatmaya, ilgiyi canlı tutmaya, nesnel olarak Hakikat Komisyonları tipi çalışmalara geçişe hizmet ettiğinden, zamanla anlam derinliği kazanabilir...

Birbirinden kopuk, kendiliğinden diyebileceğimiz ve ilk akla gelen klasik yöntemlerde ısrar edildiğinde, belki bir biçimde anın ihtiyaçlarına yanıt verilebilir ama çalışmayı kalıcı sonuçlar almaya taşıyamayacağı da bir gerçeklik...

 
Bir hatırlatma...

Makalemi Hakikat Komisyonlarına değinerek bitirirken popüler kültür ve projecilik tuzağı üzerine birkaç cümle kurmak yerinde olur...

Kapitalizm yeni zamanlarda izlediği kitle kültürü/popüler kültür politikasıyla her şeyin içini boşaltıyor, başkalaştırıyor, metalaştırıyor ve yeniden üreterek kitlelerin beğenisine sunuyor.

Kaynak sorunu, görsel medyanın olanaklarının yarattığı genel etki, bireysel statü ve projecilik yanılsaması geçmişimizi piyasaya açıyor.

Geçmişle yüzleşme ya da hesaplaşmanın güncelleşmeye doğru gelişmesi ile ilgili olarak kaygımız bilerek veya bilmeyerek bu tuzağa düşülmesine karşı duyarlılık olmalı...

Kaygımız mazideki yaranın kırık bir ruh hali ve nostaljik mağduriyet duygusuyla popüler kültürün bir nesnesi olarak yeniden inşa edilmesine duyarlılık olmalı...

Kaygımız giderek zaman içinde toplum nezdinde geçmişi tüketme ve geçmişin sesini duymama halinin bir toplumsal davranış haline gelmesine duyarlılık olmalı... 

Vesaire...

Başlı başına ele alınması gereken çok daha geniş kapsamlı bir konu olduğuna işaret eden bir noktadan popüler kültür ve projecilik tuzağına düşmemenin ve onu aşmanın yoluna değinmiş oldum.

Öte yandan böylesi bir tuzağa düşme bilinçli bir tercihse geçmişimizi piyasa aşağı değerlerinden korumak için ne yapılabilir, bunun üzerine düşünmeliyiz derim... 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU