"Uzak Şehir", "Halef" ve diğerleri: Estetikle aklanmış şiddet, töreyle süslenmiş görgüsüzlük ve dekora dönüştürülen kent... Urfa ve Mardin üzerine

Vahap Aydoğan Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Bugün ekranlarda izlediğimiz "Uzak Şehir" ve "Halef" gibi diziler, bölgenin tarihini, kimliğini ve çelişkilerini anlatmak yerine, onları tüketilebilir bir egzotizm nesnesine dönüştürüyor.

Kamera taş evlerin taşına âşık; ama insanın çatlağına, acısına bakmayı reddediyor.

Kadının susturulması "gelenek" kisvesiyle, erkeğin saldırganlığı ise "kader" maskesiyle estetikleştiriliyor.

Şiddet ışıkla yıkanıyor, görgüsüzlük otantiklik diye cilalanıyor, töre ise anlamını yitirmiş bir dekor motifine dönüştürülüyor.

Bu diziler bir coğrafyanın ruhunu değil, yalnızca vitrinini kurcalıyor; hakikatin yerine iyi kadraj, gerçeğin yerine güzel ışık koyuyor, insanın yerine ise bir imaj yerleştiriyor.

Genç ağalar, genç hanım ağalar…

Kapılarda kalaşnikoflu uşaklar, arka planda marabalar; ellerinde son model telefonlar, altlarında lüks arabalar.

Her sahne, görgüsüzlükle parlatılmış bir statü gösterisine dönüşüyor.

Estetik kisvesi altında, feodal artıkların modern ambalajı seyirciye sunuluyor: yoksulluğun üstüne marka logosu yapıştırılmış, şiddetin üstüne ışık tutulmuş, görgüsüzlük ise yeni bir sınıf zevki olarak yüceltilmiş.

Evet… okurken sizin de aklınıza gelmiştir o söz:

Ahmet Kaya'nın şarkısında geçen o sözler, tam da bu tabloya oturuyor:

Nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça...
 

 

Oysa Mardin ve Urfa gibi kentler yalnızca taş ve tarihten ibaret değil; çatışmanın, sessizliğin, bastırılmışlığın katmanlarını da barındırır.

Fakat diziler bu katmanları görmezden gelerek üç maymunu oynuyor; bir coğrafyanın ruhunu değil, sadece o ruhun fonunu çekiyor.

Hakikati anlatmak yerine onu güzel göstermeyi tercih ediyor.

Böylece seyirci, taş evlerin içinde yaşayan bir halkı değil, o coğrafyanın romantize edilmiş bir yalanını izliyor.
 

Mardin 2
Mardin / Fotoğraf: AA

 

Bu, bir estetik manipülasyon biçimi.

Kadınlar suskunlukla, erkekler öfkeyle kodlanıyor; sınıfsal çatışma yerine dekor, toplumsal yara yerine ışık konuşuyor.

Şiddet, kabalık ve töre, hikâyenin değil, görsel hazzın malzemesi hâline geliyor.

Bu dizilerde coğrafyada konuşulan dil yok; yoksulluk, halkın tarihi ve sınıfsal gerçeklik yok.

Yerine, sistemin geldiği noktayı alkışlayan bir görsel şölen var.

Acı, bir tür ekran süsü hâline gelmiş; parlatılmış taş evlerin önünde otantiklik kılığında sergileniyor.

Seyirci, gerçeğe değil, gerçeğin süslenmiş hâline odaklanıyor.
 

Urfa / Fotoğraf: AA
Urfa / Fotoğraf: AA

 

Urfa ve Mardin, bu anlatılarda artık ne kederin ne de hikâyenin taşıyıcısı; yalnızca birer dekor hâline geliyor.

İnsan da bu dekorun bir parçası oluyor.

Hakikatin sesi, fonda kalan bir uğultuya dönüşüyor; çünkü çağımız artık anlamdan çok görüntüyü seviyor.

Bu sessizlik, temsilin suistimalidir.

Gerçekliği anlatma iddiasıyla yola çıkan sanatçılar, gerçeği estetize ederek bastırıyor; hakikatin yerine dekoru, insanın yerine imajı koyuyorlar.

Sanat burada bir yüzleşme değil, bir unutuş aracına dönüşüyor. Ve unutuş, en derin şiddet biçimi hâline geliyor.
 

Germuş Kilisesi / Fotoğraf: Bianet
Germuş Kilisesi / Fotoğraf: Bianet

 

Bölgenin kadim yapıları, Germüş Kilisesi gibi metruk mekânlar, dizilerde egzotik bir arka plan olarak boy gösterirken kendi yıkımının sessizliğinde çürüyor.

Hiçbir sanatçı, hiçbir "duyarlı" oyuncu bu çelişkiye dokunmuyor; aksine, o yıkımın önünde poz veriyor.

Kalaşnikoflu sahneler, otantik jestler ve kopyalanmış öykülerle bölge insanı yeniden kurgulanıyor.

Gerçeği temsil ettiklerini sanıyorlar, ama aslında gerçeğin üstünü örtüyorlar.

Çünkü sahicilik artık zahmetli, yapaylık ise seyirlik.
 

Germuş Kilisesi / Fotoğraf: Haliliye Kaymakamlığı
Germuş Kilisesi / Fotoğraf: Haliliye Kaymakamlığı

 

Ben de uzun yıllar bölgede yaşamış, Mardin'de doğmuş ve bölgenin dilini, kültürünü, coğrafyasını bilen bir sanatçıyım.

"Neden sen anlatmadın?" diye soran olabilir.

Çok anlattım, bir daha kısa ve öz söyleyeyim:


Sağlıktan başlayalım…

Hastaneler büyük, tabelalar parlak; ama doktor yok.

Çocuklarımız en yakın merkeze sevk edilir ya da çok daha uzağa, Ankara'ya gönderilir.

Orada, hastane bahçelerinde anneler ve babalar, çocuklarından gelecek iyi bir haber için yorgun evlerinden uzak, sefalet içinde bekler.

Oysa gözlerinde ne kameraların ne de dizilerin ışığı vardır; yalnızca sabır, yalnızca tükenmiş bir umut.


Eğitim derseniz, hak getire…

Son sıralara kazık çakılmış gibi.

Atanan öğretmen, askerlik sayar gibi gün sayar; şark görevi bitince döneceği günün hayaliyle yaşar.

Çocuk, defterinde yalnızca harfleri değil, kaderini de yanlış yazmaya zorlanır.


Ekonomi derseniz, bölgede fabrikanın ancak kokusunu alırsınız.

İstihdam bir söylentidir; geçim ise kimi zaman bir mucize.
 

Ha, bir de mevsimlik işçilerimiz var…

Her yaz, bir kamyon kasasında, bir yolun kenarında, bir haberin alt satırında…

Kimi zaman bir trafik kazasında hayatlarını kaybederler, kimi zaman kimliklerinden ve dillerinden ötürü yok sayılırlar.

Oysa her biri, o "romantize edilen taş evlerin" gölgesinde unutulmuş bir hayat taşır.
 

mevsimlik işçi (4).jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş/Independent Türkçe

 

Okurken canınız sıkıldı, biliyorum… Sıkıcı konular bunlar.

Çünkü burada ışık yok, romantize edilmiş bir ölüm yok, dekor yok, yalan yok.

Burada gerçek var: çıplak, rahatsız edici, alkışsız bir gerçek.

Ne yönetmenin kamerası var burada, ne oyuncunun süslü sessizliği.

Sadece hayatın kendisi var: eli nasırlı, gözü yorgun, sesi kısık bir hayat.

Benden söylemesi.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU