Darbelerin topluma ve sanata etkileri

Deniz Unay Independent Türkçe için şair, yazar ve ressam Recep Garip ile konuştu

Türkiye maalesef zaman zaman darbelere maruz kalan bir ülke. Henüz istediğimiz demokratik hukuk devletine ve özgürlüklere kavuşamadık.

Her darbe toplum üzerinde yeni korkular inşa etti, bu korkular toplumu, sanatsal özgürlüğü, ifade hürriyetini ciddi anlamda baskısı altına aldı.

Yaşanan darbelerin sonrasında toplumun korkularından arınıp, özgürlükçü bir döneme girme hayali hep yarıda kaldı.

Darbeler akademisyenlerden sanatçılara; bilim insanlarından, düşünce insanlarına toplumu değiştirecek dönüştürecek entelektüel kesimin heyecanını ve çalışmalarını yarıda bıraktı.

Bugün şair, yazar ve aynı zamanda ressam olan kıymetli Recep Garip Hocama darbelerin etkilerini sizin için sordum.
 

IMG_0147.JPG
Recep Garip, Independent Türkçe için Deniz Unay'ın sorularını yanıtladı

 

"Belki de zihnin en büyük kaybı meselelere ekonomik bakmaktır"

- Neden darbelere maruz kalıyoruz?

Darbeler tarihi, bu yüzyılın tarihi değildir elbette. Devletlerin kuruluşlarından itibaren var olan iktidar mücadeleleridir.

İçten ya da dıştan bu türden teşebbüsler her daim var olmuştur. Olmaya da devam edecektir.

Darbeler, yalnızca yaşadığı toplumun iktidar değişikliğini sağlamaz. Aynı zamanda siyasal değişimini, sistemin değişmesini de sağladığı gibi, toplumsal kalkınmayı, edebi hareketlilikleri de etkiler, zedeler ve daralmalara neden olur.

Ekonominin zafiyete uğramasıyla toplumun bütün bireylerinin elindeki imkânlar daralınca toplumu dizginleme yolları da elde edilmiş olur.

Bu durum biraz da kapitalizmin taşıdığı unsurlara işaret eder.


Türkiye'miz açısından bakıldığında, bu yolculuğun hep aynı minval üzerinden yürüdüğü gözlemlenir.

Kapitalizmin tüketici alışkanlıkları ellerinden alınan halk, bir bilinci-şuuru kaybetmiş olmaktan ziyade, fakirleşmenin ya da kemer sıkmanın zorlayıcılığını bildiğinden-öğrendiğinden derhal bankaların önlerinde yığılarak paralarına el konulmadan kazançlarını-birikimlerini ele geçirmek isterler.

Belki de zihnin en büyük kaybı meselelere ekonomik bakmaktır.

 
İnsan onurunun, yaşama nedenleri olan yurt-ülke-toprak-toplum sevgisinin önüne geçirilmiş olan, başka sevgilerin üretilmesiyle bireysel çıkarlar öne geçirilmiş ve böylece toplum çözümlenmiş olur.

Bunu sağladıklarında darbeciler, iktidara oynayanlar, derin devlet algıları ya da adı ne olursa olsun kabilinden unsurlar sonuca ulaşmış demektir.

Bir de böyle topluluklarda toplumun sözcüleri olan edebiyatçıları, konuşan ve yazan kesimleri, köşe yazarları, sinemacı, tiyatrocuları dahası şairleri hapsedildiğinde zaten yapılacak fazla bir şey kalmamıştır.

Halk sinmiş ve değişim başlamıştır. Toplumun birlik şuuru yara almış bireyin psikolojisi çökmüştür.

Dünden bugüne bakıldığında hep bu yolun takip edildiği görülmektedir.
 

 

Düşüncenin, inancın gönülleri değiştirerek yapıldığı değişimler ise, yüzyıllar boyu kimseler tarafından değişmezliği gün gibi belirgin durmaktadır.

Savaşların çıkma nedenleri de buradadır. Toplumun inançları, bireylerin çıkarlarından önce gelir-gelmelidir.

İnanç merkezli hareketler er ya da geç sonuç verir. Tarihin ses dalgaları, bu türden değişimlerin, çatışmaların, savaşların da ses alanlarıdır.  

Toplum bireylerinin ortak ülküsü, ülkesi, vatanı, inancı, bayrağı, sancağı her şeyden asildir ve değerlidir. Birlik şuuru bu asli erdemlerden beslenir.

Son yüzyıllarda var olan iç kargaşalar-çatışmalar, darbeler, teşebbüsler bu büyük oyunun daha pratik çözüm provalarından ibarettir.


"Bilinmelidir ki her kesilen kök daha gürleşerek doğar"

- Geçmişten bugüne darbeler toplumu nasıl etkiliyor? 

Geçmiş içten içe büyüyor ve büyüdükçe ısıtıyor, ısıttıkça paramparça olduğum zamanlar az değil.

Geçmişi sorguladığımızda karşımıza çıkan gerçekler ürperticidir. Düşüncenin ve düşünce sahiplerinin kim olduğuna bakılmaksızın sağ-sol ayrımı yapılmaksızın, sanatçı, edebiyatçı, oyuncu, tiyatrocu, şair olması önemsenmeden düşünce ve düşünce sahipleri prangalara vurulup idam sehpalarında kim vurduda kayıtları belirsizleştirilmiştir.

İlim, bilim ve irfan sahipleri iplerde sallandırılmış, hapislerde çürütülmüş, öldüklerinden haberler alınamamış, mezarları bile bulunamamıştır.

Bunlar bir alışkanlığın ötesinde, bir uygarlığın, düşüncenin, medeniyetin varlığından korkmanın, kökü ve gövdesi sağlam yerli düşüncenin kök damarlarını kesme, yok etme teşebbüslerinden ibaret olduğu görülmektedir.

Bilinmelidir ki her kesilen kök daha gürleşerek doğar. 

 
"Darbelerin en büyük muarızı düşünen beyinler olmuş; şairler, edipler en büyük eziyetleri, sürgünleri görmüşlerdir"

Darbelerin geçmişten günümüze uzanan öykülerini o dönemde yaşayan sanatçılar, edebiyatçılar evirilerek yazmayı, söylemeyi denemişlerdir.

Kırık dökük ifadelerden yola çıkılarak daha sonraki dönemlerde tanıkların öyküleriyle birleştirilmiş ve böylece bir hafıza oluşumu sağlanmıştır. Etki ve tepkinin genel zuhuratı budur.

Dolayısıyla darbeler, eşyadan itibaren var olan her türlü insan değerini, onurunu zedeleyerek, ezerek, öldürerek, döverek, zindanlara hapsederek, idamlarda sallandırarak uslandırmayı dener ve denemişlerdir.

Toplumun bilincini olumsuz etkilemiş, bireylerin özgürce düşünmelerine engel olmuştur.

Böyle olunca sanat, şiir, musiki kendi yolunu bulmanın ancak su sızma yoluyla günün doğuşunu göstermesi beklenmiştir.

Komplekslerden kurtulmak öyle kolay elde edilmez; edilememiştir. Her an bir yıkıntı, bir saldırı, bir baskın ya da bir darbeyle her şeyin yıkılıp gideceği düşüncesi, insanı bütün hasletleri-çabaları-tefekkürleri cılızlaştırmakla kalmaz, mecalsiz, anlamsız ve faydasız hale dönüştürür.

 
Sanatkârlar, tiyatro sahnelerinden toplanmış, derdest edilmiş, sinemacılar, senaristler, yönetmenler, edebiyatın ustaları, şairler hep darba uğramışlardır.

O nedenledir ki zindanlardan doğan şiirler, türküler kalıcı olmuştur. Darbelerin en büyük muarızı düşünen beyinler olmuş, şairler, edipler en büyük eziyetleri, sürgünleri görmüşlerdir.

İnsanlık tarihinin aklı olan şairler, edebiyatın en lirik diliyle haykırışlarını bir şekilde duyurmanın çabasında olmuşlardır.

Siyasetin tırpanlandığı, şairlerin, edebiyatçıların, aykırı seslerin boğulduğu, hapsedildiği dönemlerde sanat yine de zaman içerisinde toplumu toparlayan, şuurunu tazeleyen ana iksir durumundadır elbette.


"Şiir boynunu bükmüştür. Sanatkâr sanatını üretmekten ürküp korkmuştur"

 Geçmişi -tarihi vakaları- bilmek, gelecekte olanları bilmektir. Mesele bu kadar aşikârdır.

Olan olaylar olmakta olan -olacak olan- olaylara da işaret eder. Böyle bakınca darbelerin insan üzerinde, dahası toplum üzerinde bıraktığı hüzünlerin, sarsıntıların, depremlerin, sıkıntıların,  ezilmelerin, horlanmaların, yok sayılmaların, düşünceden uzaklaştırma denemelerinin bıraktığı derin yaralar, uçurumlar sanatı da, şiir de, yazıyı da etkilemiştir.

Elbette kalem ve sanat erbapları da kendi kuytu köşelerinde ürkmüş, tedirgin olmuş, nefes alabilecekleri zamanlara değin sindirilmenin yok edici ruhunda eserler hüzne dönüşmüştür.

Şiir boynunu bükmüştür. Sanatkâr sanatını üretmekten ürküp korkmuştur.


"Gerçek sanat, tefekkür, şiir ve ilmin inkişafı, ancak özgür toprakta ve özgür göğün altında beslenir"

- Toplumu değiştiren ve dönüştüren entelektüel değerleridir, Peki sanat camiası darbelerden nasıl etkilendi?

Gerçek sanat, tefekkür, şiir ve ilmin inkişafı, ancak özgür toprakta ve özgür göğün altında beslenir. 

Büyük ustaların sürgünleri, zindanları unutulmaz. Namık Kemal'den, Mehmet Akif'e, Nazım Himet'ten, Necip Fazıl'a şiir ve sanat, dolayısıyla edebiyat kendisine düşen payı fazlasıyla almıştır.

Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Burhan Felek, Sebahattin Ali Sinop cezaevinde yatanlardan bazılarıdır.
 

ulucanlar cezaevi.jpg
Ulucanlar Cezaevi

 

Başkentte Ulucanlar Cezaevi infazlarla birlikte en gözde mahkûmların, yani bilinen siyasilerin, ediplerin, gazetecilerin, sinemacıların, şairlerin ve düşünce insanlarının yargılanmalarıyla oluşan mahkûmlarla adını tarihe yazdırmıştır.

Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Hasan Hüseyin Kormazgil, Sami Cebeci, Yılmaz Güney, Metin Peker, Oral Çalışlar, İpek Çalışlar, Cüneyt Arcayürek, Fakir Baykurt gibi birçok isim kayıtlarda mevcuttur.

Bir zamanlar siyasilerin yolu hep Ulucanlar Cezaevi'ne uğrardı. Örneğin, Bülent Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, Talat Aydemir, Deniz Gezmiş gibi isimler unutulmayanlardır.

Milli Nizam, Milli Selamet, Refah Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan ve arkadaşlarının, partilerinin kapatılması, hapsedilmeleri, yargılanmaları, bir bakıma sürgünleri aynı dönemde Rahmetli Alparslan Türkeş'in yargılanması vs. konularda asıl itibarıyla üzerinde durulması icap eder.  

Daha sonraları mahkemeleri açısından üzerinde durulması elzem olan Salih Mirzabeyoğlu'nu da burada hatırlamakta yarar vardır.

Mirzabeyoğlu, İBDA düşüncesinde yeni şeyler söylemeyi denemiş, düşüncede derin, şiirde soylu, davasında vazgeçilmez bir duruş ortaya koymuştur.

Bir yanıyla siyasilerin-politikacıların, diğer yandan fikir ve düşünce mensuplarının idamları, hapisleri, yıldırma-ezme-yok etme- çabaları asla unutulamaz.

Yalnızca yakın zamana işaret açısından 12 Eylül 1980 ihtilalinin kısa ipuçlarından bahsedersek nasıl toplumun ruh kökenlerinin, gönül ve vicdan muhasebelerinin altüst edildiği daha iyi anlaşılacaktır.
 

aa1.jpg
Fotoğraf: AA

 

12 Eylül 1980 ihtilalinin kod adı 'Bayrak Harekâtı'dır. Sabaha karşı 03.00 sularında tanklar şehirlerde hareket etmeye başlar ve asker siyasilere-devleti yönetenlere el koyarak derleyip toparlar ve hapse atar.

7 bin kişi için idam cezası istenir, 1 milyon 683 bin kişi fişlenir, darbe ya da ihtilale neden olarak sağ-sol çatışmaları ile oluşan kargaşa ortamı gösterilir.

12 Eylül 1980 yılında üniversite öğrencisiydim tepeden tırnağa bu fiili işgali yaşadım, dostlarımla en ağır sınavlardan geçirildik, hapsedildik, işkencelere maruz kaldık, idamlarla yargılandık, kaybolan bir daha bulunmayan arkadaşlarımız, dostlarımız oldu, şehitler verdik.

Haklı bir mücadele olan talebimiz, ülkemizin aydınlık yarınlarına doğru yelken açması için verdiğimiz milli ve manevi düşünce iklimimizden asla taviz vermedik, geri adım atmadık.

Değişmedik ama toplumsal hafızayı, anlayışı, köklerdeki derin kadim kültür ve inançla nesillere ve geleceğe ışık olmaya devam ettik ve bu günlere doğru geldik.

Geldik gelmesine de 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsüyle yeniden bir istiklal mücadelesine yeniden bir "Çanakkale geçilmez" denilmesine Rabbimiz fırsatlar verdi.


- Darbelerin alt yapısı nasıl oluşturuldu?

Dünde yaşananlar bilinmeden yarın yaşanılacaklar asla kestirilemez-bilinemez. Tarih bundan dolayı iyi bilinmelidir.

12 Eylül 1980 İhtilalini yapanlar bu ülkenin geleceğini karanlıklara atanlardır.

517 kişiye idam cezası verilir ve 50'si asılır. O yıllarda henüz dünyada renkli televizyonlar yok. Türkiye'de de yok.

Tek kanal olan TRT'den tok sesli bir adamdan durmadan marşlar dinletiliyordu.

30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı, darbeyle birlikte olanlar oldu bütün sivil yapılar kapatıldı, siyasi partiler lağvedildi.

Genel başkanları ve yöneticileri haps edildiler. Bu kadarla yetinilmedi ve akıllara durgunluk verecek düzeyde TBMM lağvedildi.
 

aa.jpg
Fotoğraf: AA

 

Bunları anlayabilmek için o günleri yaşamak icap ediyor. Kayıtlar devam ediyor ve ara bilgiler vermeyi sürdürüyorum; 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.

Generallerin yönetimindeki Milli Güvenlik Konseyi yasama, yürütme ve yargıyı tek elde topladı ve Kenan Evren cumhurbaşkanı seçildi.

Bunlar bu ülkenin yakın tarihinde yaşanılan gerçeklerdir. Daha yakınlarda yaşanılan bu tür gerçekler, ayna ödevi görseydi; 15 Temmuz 2016 darbe kalkışmasıyla ülkenin geleceğini haçlı ittifakıyla yok etme teşebbüsü belki de yaşanmayacaktı.

İsterseniz biraz bilgi daha aktaralım ki darbelerin ülkelere nasıl darbeler vurduğunu, ülkenin gelişmişliğine, kalkınmasına, aydın kesimlerinin nasıl da tarumar edildiğine idraklerimiz birazcık yönelmiş olsun.

30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti, Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş gibi siyasilere siyasetin kapısı kapatıldı.

Bu süreçte 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. Zorlayıcı, yıldırıcı, yıpratıcı iki yıllık bir sindirmenin üzerinden 1982 yılında halkın yüzde 92'sinin kabul ettiği darbe anayasası yürürlüğe girdi girmesine de 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 3 bin 854 öğretmenin ve 47 hâkimin görevine son verildi.

Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 14 kişi açlık grevinde öldü, 16 kişi -kaçarken- vuruldu, 95 kişi -çatışmada- öldü, 73 kişiye -doğal ölüm raporu- verildi, 43 kişinin -intihar ettiği- bildirildi…
 

 

Görüldüğü üzere bu kısa notlar darbelerin insanları nasıl da yok etme, bitirme, düşünceyi katletme anlamında ipuçları verdiğini görmemiz açısından kısa bir değerlendirmeydi.

Şimdi insan soruyor; 

"Eğitimde, kültürde, ekonomide, ilimde, teknolojide, sanatta dahası bütünüyle kalkınmada neden yeterince başarılı değiliz?"

"Paramızın bir değeri yok" vs. vs...  

Cevap; okuduğunuz bu makalenin derinlerinde tahlili gerektiriyor. Onu da bir zahmet düşünerek siz bulun.

Yine kısa bir özetle düşünceden, fikir sahiplerinden, şairlerden, ideologlardan nasıl korkulduğunu ortaya koyma açısından Salih Mirzabeyoğlu davasından 21 Şubat 2000 ve 17 Nisan 2000 tarihlerinde 6. DGM'de gerçekleştirilen celselerdeki savunmasından birkaç notla konuyu detaylandırmış olup toparlama yoluna yönelmekte yarar görmekteyim.

Salih Mirzabeyoğlu.jpg
Salih Mirzabeyoğlu

Salih Mirzabeyoğlu, şair, yazar ve fikir adamıdır. Mirzabeyoğlu (asıl adı Salih İzzet Erdiş'tir) için devletin hükmedici gücü "örgüt lideri" suçlamasıyla yargılarken Mirzabeyoğlu, kendisi için yapılan suçlamayı reddederek örgüt lideri değil "fikir adamı" tanımlamasını yapar.

Kendisi için "kumandan" lakabı kullanılır ve çevresindeki dostları öyle ifade ederler ve kayıtlara da öyle geçer.

Biz de aynı tanımlama üzerinden yola çıkalım ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu'nun tarihî savunmasından birkaç önemli notu kendi ağzından nakledelim.

Mirzabeyoğlu, söze şöyle başlıyor;

Rejim, 'nizâm-düzen' ve hukuk; neticede sosyal, siyasî ve iktisadî unsurları içine almış olarak, hukukun kapsayıcı rolünde üst üste gelen kavramlar...

Bu görüş çerçevesinde 'adalet sistemi' ve ilgili kurumların hâline, DGM Savcılığı'nın hakkımdaki iddianâmesine cevab yazmaya başlayabildiğim bugün, yâni 7 Şubat 2000 itibarıyla değinme ihtiyacındayım.

Hiçbir hukukî mesnede dayanmadan tutuklanmamın ardından, 25 Ocak 2000'den bugüne kadar yaşadıklarım ve içinde bulunduğum durum, adalet sisteminin nasıl bazıları için 'at içeri, çıkmak için uğraşsın dursun!' mantığı ile işletildiğini göstermektedir.


O yıllarda yasadışı örgütler doğurulur, kullanılır, isimler-kahramanlar bir şekilde seçilir-bulunur ve örgüt lideri ve gurubu haline getirilirdi.

Bu tür yaftalamalar o yıllarda sol-sağ ya da Müslüman gençlik için de fark etmezdi.

Mirzabeyoğlu için de "yasadışı İBDA-C lideri" tanımlamasıyla suçlanmış ve içeriye alınmıştı.

Bu suçlamayı hiçbir zaman kabul etmemişti Salih Mirzabeyoğlu. Suçsuz günahsız vatan evlatları bir bir tüketilmek isteniyordu.

Üniversite öğrencilerinin ideolojik tavırları bilinmez eller tarafından kavgaya yönlendiriliyor, çatışmalar çıkarılıyor kavgalara, ölümlere yollar açılıyordu.

Binlerce vatan evladı suçsuz yere hayatını kaybedip annelerin babaların yürekleri karalara bağlamıştı o yıllar.
 

Salih Mirzabeyoğlu1.jpg
Salih Mirzabeyoğlu

 

"Gelelim 25 Ocak 2000 tarihine... Polisin beni hiçbir illegal ilişki içinde olmamama rağmen, 'İçişleri Bakanlığı'nın İBDA-C'yi illegal örgüt kabul etmesi'ne binaen sipariş üzerine (ki, kaç türlü saçmalık bir arada, sonra göstereceğim) yakalaması, üstelik ilkokula giden çocuğumu her gün almak üzere gittiğim ilkokulun önünde eşim ve çocuklarımla beklerken yakalamasına rağmen, 'örgüt lideri' imajına katkı olsun diye yakalama tutanağını, adaleti yanlış yönlendirici bir şekilde 'evine yapılan baskınla yakalandı' diye tertip etmesi; 28 Ocak 1998'de böyle başlayan ve basının da içinde psikolojik yönlendirici olarak bulunduğu bir yığın haksız, ahlâksız ve hukuk dışı suçlamaya tepki olarak, protesto amacıyla mahkemeye çıkmayı reddetmem...

Hukukî olarak nazik bir mesele: Beni 26 Ocak'taki mahkemeye çıkarmak için yapıldığı söylenen, sabahın kör bir saatinde hiçbir şey söylemeden askerin doğrudan ateş açmasıyla başlayan ve 1 kişinin ölümü ve 5 kişinin yaralanmasıyla neticelenen operasyon; operasyonun niteliğinin hukukî olup olmaması bir yana, sadece benim davam ile ilgisi yönünden bile hukukî midir?.. Metris Cezaevi Savcısı'nın, Mahkeme'ye çıkıp çıkmayacağımın cevabını almak üzere geleceğini söylediği 25 Ocak'ın sabahında gerçekleştirilen bu operasyon?..

Aslında Cezaevi Savcısı'nın Mahkeme'ye çıkıp çıkmayacağımı öğrenmek istemesini söylemem de lüzumsuz; çünkü 26 Ocak'ta Mahkeme'ye çıkarılmak üzere gelinene kadar kimsede böyle bir hak ve tahmin yürütme yetkisi yoktur.

Oysa bunun bir adım daha ilerisine gidilmiş, işin içine müneccimlik girmiş ve benim Mahkeme'ye çıkmayacağım kesin kaziye kabul edilerek söz konusu operasyon gerçekleştirilmiştir... Ve DGM Savcılığı'nın iddianamesine hangi şartlar altında cevap yazdığımın daha iyi takdir edilmesi için arkası:

Yaralıların çıkarılması ve teslim olunması hususunda operasyonu yürüten Albay, 'Hiç kimseye kötü muamele yapılmayacak, Devlet sözü!' diyor.

Devlet sözüyse fena!.. 'Biz, söz namustur ukdesine bağlı insanlarız, sizin sözünüze güvenmek isteriz!' diyoruz, kabul görüyor; ve en son benim çıkmam şartıyla arkadaşları tek tek alıyorlar. Sıra bana gelince durum değişiyor: Benimle beraber çıkacağını söyleyen Albay, 'Tamam!' diyor ve benimle ilgisinin kesildiği o ânda yüzleri döğüş maskesi gibi bir şeyle örtülü grup, koluma giriyor. Askerin oluşturduğu koridor içinde kim vurduya gelmek gibi bir durumda olduğumu anlıyorum.

Fakat enteresan; kasklı asker koridoru içinde birkaç kişi dışında tekme ve yumruk vuran olmadı. Koluma giren gruptan biri -burası önemli- bana, 'Sen de asker çocuğuymuşsun; boyuna askere saldırıyorsun, bu düşmanlık nerden?' dedi.

Aslında onun söylediği, istihbarat raporlarından adlî mekanizmalara ve kamuoyuna kadar istediğini istediği gibi sunan ve tersine seslerin karşısında cılız kaldığı basının, 'İBDA-C boyuna askere saldırıyor!' şeklindeki haberi idi.

'Ben adalet sistemini protesto ediyorum, üzerime askeri yolluyorlar!' dedim. Neticede, beni tepeleyecekleri bir yer telâşesinde, orası mı burası mı derken, Metris Cezaevi'nin dış bahçeye açılan mevkiine kadar geldik. Oradan dışarıyı gören bir odanın penceresinden, -ben odanın kapısına yakınım-, bahçede sıraya dizilmiş arkadaşları gördüm ve hiçbir pratik yararı olmamasına rağmen, beni tepeleyeceklerini işaret etmeye çalıştım.

O anda Albay odadan çıktı ve 'Zafer işareti filan yapmak yok; gel şuraya önce güzel güzel konuşalım!' dedi ve beni odadaki bir sandalyeye oturttu, ardından kollarım kelepçelendi ve hemen akabinde de dışarı çıkartılarak söz konusu grubun içine salındım.

Üzerime üşüşenlerin tekme ve yumruk darbeleriyle yere düştükten sonra, kafama ve vücuduma yediğim sayısız darbeden sonra kendimden geçtim. Aradan şu kadar gün geçmesine rağmen beni günde birkaç kez baygınlık hâline sokan o darbelerin tesirine rağmen, o gün nasıl sağ kaldım hâlâ anlayabilmiş değilim.

Neticede; hadisenin vuku bulduğu yere koyulmuş bir masa üzerinde ayıltılırken, patlayan sol kaşıma dikiş atıldı ve masadan indirildim. Ne hâle getirilmiş olduğumu göstermek için sadece şu sahne yeter:

Ayaküstü dikildikten sonra, rüyâ gibi, yaklaşık 10 senedir görmediğim bir arkadaşla konuştum ve güyâ rüyâdan ayılmışım gibi, askerin içinde koridora dizilmiş arkadaşlarımı gördüm. Oysa 'acaba' şüphesiyle 26 Ocak'ta mahkemeye getirilirken arabada sorduğum arkadaşlar, benim tepelendiğimi görmediklerini ve kendilerinin bahçede olduklarını söylediler.
 
Bütün vücuduma müthiş bir hissizlik ve uyuşukluk hâkim şekilde, Kartal Cezaevi'ne getirildim. Sol bacağımın üstüne basamıyorum. Bu hâldeyken, başlarında 4 sırmalı olduğunu sandığım bir Astsubay ve bir başka Astsubayla birlikte askerler, beni tepelemek üzere bir odaya aldılar ve sesimin çıkmaması için ağzımı kapama çabaları sırasında, kaşımın üzerindeki gazlı bez veya pamuk da söküldü.

Dışarı çıkarılınca doktor faslı: Pişkin olmadığı tedirgin tavırlarından belli ve besbelli ki 'tenbihli' adam, bana, 'Sırtında bir darbe falan yok değil mi?' dedikten sonra, muayene bitmiş olarak önündeki kâğıdı dolduruyor...

Acelesini bildiğim doktora, 'Yüzümde ve kafamda bir şey yok değil mi?' deyince, sanki kendisine farkında olmadığı bir şey söylemişim gibi, 'Yok!' cevabını verdi ve oradan, koluma giren gardiyanlarla cezaevinin 'müşahede' bölümüne götürülürken, bir gardiyanın arkadan sağ böğrümü bulan tekmesi...

Hemen söylemeliyim ki, bütün bunları, acıklı bir tasvirle merhamet devşirmek için değil, koruma ve kolluk görevinden Cezaevi'ne kadar bir bütünlük teşkil eden adalet sisteminin halini göstermek için yazıyorum. 1 ölü 5 yaralıyla neticelenen malûm operasyonun ardından 'Devlet'in itibarı kurtuldu!' diyebilen Adalet Bakanı, evvelâ kendilerinin koydukları kanunlara saygılı olsalar ve bunun uygulanışını takipte bulunsalardı, Devlet'in kendi adına asıl itibarının 'adalet' olduğunu da göstermiş olurlardı...
 
Neticede: 26 Ocak 2000 tarihinde, sol dizimden topuğuma kadar öbürünün iki katı olmuş fil bacağı gibi bir bacak ve kafam gözüm yaralı hâlde, -tahkir edici davranışlardan filân vazgeçtim-, karşınızdayım...

'Yukarılardan' gelen tembih gereği, Mahkeme'de nasıl davranmazsam sonucunun ne olacağının tehdidini-imâsını almış olarak; ve gazeteciler resim çekerken sünepe görünmem için, üzerimdeki yeleğin beni gösterişli yapması söz konusu edilip huzurunuzda çıkarılmış olarak...

Dönüşte, arabada anlayışlı taraflarını fark ettiğim sivil giyimli Binbaşı'ya, yukarıdan beri anlattıklarımdan birkaç çizgi ile bahsettim ve 'Bu davranışlar hukuka uygun mu?' diye sordum. 'Hukukî değil, psikolojik!' dedi.


Netice olarak: 1975'den beri dergi ve kitap faaliyetleri hâlinde fikir üreten ve 1984'den beri de bunu İBDA markası ile gerçekleştiren ben, 'fikir suçu' kapsamında doğrudan şahsî faaliyetimle ilgili olarak suçlanabilmem durumu bir yana, ne dün için, ne bugün ve ne de yarın, benden yapılan iktibaslar veya bana yapılan atıflardan dolayı, legal veya illegal işlerin mesulü tutulamam...

Nitekim tutuklanmamdan 5 ay önce bir başka İstanbul DGM Savcısı'nın Adana DGM Savcısı'na yolladığı belge -ki Avukatım Harun Yüksel tarafından 'İddianame ve ekleri hakkında beyanlarımız' diye Mahkeme Başkanlığı'nıza verilmiştir- bunu teyit eder."

 

Salih Mirzabeyoğlu3.JPG
Salih Mirzabeyoğlu

 

Bu kısa nakillerden de bakıldığında darbelerin düşünceye, sanata, şiire, ustalara, üstatlara, siyasilere dahası kültürel birikimlere, sözü olan söz erbaplarına, tiyatrocu, sinemacı, medyacı, gazeteci, ilim ve bilim adamlarından tutunda halktan akil insanlara, çevresi olanlara vb. gibi birçok alanda hükmedici, yok edici, tutuklayıcı, darp edici, yasaklayıcı, kaybedici, işkencelerden, idamlara kadar uygulamalara tanıklıklar edilmiştir.


- Peki, 15 Temmuz darbelerin sonuncusu olabilir mi?

Son darbe teşebbüsüyle -15 Temmuz 2016- perde bir kez daha açılmış bir daha açılmamak üzere kapatılmıştır.  

Çünkü Çanakkale geçilmez diyen bu büyük millet yediden yetmişe 79 milyon halkımızın ittifakıyla haçlı taarruzu durdurulmuş, başlarında parçalanmıştır. Darbe teşebbüsleri ve darbeciler tarihin karanlıklarına gömülmüşlerdir.
 

15 temmuz.jpg
Fotoğraf: AA

 

Kısa bir dokunuş daha yapalım; 28 Şubat 1997 yılı MGK toplantısında İrticaya karşı olma iddiasıyla hem bürokrasi hem ordu işbirliği yapmış halkın inanç, iman ve vatanseverlik duygularıyla oynanmıştır.

Postmodern darbe diye de ifade edilen, halkı sindirme politikası siyasetin, demokrasinin, özgürlüklerin de belini kırmıştır.

Türkiye, Aralık 1995'te yapılan seçimlerde Milli Görüş'ün lideri Necmettin Erbakan sandıktan zaferle çıkmış, yüzde 21 oyla Meclis'teki 550 sandalyenin 158'ini kazanmıştı.

Uzun uğraşlar sonucunda DYP ile koalisyon kurulmak durumunda kalınmış ve Prof. Dr. Necmettin Erbakan Başbakan olmuştu.

1996 yılında Başbakan Necmettin Erbakan'ın YAŞ üyelerine verdiği yemekte Oramiral Güven Erkaya'nın garsona 'Bana rakı getirin evladım' demesiyle medya işin üstüne giderek Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen ile Yargıtay Başkanı Müfit Utku, adli yıl açılışında şeriat ve laikliği gündeme taşımaları ateşin alevlenmesine neden olmuştur.
 

 

Ardından iki hafta kadar sonra Müsiad ekonominin kötüye gittiği iddiasıyla erken seçim talebinde bulundu. Başbakan Erbakan'ın İran gezisinin ardından Ekim 1996 Mısır, Libya ve Nijerya gezisi eleştirildi ve Erbakan hakkında gensoru verilse de kabul edilmedi.

Ardından 23 Ekim 1996 Aczimendi (Müslüm Gündüz) ve Fatma Şahin olayları, arkasından sahte şeyhler türetildi Ali Kalkancı sahneye alındı.

3 Kasım 1996 yılında Susurluk kazasıyla Mehmet Ağar İçişleri Bakanlığından istifa etti ve Meral Akşener getirildi.

7 Aralık 1996 günü Ankara DGM savcısı Nuh Mete Yüksel, Başbakan Erbakan, Çalışma Bakanı Necati Çelik ile bazı milletvekilleri hakkında suç duyurusuna bulundu.

10 Aralık 1996 günü Rektörler Deklarasyon hazırlayıp YÖK Başkanı Kemal Gürüz okudu. 2 Hafta sonra DYP'li bazı Milletvekilleri istifa ederek Hüsamettin Cindoruk Liderliğinde Demokratik Türkiye Partisini Kurdu. 11 Ocak 1997'de ise Başbakanlık konutunda Başbakan Necmettin Erbakan tarikat liderlerine ve şeyh efendilere "meşhur İftar" yemeği ikram etti.

"Taksim'e cami", "Ayasofya ibadete açılacak", "500 tarikat 5 bin şeyh", "Defileler yasaklanıyor" haberleriyle üst düzey orgeneral rütbesindeki 9 komutanın 72 saat boyunca Gölcük'te üst üste toplantı yaptığı iddia edilerek İrtica önlemleri yazılıp çizildi.

30 Ocak 1997 gecesi Sincan Belediyesi'nin İran Büyükelçisi Ali Rıza Bugheri'nin de katıldığı Kudüs Gecesindeki "cihat" oyunuyla Belediye Başkanı Bekir Yıldız, Star muhabiri Işın Gürel saldırıya maruz kaldı. Bekir Yıldız tutuklandı ve mahkûm edildi.

Bir sonraki gün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Siyasi Partiler Kanununa aykırı davrandığı için RP'yi uyardı. Ardından dönemin başsavcısı Vural Savaş, Erbakan'ın ülkeyi iç savaşa sürüklediğini ileri sürdü.

4 Şubat'ta Sincan'da askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yaptı. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya 'İrtica, PKK'dan daha tehlikeli' dedi.

ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz "Türkiye kaosa gidiyor", Cindoruk "RP düzeni silahla değiştirecek" beyanatlarımı verirken şubat başında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan'a mektuplar gönderdi.

11 Şubat 1997 günü Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü Ankara'da gerçekleştirildi. Tarih 28 Şubat 1997... En uzun Milli Güvenlik Kurulu toplantısının ardından Başbakan Necmettin Erbakan'a yapılan baskılar iyice arttı.
 

aa.jpg
28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı / Fotoğraf: AA

 

O MGK'da "bin yıl sürecek" denilen süreç için önemli bir viraj dönülüyordu. Alınan karalar hükümete bildirildi, laiklik konusunda yasaların uygulanması istendi.  

4 Mart'ta Başbakan Erbakan, MGK kararları yumuşatılmazsa imzalamayacağını söyledi ve imzalamadı. 13 Mar'tta imzalamak durumuyla karşı karşıya bırakılınca ön yazıyı imzaladığını ifade ettiler.

Darbecilerin mantığı böylesine bir alt yapıyla hazırlıklar yapılıp en sonunda milletin, memleketin "denize düşünce yılana sarılma" hikayesiyle baş başa bırakıldığı vehmiyle çaresizliklerle boyun eğdirilmek suretiyle halk ayaklanmalarının önüne geçildi. On yılda bir darbeler 1870'li yıllardan buyana sürüp geldi.

21 Mayıs'ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, ''Ülkeyi iç savaşa sürüklediğini'' söyleyerek, RP'nin kapatılması için dava açtı.
 

28 şubat aa1.jpg
Fotoğraf: AA

 

Olayları fişlemeler takip etti. Akademisyenler, subaylar ve yöneticiler görevlerinden uzaklaştırıldı. Meslek liselerinin ortaokul kısımları kapandı. Bazı öğrencilerin üniversitelere girişi, katsayı uygulaması ile engellendi.

3 Haziran'da Susurluk Davası 7 ay aradan sonra DGM'de başladı. 7 Haziran'da Genelkurmay, irticai faaliyetleri desteklediğini iddia ettiği firmalara ambargo koydu.

Soruşturmalar yapılarak Müslüman halkın eli kolu, kanadı kırılmak istendi.10 Haziran'da Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı'na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verildi.

18 Haziran'da Necmettin Erbakan Başbakanlıktan istifa etti. İstifasının nedenini Tansu Çiller'e devretmek olduğunu belirtti. 9 Haziran'da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümet kurma görevini o sırada arkasında TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller'e vermeyip, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a verdi.

30 Haziran'da Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk'la birlikte ANASOL-D Hükümeti'ni kurdu. Eski Genelkurmay Başkanlarından Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu "28 Şubat bin yıl sürecek" demiş olsa da Türkiye'nin toplumsal ve siyasi ortamındaki büyük çaplı değişimler daha güçlü çıktı; yaklaşık 5 yıl sonra kararların hedefindeki siyasi oluşumun bünyesinden çıkan Recep Tayyip Erdoğan ve partisi hükümet oldu.

Daha sonra başbakan, ardından da ilk kez halk oylamasıyla sivil cumhurbaşkanı seçildi.
 

28 şubat aa.jpg
Fotoğraf: AA

 

Yıllar sonra Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları 28 Şubat'a kadar uzandı. 2012 yılında TBMM, darbeleri araştırma komisyonu kurmuş ve 28 Şubat başta olmak üzere askeri darbeleri araştırmaya başlamıştır.

Bu sürecin yargılanması ise 28 Şubatta etkin rol oynayanların tutuklu yargılanması ile başlamıştır. 2 Ekim 2012 tarihinde Dönemin Başbakan Yardımcısı ve DYP Genel Başkanı Tansu Çiller 'mağdur' sıfatıyla ifade vermiştir.

Bu ve benzeri tahliller kayıtlarda, medya arşivlerinde fazlasıyla mevcuttur. Sayısız vatan evlatlarının öldürüldüğü, işkenceler gördüğü muhakkaktır.

Kim vurduya giden, meçhuller cinayetlerinin varlığı gün gibi ortadadır. Böylesine bir geçmişten 15 Temmuz 2016 gününe doğru yaşanılanlar düşünüldüğünde milli anlayışlara, kadim geleneklere, tarihin yüklediği misyona karşı, yerli ve yabancı misyonerlerin, Siyonistlerin, batıcıların, siyasilerin, kültür ve sanat mensuplarının da bilerek-bilmeyerek içinde yer aldıkları görülmüştür.

Topluluklar üzerinde psikolojik-sosyolojik etkiler iç huzuru bozarak hedeflerine ulaşmışlardır.

15 Temmuz'da millet birebirine tutunmuş, hiçbir vatan evladı diğerine yan gözle bakmamış bir kurtuluş savaşı verildiği anlayışıyla Cumhur resimiz Recep Tayyip Erdoğan'ın gösterdiği hedefte buluşmuşlar darbeyi bertaraf etmişlerdir.

Şehitler yurdu aziz milletimizin vatan, millet, bayrak, komutan, ezan, sala aşkı imanın yükselmesine, küllerin uçup gitmesine imkanlar vermiş ve batı taarruzu yerle bir edilmiştir.

FETÖ yapılanması bir batı-haçlı yapılanmasıdır. Arka plan çalışmalarının resmi kayıtlara-ifadelere göre 1966-67'li yıllardan itibaren devletin kılcal damarlarına sızılmaya başlanıldığı görülmektedir.

Tarihten, geçmişten dersler çıkarmaya muhtacız. Tarihi iyi okumak, geleceği doğru planlamayı öğretir. Geçmiş darbelerini doğru okursanız geleceğin planlamasını daha dikkatli yaparsınız.

Devlet erki devleti yönetirken duygusallık yapamaz, yapmamalıdır da. Bundan dolayıdır ki var oluş sürecinin yeniden örgütlendiği bu yeni dönemde daha sistemli, daha akılcı, daha tecrübeli daha emniyetli, daha planlı, daha ferasetli, daha uzun ömürlü ve daha asırlık kalkınma planlarıyla yollar, vicdanlar, inançla, imanla, aşkla ve kardeşlikle örülmelidir.

Bu yeni dönemde bütün partiler (-guruplar-hizipler) AK Parti, CHP, MHP, Saadet ve diğerleri daha dikkatle uyum içerisinde hareket etmeye mecburdur.

Lakin görünen odur ki ihanet şebekeleri suyu bulandırmaya, sinsiliklerini sürdürmeye devam ediyor, devam edecekler.

Millet ve memleket adına, vatan ve bayrak adına, din ve iman adına, ezan ve sala adına, Allah ve Peygamber adına, Kuran ve sünnet adına daha da birleşmeye mecburuz.
 

 

Çok yönlü ve çok geçmişe dayanan bu türlü hazırlıkların en az 1960'lı yıllarda başladığına işaret etmektedir.

Ya da daha gerilere doğru gittiğimizde 1800'lü yıllardan beri Osmanlıyı çökerten nedenleri yeniden idrak ederek tarihe tanıklıklar ettiğimizi bilmemiz gerekmektedir.

Darbeler hayatı felç eder, ekonomiyi felç eder, düşünceyi felç eder, sanatı, edebiyatı şiiri felç eder, sosyal birlikteliği felç eder, sindirilmiş, uyutulmuş bir topluluk oluşturmaya yöneliktir bütün çabalar.

Artık bu dönemler kapanmış Yeni Türkiye eski Türkiye'de yaşananların devrini tarihin derinliklerine gömmüştür.

Artık yenilenme sürecidir. Artık yeniden tarihin bıraktığı emaneti daha güçlü bir Türkiye olarak üstlenmeye mecburuz.

Büyük Cihan Devleti Türkiye bundan böyle hükmeden Türkiye'dir. Şimdi yeniden diriliş başlamıştır.

Yeniden sivilleşme, yeniden sivil anlayışlarla birlik ve berberlik ruhu içinde büyük coğrafyada umut halinde olan ülkemizin var oluş mücadelesinde yerimizi almaktır.

Yeni Anayasa sivil bir anayasadır ve batı rüzgârındanmış, kendi köklerinden beslenen bir anayasa olmalıdır. Bütün gayret ve çaba bu doğrultudadır.

Rahmetli şair Erdem Bayazıt, şöyle söylüyor;

Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden
İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU