Türkiye siyaseti, neredeyse her sabah yeni bir olasılıkla, her akşam yeni bir ihtimalle yüzleşiyor.
Son yıllarda artık şaşırmamayı öğrenmiş bir toplum olarak, siyasette yaşanan gelişmelere "Burası Türkiye, her şey mümkün" cümlesiyle karşılık veriyoruz.
Bu ifade özü itibariyle hem bir teslimiyetin hem de bir hafızanın ürünü.
Çünkü bu topraklarda siyaset, çoğu zaman öngörülebilirlikten ziyade, ani manevraların, alışılmadık denklemlerin ve bazen de ilkelerle değil ihtiyaçlarla kurulan ittifakların alanı hâline geldi.
Türkiye gündemi her geçen gün yeni bir sansasyonel olayla şekilleniyor.
Neye, ne zaman muhatap olacağımızın belli olmadığı bir dönemden geçiyoruz.
Öngörülerin çoğu zaman boşa düştüğü, tahminlerin isabetsiz kaldığı bir siyasal ortamda yaşıyoruz.
Miting meydanlarındaki sertliklerin, karşılıklı hakaretlerin, siyasi rekabetin sınırlarını zorlayan söylemlerin birkaç yıl sonra "devlet aklı", "toplumsal mutabakat", "milli birlik" söylemleriyle yeniden paketlenip kamuoyuna sunulabildiğine şahitlik ediyoruz.
Tam da bu nedenle bugün gelinen noktada iktidar, muhalefete bir özür borçlu.
Çünkü yıllarca muhalefetin attığı adımlar, kurduğu diyaloglar, geliştirdiği ittifak arayışları; "ihanet", "bölücülük", "şehit kanı" gibi ağır ithamlarla mahkûm edildi.
O günlerde "gayrimeşru" ilan edilen siyasi yakınlaşmalar, bugün iktidar cephesinde "devlet aklı", "milli birlik" ve "toplumsal mutabakat" kavramlarıyla cilalanarak kamuoyuna sunuluyor.
Meşru olanın sadece iktidar elinde meşru görülmesi, bu ülkenin siyasal güven bunalımını derinleştiriyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Elbette siyasette değişim mümkündür.
Elbette geçmişte birbirine uzak partilerin ortak hedeflerde buluşması demokratik bir olgunluk olarak da görülebilir.
Ancak bu değişimin sadece konjonktürel çıkarlarla izah edilmesi, toplumun siyaset kurumuna duyduğu güveni zedeler.
Çünkü mesele sadece kim kiminle ittifak kuruyor değil; dün bu birliktelikleri kimlerin hangi sözlerle yargıladığı, nasıl lanetlediği ve bugün aynı adımları ne tür argümanlarla meşrulaştırdığıdır.
Bu bağlamda, son haftalarda kamuoyunda sıkça tartışılan bir ihtimal dikkatleri üzerine çekmiş durumda:
AK Parti-MHP-DEM Parti ittifakı.
Bu ihtimal ilk kez dillendirilmiyor belki ama bu kez çok daha açık sinyallerle kamuoyuna sunulmuş durumda.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yaptığı açıklamalarla başlayan süreç; silahların susması, mecliste çözüm süreci benzeri bir komisyonun yeniden kurulması ve nihayetinde yeni bir anayasa hedefiyle sürüyor.
Bu tartışmalar üzerine ADAMOR Toplum Araştırmaları Merkezi olarak Temmuz 2025’te gerçekleştirdiğimiz "Türkiye Endeksi" kamuoyu araştırmasında şu soruyu sorduk:
Önümüzdeki genel seçimde AK Parti-MHP-DEM Parti ittifakı kurmaları halinde bu ittifaka oy verir misiniz?
Bu soru, sadece bir olasılığı sorgulamaktan ibaret değil.
Aynı zamanda seçmenin tepkisini, reflekslerini, hafızasını, sadakatini ve aidiyetini de ölçen bir test niteliği taşıdığını düşünüyorum.
Çünkü bu ittifak senaryosu, sadece siyasi değil, sosyolojik ve psikolojik düzeyde de çetin sınavlar barındırıyor.
Araştırmamızın sonuçlarına göre toplumun yüzde 28,1’i böyle bir ittifaka oy vereceğini belirtiyor.
Buna karşılık, yüzde 65’i bu olasılığı kesin bir dille reddediyor.
Kararsız veya fikri olmayanların oranı ise yüzde 6,9.
Detaylara indiğimizde, AK Parti seçmeninin yüzde 72’si bu ittifaka destek vereceğini belirtiyor.
Bu oldukça yüksek oran, Erdoğan liderliğine duyulan sadakatin bir tezahürü olarakta okumak lazım.
Yani Ak Parti’de seçmen, partiden ziyade lidere bağlılık gösteriyor.
Bu, Türk sağ seçmen davranışına dair sıkça karşılaştığımız bir durum.
Ancak bu oranın gerisinde yatan motivasyonun ne kadar içselleştirilmiş olduğu tartışmaya açık.
MHP seçmeninde tablo daha çarpıcı.
Yüzde 56,6’sı bu ittifaka olumlu baktığını beyan ediyor, yüzde 38,6’sı kesin olarak karşı çıkıyor.
Bu durum, milliyetçi tabanın "çözüm süreci" benzeri adımlara ve özellikle DEM Parti ile kurulabilecek ilişkilere karşı direncin önemli oranda aşındığını da gösteriyor.
DEM Parti seçmeninde kısmen bir bölünme yaşandığı görülüyor:
Yüzde 42,2 destek veriyor, ancak yüzde 46,1’i bu olasılığa karşı çıkıyor.
Bu da bize gösteriyor ki, bu üç parti arasında kurulacak herhangi bir ittifak, sadece siyasi aktörlerin üzerinde uzlaştığı teknik bir denklem olmayacak; aynı zamanda seçmenlerin zihninde ciddi kırılmalara vesile olabilecek bir sosyolojik gelişme olabilecek gibi.
Bu noktada kişisel kanaatimi nettir:
DEM Parti de MHP de, AK Parti de, CHP de bu toplumun siyasal temsilcileridir.
Aralarında yapılan her türlü ittifak da, demokratik sistemin imkanları dahilindedir.
Hiçbir partinin diğerine yakınlaşmasını, tek başına "ahlaksızlık" olarak değerlendirmenin miadını dolduğunu düşünüyorum.
Siyasal uzlaşmalar mümkündür, bazen gereklidir de.
Toplumsal barışın sağlanması, ortak bir anayasa zemini kurulması, şiddetin sona erdirilmesi gibi hedefler, bu tür iş birliklerini anlamlı kılabilir.
Ancak benim asıl itirazım, ittifakın varlığına değil; aynı adımları geçmişte "ihanet", "bölücülük", "şehit kanı" gibi sert ithamlarla mahkûm edenlerin, bugün benzer adımları atarken bunu "devlet aklı", "yerli ve milli sorumluluk" gibi söylemlerle cilalamasınadır.
İktidar yapınca caiz olan şey, muhalefet yapmaya kalkınca caiz olmaktan çıkmamalı, ihanetle itham edilmemelidir.
Toplum, bu çifte standardı görüyor ve kolay kolay unutmuyor.
Seçmen davranışı sadece ekonomik koşullarla, günlük krizlerle ya da medya etkisiyle şekillenmez.
Seçmen aynı zamanda hafızasıyla hareket eder.
Siyasi söylemler, özellikle de kimlik eksenli olanlar, seçmenin zihninde uzun süre iz bırakır.
AK Parti tabanı, yıllardır DEM Parti’yi "öteki" olarak konumlayan bir söylemle büyüdü.
MHP ise neredeyse tüm siyasi enerjisini bu partiye karşı mesafe koymak üzerine inşa etti.
Aynı şekilde DEM Parti seçmeni de, bu iki partinin özellikle güvenlik politikaları ve Kürt meselesine yaklaşımı nedeniyle ağır travmalar yaşadı.
Şimdi bu tabanların "ortak bir hedef etrafında birleşmesi", liderlerin söylemleriyle mümkün olabilir; ama tabanların içselleştirmesi kolay olmayacaktır.
Bugün konuşulan yeni anayasa meselesi, bu ittifakların altyapısını hazırlayan bir gündem olarak öne çıkıyor.
Ancak anayasa gibi kurucu bir metin üzerinden yeni siyasi birliktelikler inşa etmek isteniyorsa, önce topluma güven vermek gerekir.
Bu güven tutarlı, ilkeli ve şeffaf bir siyaset anlayışıyla sağlanabilir.
Aksi takdirde, halk nezdinde meşruiyet değil, siyasal mühendislik algısı hâkim olur.
Seçmen bu mühendisliğe destek vermek yerine, siyasete olan güvenini daha da yitirebilir.
Evet, burası Türkiye.
Burada gerçekten her şey mümkün.
Ancak her şeyin mümkün olması, her şeyin sorgusuz sualsiz kabul edileceği anlamına gelmez.
Partiler ittifak kurabilir.
Ama bu ittifaklar toplumun ortak vicdanında karşılık bulmuyorsa, sadece teknik kazanımlar sağlar; uzun vadede ise siyasi güveni tüketir.
Toplum artık sadece "kim kiminle" sorusuna cevap aramıyor.
Asıl soru şu:
"Neden şimdi?",
"Dün neydi, bugün ne değişti?"
Bu sorulara verilecek samimi cevaplar, siyaset kurumunun imajını yeniden şekillendirecektir.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish