Askerlik, okul ve toplumun harmanlanması

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: MSB

Çoğumuz metroda, otobüste ya da uçakta, yanına oturacağımız kimselerin görüntüsünü, tipini umursarız.

Bunu ortaya çıkaran sebep, sadece tedirginlik ya da güvenlik duygusu değil, aynı zamanda hijyen ve adını koyamadığımız bir "yakın olmama" duygusudur.

Üniversite öğrencisiyken otobüslerin tekli koltuklarına otururdum. Konforlu gelirdi ama bir gazi ve yaşlı gelince de kalkmalıydım.

Ancak Beşiktaş'tan Vezneciler'e giden otobüste çoğunlukla bu ikisi de olmazdı. Hep benim gibi İstanbul Üniversiteliler olurdu.

O koltuğu bulamadığım zamanlarda, eğer seçme şansım varsa, birkaç yaşlının ortasına değil, akranlarımın arasına otururdum.

İnsan işte böyle bir varlıktır. Kısa süreli bir seyahatte bile bir seçimde bulunursunuz.

Birkaç saat sonra harcayacağınız bir para üstünü, markette onluklar veya yirmilikler halinde alsanız bile, yine de cebinize gıcır gıcır olanları girsin istersiniz.

Seçimlerimizin büyük çoğunluğunda hâkim mantık; estetik kaygılar, kalite kaygısı ya da temizlik kaygısı üzerine kuruludur.
 

h.jpeg
Fotoğraf: Twitter

 

Ancak insanlar arası ilişkilerde bu daha farklıdır.

Algılarımızı, bunları oluşturan imgeler, önyargılar, hikayeler, pragmatik öğretiler belirler.

Bu pragmatik öğretiler çok çeşitlidir ve çoğu kez önyargıların güdümünde gelişir ya da onları aşar.

Çocukken sizi yanına koydukları çocukla onu hiç sorgulamadan mutlaka uslu uslu oyun kurar ve bir anda kaynaşırsınız.

Bir makasın uçları gibidir bu dönemler. Makas açıldıkça uçlar birbirinden uzaklaşır.

Bir ömür boyu açılan makasta o birbiriyle oynayan çocuklar, toplumun farklı katmanlarından, farklı sosyokültürel veya farklı entelektüel seviyedeki bireylere dönüşeceklerdir.

Küçükken annemle arada bir gittiğimiz bir akrabanın çocuğu ile vakit geçirmekten çok hoşlanırdım. Hatta eve döneceğimiz zaman da ağlardım.

Çocuğun binlerce oyuncak arabasının olması da bunda etkiliydi tabi…

Seneler sonra ise çocukla karşılaştığım zaman hiçbir şekilde muhabbet edemedim.

"Nasılsın?", "E iyiyim sen nasılsın?", "Ne işle meşgulsün?" Ve bitti. Zorlasan da devam etmiyor.

Adamın dünyası farklı gelişmiş. 5 dakika bile zor gelmişti o diyalogda.

Akrabalığı ve hemşericiliği aştığınız dönemler de işte tam bu sürecin ileri safhaları oluyor.

İnsan, sırasıyla;

Aynı aileden kişilerle ilk sosyalleşir. Sonrasında ise aynı sülaleden gelen kimselerle tanışıyor ve sosyal çevresi bu oluyor.

Hiçbir eğitimi yoksa askerlik, onun hayatındaki en ciddi sosyalleşme anı oluyor.

Eğitim görürse ilkokul ve daha ileri giderse yine aynı eğitim seviyesinde tanıştığı (lise, üniversite) kişilerle devam ediyor sosyal hayatına.

Eğitimi nerede kalırsa en iyi arkadaşları oradan kimseler olabiliyor.

Daha ileri gittikçe gerideki o aynı anda başkalarıyla paylaştığı ortamları aşıyor, küçümsüyor.

Belirli bir entelektüaliteye erişmiş insanlar önce aile ve sülale ilişkilerini, sonra okul, sonrasında ise hemşeri ilişkilerini ve en son milliyet kavramını aşıyor ya da kendilerine has bir hale getiriyorlar.

Milliyetçiliğin entelektüel kimselerde alt tabakadaki gibi olmamasının sebebi de biraz budur.


Sosyalleşme ve yaşlanma, hızla giden bir trende her durakta bir vagon ileri gitmek gibi bir şeye benziyor

Daha ileri gittikçe gerilerde kalan arkadaş grubunuzu çok umursamıyor oluyorsunuz.

Beyin bir eroin gibi daha fazlasını istiyor; çünkü sosyalleştikçe sosyal ortamdan haz alıyorsunuz.

Bunun varoluşçu psikoloji ile de ciddi bir alakası vardır çünkü kendisini gerçekleştirmiş bir insan oluyorsunuz.

Askerden arkadaşlarım beni aradığında sanırım askerlik biteli bir sene olmuştu ve oturup konuşmuştuk.

Bir süre sonra ise ikinci kez buluşuldu ve bunu çok mantıksız ve gereksiz buldum. Hem ben istemedim hem de diğer arkadaşlar pek buluşalım demediler…

Tabi hepimiz sosyalleşmiş canlılar olduğumuz için "Gelmek istemiyorum" diye değil de işinizi bahane edip söylüyorsunuz.

Askerlikten bir sene sonra taze askerlik anıları konuşmaya değer olabiliyor ama askerlik geride kalalı 5 sene olduktan sonra o hepi topu 5 aylık dönemde konuşmadığın ne kalıyor ki konuşasın?

Bir süre sonra tekrara dönüyor her şey. "Filan astsubaya ne güzel şaka yapmıştık hatırladın mı?" Veya "Millet duştayken suları ve elektriği nasıl kesmiştik be?"

E tamam da bir kez söylüyorsun, iki, üç sonrasında bayatlıyor bu… Sürekli her buluşmada aynı şeyler.

Fark ettim ki askerlik orada kalmalıydı aslında. Ondan çok ciddi bir şey yürümüyor.

Yürüse de o, askerlikten sonra hiç öteye gitmemiş kimselerde yürüyor.

Sosyalleşme ve yaşlanma, hızla giden bir trende her durakta bir vagon ileri gitmek gibi bir şeye benziyor.

Her durakta bir başka insan grubuyla tanışıyor ve sosyalleşiyorsunuz.

Ne kadar az eğitim gördüyseniz o kadar az istasyonda durdunuz demektir.

İşte askerliğin geçmişte başardığı en güzel şeylerden birisi de buydu.
 

Twitter.jpg
"Askerlik önyargıları kırmak için birebir mekân oluyor" / Fotoğraf: Twitter

 

Rahmetli babam, askerdeyken "Kürtlerin kuyruğunun olduğuna" inanan bir adamla aynı yatakhanede kalıyormuş.

Adam bunu her demesinde en az Descartes kadar rasyonel biri olan rahmetli peder, "Hiç aklın kesiyor mu? Nasıl inanıyorsun buna?" dermiş.

En son Kürt bir gence sormuş bu. Artık nasıl sorduysa adam da olmadığını ispat etmek için göstermiş.

Beriki "Vallahi yokmuş e tamam da dedem var dediydi…" demiş. 

İşte askerlik bu ve benzeri önyargıları kırmak için birebir mekân oluyor. Kimine göre okul, kimine göre ise gerçek dostluğun mekânı.

Ama ne kadar çok insanla tanışırsanız algılarınız o kadar çeşitleniyor ve imgelerinizin ortalaması o derece sağlıklı bir algılama becerisi, sentez kabiliyeti veriyor.

Binlerce insanla tanışmış kişilerin dostlarının daha rafine ama kesinlikle daha az olduğuna inanırım.

Çünkü çok kişiyi tanırsan çok arkadaşın vardır ancak bunlardan pek azı gerçekten dostun olabilir; zira seçme şansın daha fazladır ve tıpkı senin onları seçip elediğin gibi karşıda sana benzeyen bir eğitim ve sosyal süreçten geçmiş kişinin de eleğinde üstte kalan birkaç kişiden birisi sen olursun.

Birbirini tek taraflı değil çift taraflı eleyen ve bu süreçte birbirleriyle denk düşen kimselerdeki durum aslında budur.


Çoğu kez "Kadın maşallah, Allah vermiş işte, güzel ama kocası maymun gibi" dediğiniz kimselerin eşleşmesi de buna benzer.

Seçme şansı sizin olsa birkaç kişi, birkaç insan seçer onlar arasında seçim yaparsınız ama o birkaç insan bakalım sizi seçecek mi?

İşte onlar da sizin ayarınızda ise onların da eleme sürecinden geçen ve sonra teke düşen şeyin adı sosyalleşme sonucu tanışıp evlenmek oluyor.

Eğitim arttıkça evlenme veya eşleşme zorluğu da biraz bundan. Eğitimsiz kimselerde ya da gelenekçi kimselerde ise görücü usulü kısa yoldan çözüm oluyor.


Ortaokul yıllarıma kadar hayatımda hiç gayrimüslim arkadaşım olmamıştı.

Ortaokul 1. sınıfta ise soyadı "Eskinazi" olan bir arkadaşımız oldu. "Ne demek?" dediğimizde ise biz Musevi'yiz demişti.

Museviliğin ne olduğunu da o zaman öğrenmiş oldum. Eve döndüm "Musevi ne demek?" demiştim. Annem güzelce anlatmıştı.

Arkadaşım Doğan da ailesine aynı şeyi sormuş "Gavur işte" demişlerdi.


Sınıfımızda ateist, Alevi, annesi Alman veya babası Amerikalı arkadaşlarımız vardı.

Beşiktaş Levent'in öyle enteresan çeşitliliklerle dolu yapısı sebebiyle hayatımın ortalarında kıracağım önyargıyı 6. veya 7. sınıfta kırmış, onların da benim gibi insanlar olduklarını bilerek devam etmiştim hayatıma.

Lisede ise Karolin adında Ermeni bir arkadaşımız vardı. Kendi halinde bir kızdı ve iyi de biriydi.

Eğer Ermeniliğin ne olduğunu hiç kimseden öğrenmesem ve o sıralar devam eden Azerbaycan-Ermenistan savaşı olmasaydı belki çocuklukta birbirimizle yan yana oturtulduğumuz o çocuklar gibi arada duvarsız bağlar kurabilecektik. 


Ne var ki arkadaşlarımız arasında kimisi Ülkücü, kimisi dünyaya duyarlı tipler kıza arada bir Azerbaycan-Ermenistan savaşından bahsedip, ne düşündüğünü soruyorlardı; adeta hesap sorarak.

O da "Bana ne ya" diyordu. "Bana ne ya?" O kadar makul bir cümleydi ki bu… "Bana ne?"

"Sana ne?" demiyor, "bana ne? diyordu. Yani beni ilgilendirmiyor. 

Bende Ermenilerle, Yunanlarla alakalı ilk imgeler Duvardaki Kan, Küçük Ağa gibi romanlarla gelişmişti.

Bunların filmlerini izleyince tuz biber ekti tabi. Ama asla okuldaki bir arkadaşımla bağlantı kurmadım.

Evet, itiraf zamanı, samimi de olmadım. Okuduklarımız da yediklerimiz gibi. Biz onları sindirirken onlar da bizim enerjimizi farklı geliştiriyor ve bizim kimyamıza etki ediyor.

Zaman geçtikçe bunun aslında habis bir şey olduğunu ve milliyetçiliğin koparıp atılması gereken bir "ur" olduğunu da düşündüm.

Ancak bir gün Musevi bir arkadaşın dedesinin, arkadaşın evleneceği Müslüman kız için "Beni çiğneyen evlensin. Mirasımı kaybeder" dediğini ondan öğrendiğimde gördüm ki bu önyargılar ve "samimi olmama" eğilimi aslında onlarda da varmış.

Hatta ülkedeki her mikro azınlığın kendi mikro milliyetçi sosyal ortamları olduğunu gördüm.

O an, milliyetçiliğin daha doğrusu rasyonel milliyetçiliğin en doğru alternatif olduğunu fark ettim.


Hoşgörü yok, tolerans yani tahammül ise sonuna kadar var

Birbirimizi ilk görüşte sevmek hatta seçmek şansına sahip değiliz.

"Osmanlı bir hoşgörü devletiydi" denir. Hayır!

Osmanlı bir tolerans devletiydi. Tolerans, hoşgörü değildir arkadaşlar. Tam karşılığı "tahammül" olabilir belki. Osmanlı da tahammül devletiydi.

Hristiyanlarla ve Yahudilerle alakalı olarak koyduğu kurallara baktığımızda çok da hümanist olmadığını; ancak o dönemlerde Avrupa'ya göre oldukça başarılı bir tolerans çizgisi tutturduğunu görürüz.

İspanya'da Engizisyon'un topraklarından sürmekle bırakmadığı ve kalanları zorla Hristiyan ettiği 1400'lerin sonları ve 1500'lerin ortalarında Osmanlı'ya getirilen Yahudiler en parlak zamanlarını yaşamıştı.

Hristiyanlar da Osmanlı öncesindeki ağır vergileri vermiyor, yüzde 10 haraç vergisi veriyorlardı.

Karşılığında askerlik hizmeti yapmıyorlardı. Ama bir Müslüman Türk, 4 sene asker olabiliyordu.

Hristiyan'sın ve ata eğerle binemiyorsun mesela. Eşeğe binebilirsin. Müslümanlar gibi giyinemezsin.

Peki, ata eğerle binmek neden yasak? Eğersiz ata binersen kemiklerin muhtemelen kırılır ya da attan düşersin. Atın kemikleri koşarken seni mahveder.

Ama eğerle binersen o atı koşturursun da. At gibi oldukça stratejik bir hayvanı ve aynı zamanda savaş aracını Hristiyanlara vermemişler pek.

Patrikler ise bu yasaktan muaf. Onlar hem silah taşıyabilir hem de eğerli at binebilirlerdi.

Hristiyanlar mesela hamama girerken peştamallarına küçük ziller takmak zorundalarmış. Okuduğumda çok garip gelmişti bana. Hamama girerken peştamala zil neden?

Ancak çok duyarlı ve ileri görüşlü atalarımız muhtemelen gözleri sabunluyken bir kazaya veya cinayete kurban gitmemek üzere sesli uyarı olarak düşünmüşler bunu.

Yine şehir içinde çan çalınmasına müsaade yok ama şehirlerin dışında çanlar dangır dangır çalınıyordu. Adalarda Hristiyanların çokça yaşamalarına bir sebep de budur.

Hem Türkler "Gavur uzakta olsun aman" tarzında bakmış hem de onlar uzakta kültürlerini yaşatmışlar.

Hoşgörü yok, tolerans yani tahammül ise sonuna kadar var.
 

tw1.jpg
Fotoğraf: Twitter

 

Bunlar o dönemin şartlarına göre hümanizm ötesi şeyler aslında. Ama ne demiştik? İnsan gelişiyor. Devletler de insan toplulukları da gelişiyor.

İnsanların bu algıları da zamanla entelektüelleşme ölçüsünde farklılıkları önemsememe noktasına doğru gidiyor.

Ne var ki o farklılıklar, eğitim gibi, askerlik gibi meselelerde insanları birbirine harmanlamaz ve aynı yatakhanede veya dersliklerde birbirlerini görüp sohbet etmek zorunda olmazlarsa kolay kolay giderilemiyor.

Bir üst ranzamdaki delikanlı sürekli gaz çıkarırdı. Antep'ten soğumuştum o adamın yüzünden…

Ama sürekli birbirinin yüzüne baktığın bir ortam ve adama memleketinden ne gelirse bana "sen yemezsen yemem bak" diyor ve zorla yediriyordu.

Bu kez de Antep'e ısındırdı beni adam. Algılar bir anda olumlu yargılara dönüştü…

Bir süre sonra o ve diğerlerinin çıkardığı gaz bana sanki toprak kokusu gibi doğal gelmeye başladı.

Bir insan gazıyla yüzünü buruşturan ben, askerlik sonrasında çoğu açıdan değişmiştim.


Sivrisinek yüzünden uyuyamazken 10 sivrisinek soksa da o uyku uyunacak diye kendimi sokturur yine de uyurdum.

Ne kadar el bebek gül bebeksek o sosyalleşme bizim köşelerimizi o derece törpülüyor işte.

Yanına oturmak istemediğin adamı, ranzayı paylaşmak istemediğin, aksanını beğenmediğin birini daha sonra en yakınındaki dostun olarak görüyorsun.

Benim dönemimde bedelli askerlik çok yaygın olmadığı için bulunduğumuz koğuşta babası salça fabrikası sahibi arkadaşımız da vardı, İngiltere'de okumuş olanı da, abisi sol örgüt üyeliğinden hapiste olan da, Kürtçüsü de, Türkçüsü de…

Muhabbet edecek bir dünya zaman oluyor. Kürtçüler genelde en az sizinle konuşanlar oluyordu. 3-4 kişi birlikte gezer birlikte çay içerdi.

Göstermek istemiyorlardı belki kendilerini ama daha fazla ifşa oluyorlardı. Her yere insan birlikte gider mi yahu? Gidiyorlardı işte.

Bilmiyorum belki de kendini korumaya alma içgüdüsü olmalı ama vardı böyleleri.


Üniversitede tanıştığım ve halen yakın arkadaşım olan bir Ermeni arkadaşım Arda vardır… Kapalıçarşı'da kutu yapar ve sevdiğim bir arkadaşımdır.

Vatansever ve olgun biridir. Muhabbet ederken de ne o Ermeni ne de ben Türklük muhabbeti yaparım.

Dostluk muhabbeti varken etnik ve kültürel farklılıklar kapıda bekler. İkimiz de dostuz. Etnik meseleleri hiç konuşmadık, gerek de duymadık.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Eşimi seçerken de milleti önemli değildi ama hiç vurgulamadığım, altını çizme gereği duymadığım Türklüğe alıştı ve benimsedi.

Türklüğü yaşam kalitenizde ve üzerinizde iyi taşıdığınızda, İslam'ı da yaşam kaliteniz ve davranışlarınızda mükemmel taşıdığınızda en güzel milliyetçilik ve en güzel dindarlık seviyesine ulaşıyorsunuz.

Yine askerdeyken sonuna kadar milliyetçi, Atatürkçü bir delikanlı tanımıştım. Ermeni'ydi ve adı Murat'tı. Saat tamircisiydi ve Şişli'de yaşıyordu.

O ana dek böyle bir Ermeni olduğunu hiç görmemiştim. O andan sonra ise algılarım bir milleti asla hepten iyi veya hepten kötü olarak görmemek üzerine gelişti.

Rasyonel milliyetçi iseniz, milletinizin, ulusunuzun gönenci ve refahı, diğer milletlerden geri kalmaması için gayret eden birisi oluyorsunuz. Onların sosyo-kültürel ve entelektüel seviyesi gelişsin istiyorsunuz.

Namık Kemal rahmetli, sürgüne gönderildiği Midilli adasındaki Türklerin ırgat, hamal gibi mesleklerde olmasına çok üzülür.

Orada geçirdiği süre zarfında bölge Türklüğünü öyle bir hale getirir ki Midilli Adası, adeta çağ atlar.

Geri kalmış olan Türk köylerinden işyeri sahibi, okuma yazma bilen, katip, balıkçı, limancı çıkarır.

Onca işkolunda Türkler sahibi oldukları Midilli'nin "gerçek efendisi" de olmaya başlarlar.


Askerlik, bedelli askerlik denen şey sayesinde özel bir gelir grubunun hizmetindedir artık

İnsanımızın kendi içerisindeki toplumlara dair algılarını yönetecek olan en sağlıklı ortamlar nelerdir peki?

İşte günümüzde ülkenin sağını soluyla, kuzeyini güneyle, doğusunu batısıyla etkileşimli hale getirecek, onları karıştırıp kaynaştırıp sonrasında memleketin bir yerine gönderecek ne tür bir yapıya sahibiz?

İşte o yapı askerliktir. Askerlik de maalesef bedelli askerlik denen şey sayesinde özel bir gelir grubunun hizmetindedir artık.

Bir erkeğin gerçek manada olgunlaşabileceği tek ya da en son yer de ellerinden alıyor bu gençlerin. Farkında mısınız?

Şu anda mahalleler ayrışmış, daha fazla önyargı, daha az diyalog ve birbirini daha az tanıyan milyonlarca gence sahibiz.

Bana hiç kimse Işık Lisesi'ne giden bir gençle muhafazakar bir kolejdeki gençlerin gelecekte aynı ortamlarda dolaşacağını söylemesin.

Aynı ortamlarda eğlenmeyecekler ki aynı ortamları paylaşsınlar. Geçelim efendim…


Üniversitede otobüste yer seçen benim gibi adamlar şimdi çevrelerini, mahallelerini, dostlarını seçerken daha da sınırlayıcı kriterlerle seçiyorlar. O sınırlar ise çocuklara miras kalıyor. 

Ben sırf oğlum, dünya ve ülkesinin insanıyla etkileşimde olsun diye koleje yazdırmadım.

Her kolej devletin müfredatını uygulasa da bir mahallenin de-facto müfredatını da uygular.

Lüks bir semtteki bir din öğretmeni arkadaş, çalıştığı kolejde kulağının kibarca çekilip (mecazen), "Ya Hocam çok idealist olma… Sonuçta burası x okulu. Buraya gelen veli zaten 'Din dersi istemiyoruz' diyerek geliyor" dediğini anlattı.

Buna karşın bir diğer arkadaşım da çalıştığı kolejde Kudüs Günü etkinliği yapıldığını söylemişti.

"E peki laik ailelere mensup çocuklar ne diyor bu etkinliğe?" demiştim.
"Öyle bir aile yok ki Hocam" demişti.


Bırakacağınız en mühim şey, birlikte yaşam şuuru ve milli duruştur

Görüyorsunuz. Aslında mahalleler hayli ayrı. Bedelli askerlikle daha da ayrışmış.

"Bir askerin, bir diğer askerle sosyalleşip onu da kendisi gibi sanması, onu kanıksayıp onu benimseyip sonrasında onun hayatı için kendini kurban edercesine ileri atılmasına sebeptir. Bir öğrencinin bir diğer öğrenciyle kendisinden farklı olmadığını görüp ona ısınması ve ilişki kurması" bizden şimdilik uzakta olan bir durum.

Biz bir şekilde bu asrın ortalarına geliriz gelmesine de çocuklar için üzülüyorum.

Onlara bırakacağınız mirasınız ne olur bilmem ancak zengin kız-fakir oğlan ya da zengin erkek-fakir kız evlilikleri sadece filmlerde oluyor.

Öyleyse bırakacağınız en mühim şey, birlikte yaşam şuuru ve milli duruştur. 

Küçükken bizleri koydukları yerde hiç seçmeden samimi olup oynayan biz, artık makasın ucu açılalı beri birbirimizi daha fazla seçip birbirimizle daha az vakit geçireceğimiz günlere doğru gidiyoruz.

Yukarıda da dediğim gibi… Biz idare ederiz.

Çocuklara ne yapacağız?

İyisi mi şu mahalleleri birleştirmeden ölmeyelim.

Bunun için birinci şart,

Bedelli askerliğin herkes için kaldırılması ve tüm kolejlerin kapatılarak karma devlet okulları haline getirilmeleri. 

Birlik artık bir otobüs firmasından, bir aile bakkaliyesinden fazlası olmalı.

Birbirlerinin boğazına basarak yükselen insanların ülkesi Hindistan'da bile ülke uzaya roket gönderiliyorken;

Mahalleleri ayrıştırmak yerine birleştirmek en büyük vazifemiz olmalı.

Ama tüm mahalleler birleşirse tüm futbol takımları da birleşmiş olur ve rekabetin de anlamı kalmaz.

Partilerin yaşaması için mahalleler daha da ayrıştırılacaktır. Hiçbir parti lideri o mahallelerin birleştirilmesini istemez.

Dileğimiz o ki şu dünyada hayırlı birkaç lokma yiyeceksek millete ve ülkeye hayrımız dokunsun ve insanlar bizlerden razı olsun.

Allah, bizden zafer beklemiyor.

Gayret bekliyor.

Tanıştığımız insanların içki içmeleri, Kur'an okuyup okumaması, plaja gidip gitmemesi, anasının veya kızının başındaki örtüsü, kocasının yaşam şekli umurumuzda olmamalı.

Millet ve ülke için ne yapabiliriz? Bunu düşünmemiz gerekiyor.

Güçsüz bazı sahabelerin hicretinde peygamberimiz Müslümanlara dönüp:
"Habeşistan'a, Adil kralın ülkesine gidin" demişti.

"Müslüman kralın" demedi. "Sofi kral", "Allah'a inanan kralın ülkesine gidin" de demedi.

Adil kralın ülkesine gidin! 


Öyleyse kralın ve emirin dini ön planda değil.

Nedir ön planda olan?

Adalettir.

Onu üstte tutarsan her kurum çalışır, liyakati üstte tutarsan devlet gelişir.


Saygılarımla.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU