3 maddede kaos, 4 maddede özgürlük

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

Size bu yazıda toplumları terörize eden 3 madde ve 4 özgürlük tipinden bahsedeceğim.

Toplumlar en çok 3 şekilde ayaklanır veya terörize olurlar/edilirler:

  1. Kendilerini yaklaşan bir tehlike karşısında tehdit altında hissettiklerinde
  2. Uzun süren fakirlik ve sefaletin ardından gelen bir kıvılcımla
  3. Haklarının ya da refahın ellerinden alındığını hissettiklerinde

Ancak ne gariptir ki toplumlar, hakları olmadığında ayaklanmazlar. 

Peygamberler dışında insanlara haklarını hatırlatan ve öğreten, bunu yayan kimseler çok azdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi nadir idareciler dışında insanlara "kazanmadıkları" ve "bilmedikleri" bir hakkı ısrarla veren ve onlara seçme özgürlüğüne sahip olduklarını ve reaya olmadıklarını öğreten idareci de çok azdır.

İnsanlar gerçekten de hakları olmadığında ayaklanmaz. Köleliğin kaldırılışında bile Amerikan iç savaşının yaydığı fikirler köleler arasında ciddi bir isyana sebep olmamıştı. Çünkü onlar için hak ve özgürlük, zararlı ve onları felakete götürebilecek bir fikirdi. 

Zira insan, hakkı olmadığına alıştırıldığında talebi de kesilen bir varlıktır. Bir köylünün kendi kendini yönetme hakkı olmadığı yüz yıl öncesinde böyle bir talebi de doğal olarak yoktu.

Hakkı çoğu kez refah belirlerken özgürlük talebini de yine aynı refah susturur. Bunu ilerleyen kısımlarda daha iyi anlayacaksınız.

Hak o günlerde yoktuysa da şimdi var. Geri alırsanız huzursuzluk çıkar. Eline telefon verdiğiniz veya sadece rahat oturup işlerinize devam edebilmek için çocuğunuzu meşgul ettiğiniz veya meşgul olmasına göz yumduğunuz telefonu o eğer bir porno siteye girerken gördüğünüzde elinden alırsanız bu kez çocuğunuzu bir haktan mahrum etmiş olursunuz.

Çocuğunuz size sırf babanız veya anneniz olduğunuz için saygı gibi bir değeri çiğnememek için "isyan" etmeyebilir ama "ah ne iyi, ortada bir problem yok" diyemez ve yolunuza devam edemezsiniz.

Çünkü ortada bir problem vardır bu da alınan haktır ve onun kalbindeki adalet duygusudur. Çocuk size içerleyecek ve sizden bilinçaltında bir puan silecektir.

İşte milletler de bu şekilde siliyorlar puanları. Bir topluluğu sadece icraatlarınızla ve sözlerinizle yönetmezsiniz. Değerlerle de yönetirsiniz.

İcraatlarınızla bir ülkenin ekonomisini ve siyasetini zir ü zeber edebilir, ülkeyi üç kuruşa muhtaç hale getirebilirsiniz.

Ancak insanlara söz vermeye devam eder ve propaganda silahını hep dolu tuttuğunuz medya organları ile derin bir yalan yönetimi sürecini götürebilirsiniz.

Yalan yönetimi öyle mükemmel bir şeydir ki Berlin'e dayanan Sovyet ordusuna rağmen Alman ulusunu muzaffer gösterebilir.

Yalan yönetimi bir süreçtir. Bu süreçte yapamadıklarınızla yargılanmamak için değerleri üstte tutmanız ve onlara yakın durmanız ve o değerlerle birlikte poz vermeniz, onları taşıyan tarihi şahsiyetlere öykünmeniz lazımdır.

Hitler mesela Kutsal Roma-Germen İmparatoru Friedrich Barbarossa'ya öykünüyordu. Rusya içlerine yürürken de operasyona Barbarossa adını vermesi bu yüzdendir.

Değerler ne kadar eleştirilemez ve kutsal olursa ve siz ona ne derece yakın durursanız o kadar iyidir.

Mızrakların ucuna takılmış Kur'an sayfalarına karşı savaşmayı reddeden İslam askerleri gibi olacaktır halkın tutumu.

Sizden yine bilinçaltında puanlar kırılmaya devam eder ama… O puanlar diktatörlerin, kralların ve yöneticilerin giremediği tek yer olan insan beyninde bir bir kırılır.

Destek devam eder ama kırılan puanlarla birlikte "kerhen" devam eder. Yine oy alırsınız ama size oy verenler coşkularını kaybetmiş ve bir sonraki jenerasyon olan çocuklarına sizi anlatmayı bırakmıştır.

Sofralarda daha az konuşulursunuz ve televizyona çıktığınızda kanallar değiştirilir. İşte o vakit konsolide ettiğiniz kocamışlar jenerasyonuna tutunduğunuz andır.

Siyasiler bir jenerasyona tutunarak oy almaya devam etseler de bu tür siyasi destekler arkadan gelen bir jenerasyonla takviye edilmedikleri için oy desteği durağan topluluklara dönüşür. Durağan topluluklar da her seçimde erir.

Sırbistan'da bu yaşanmıştır 45 yaşın üzerinde Yugoslavya'yı görmüş ve yetişkin biri olarak yaşamış kim varsa Sırbistan'ın yürüttüğü savaşı ve tüm suçları kısmen veya tamamen genellikle sahiplenir.

Çünkü Sırbistan, istikrar ülkesi Yugoslavya'yı ayakta tutmaya çalışan ülkedir onun için. Rusya'ya sempati duyar ve Putin'i önemser.

Yugoslavya'nın çöküşünü batıya bağlar (bu hepten yalan değildir) ve batıya direnen "Sarı adam" Putin'e bir sempati ile bakar.

Ancak Yugoslavya adına ve Putin adına, Slav milliyetçiliği adına konuşanlar o kadar uzun bir zamanı heba etmiş, o kadar havanda su dövmüş ve o kadar yolsuzluğa bulaşarak umutları hovardaca harcamışlardır ki adamın evdeki çocuğu artık çoktan gözlerini Avrupa Birliği rüyalarına çevirmiştir.

Siz bir Sırp köylüsü olarak evinize Sırp bayrağı asıp sosyal medya sayfanıza Miloşeviç ve Arkan resmini paylaşabilirsiniz ancak çocuğunuz çoktan Eurovision şarkı yarışmasına son derece vasat bir şarkıyla katılıp sırf Rusya'ya karşı savaştığı için birinci yapılan Ukrayna'nın coşkusuna alkış tutmaya başlamıştır.

O çocuğun rüyalarında Moskova'da veya St. Petersburg'da bir üniversitede okumak yoktur. Rusya'da kozmonot olmak da yoktur.

Az bir gayretle dilini büküp öğrenebileceği Rusça yerine az ötedeki Almanya veya Avusturya'da çalışmak için Almancaya kastırır genç.

Hiçbir Sırp gencinin Rusya ile alakalı bir rüyası neredeyse kalmadı artık. Gözler hayli uzunca bir süredir Avrupa'ya bakıyor. Avrupa olsa sadece neyse… Avustralya, ABD ve yüz binlerce Sırp'ın yaşadığı Kanada'ya gitmek için can atıyor gençler. 45 yaşın altındaki insanların genel görüntüsü budur Sırbistan'da. 

İşte liderlerin okuyamadıkları şey de budur. Zamanın ruhu. O ruh, her başarısızlıkta darbe alır ve yönettiği en genç jenerasyonda enerjisini kaybeder ve sofralara getirilemeyen refah ile değişen gençliğin eğilimi siyaseten şekillenir.

Bunu da Soros gibileri kullanır veya manipüle eder. Bu durumda Soros gibilerinin manipülasyonuna direnen başarısız Balkan iktidarları da Soros'a diklenerek sözüm ona haklılık devşirseler de gençlere Soros'tan daha fazla ümit olacak bir hikâye yaratamamanın beceriksizliğini üzerinde taşımaya devam ederler. 

Siz ne kadar değerlere, dindi, milletti, vatandı, bayraktı, kutsal suydu, kitaptı mabetti sarılırsanız sarılın o değerlerden de soğur gençlik.

Arada sırada Sırbistan'da yapılan anketlere bakıyorum. Daha az milliyetçi, daha az Rusya'ya sempati ile bakan, daha fazla Avrupa ve küreselleşme yanlısı bir Sırp gençliği geliyor gümbür gümbür.

Kendilerini "faşo-sosyalist" Miloşeviç rejiminin suçları yüzünden bombalayan ABD'ye diklenen yöneticilerin onlara ne iş ne aş ne de gelecek veremediklerini gören Sırp gençliği artık bayraktan da vatandan da Sırplıktan da daha farklı şeyler duymak için gidiyor yurt dışına.

Her on doktordan yedisi Sırbistan dışına gitmek istiyor diyeceğimi sanıyorsunuz ama hayır böyle bir şey yok. Çünkü hükumet bu nüfusun ülkede kalması için en ciddi ödenekleri doktorlar ve akademisyenlere ayırıyor.

Avrupa'nın en "uyduruk" ekonomilerine sahip ülkelerinden birisi olan Sırbistan'dan bahsediyoruz. Bir doktor bu ülkede bin doların altında kazanmıyor. Akademisyenler de en az kazananı bin dolardan 2.700 dolarlara dek değişen ücretler alıyor. Öğretmenler 710 dolarlar civarında para alıyorlar.

Sırf bu nüfusu ülkede tuttuğu için, Sırbistan aslında kendi hikâyesini sürdüren bir devlet. Çünkü ülkeler hikâyelerini eğitimli tabakalarını kaybettiklerinde kaybederler.

Afganistan gibi maymunlar cehennemi filmi tarzı bir şey olursun yoksa. İnsanının kaçmak için can attığı ve kalanların aslında kaçamayacak kadar çaresiz olduğu kaldığı ülkelerdir hikâyesi tüketilen ülkeler.

Tüketilen her hikâyenin yerine ise dini ve milli duygular ikame edilir. Bunlar da ölüye son bir şok vermek gibidir ve sadece bir süre idare edilir.

Artık müreffeh ülkelerle sınıra sahip toplumları milli ve dini gazla dehlemek çok zordur. Sınır sadece bir çizgi değildir. Sınır bir mukayese hattıdır da. Refahın ve istikrarın mukayesesinin hattıdır.

Sınırın ötesine geçebilenler ve geçmeye gücü olanların yapabileceği bir karşılaştırmadır bu. Geçemeyenler sınırın berisinde oldukları için dini ve milli yücelticilikle geçecektir hayatları.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Sınır ötesine geçebilen veya bir kez geçme imkânı bulanlar ise cennetin kapısından bir kez geçmiş "İdris Nebi Hulle biçer" kıssası gibi bir daha geri dönmek istemeyecektir. Bu hikâyeyi bilmeyenler Bilbo Baggins'i de seçebilir tabi… Birbirine yakın kıssalardır.

Artık gençlerin duymak istedikleri şey, Bay veya Bayan diye hitap edilecekleri ve önem hissedecekleri ortamlar. Avrupa'da, ABD, Japonya ve hatta Çin'de gezinen gençlerin sosyal medya sayfalarına buralarda çektirdikleri fotoğrafları koyduklarını görüyorum.

Bunu aslında sınırın ötesini görmüş olmalarından kaynaklanan "dış dünyayı görme" coşkusu ile yapıyorlar. Bu gençlerle konuşun yüzde doksanı hayata ailelerinin politik fikirleriyle bakmaz.

Sadece Türk gençleri değil Kürt gençlerinde de benzer bir hali gözlemliyorum. Çoğu bezmiş artık eski retoriklerden.

Eskiden "Kürdistan" lafını dilinden düşürmeyen bir öğrencim vardı. Bolca fikirsel tartışmamız olurdu. Kapasiteli bir çocuk olduğu için vakit ayırırdım.

Son zamanlarda bunu gördüğümde eski muhabbetleri hatırlattım. Ne desin?

"Ne 'Kürdistanı' Hocam boşversene… Ben Amerika'ya her sene Green Card başvurusu yapıyorum" dedi.

İnanıyorum ki şimdi böyle düşünen onlarcası var.

Gençler artık Danimarka'daki bir sokak çalgıcısı kadar iyi yaşayabilmek ve tatilinde Tayland'da Phuket'te meyve kokteyli yudumlamak istiyor.

Türkiye'de "Doktorum" demek yerine Avusturya'da "pizza hamuru karıştırıcısıyım" demek onlara artık ağır gelmiyor. Çünkü yapılan mesleğin karizması markette çantaları doldurmaya yetmiyor. 

Sırbistan'daki gariban Sırp da görüyor bunu Arnavutluk'taki bir genç de. Sırbistan'ın kuzeyindeki Macaristan sınırı sadece bir sınır değil zaman tünelidir aynı zamanda.

10 sene oynar o tünelin berisi ile ötesi arasında. Yugoslavya ısrarı Sırbistan'a 20 sene kaybettirmiştir ama son dönemlerde bunun 10 senesini toparladılar. Şimdi Macaristan ile fark 10 seneye indi denebilir.

Arnavutluk'la Yunanistan arasındaki sınır da benzer şekildedir ve 50 yıldır sınırın ötesi ve berisi arasındaki gelişmişlik farkı.

Bunu ise Yunanistan'a giden 1 milyon Arnavut gurbetçi farklı şekilde dengelemiştir. Dengeyi kendi topraklarında değil, gurbette yakalamışlardır. Bunların Yunanlaşma sürecine ise hiç girmiyorum bu da ayrı bir konudur.

Hasıl-ı kelam, artık bayrak da, din de, Kral Lazar da, Miloş Obiliç de Sırp gencinin çok umurunda değildir.

İskenderbey ile de coşturamazsınız bir Arnavut gencini artık. Uzun adam Vuçiç veya Uzun adam Rama da bir yerinde (ideallerinde) değildir Sırp ve Arnavut gençlerinin.

Bu arada ilave edelim Vuçiç şu anda Avrupa'daki 2. En uzun siyasidir. 2.01 cm'lik Arnavutluk başbakanı Edi Rama'nın ardından 1,98 ile ikinci uzun siyasetçidir ki Sırplarda uzunluk bir nevi Türklerdeki göbek gibi alışıldık bir durumdur.

Kısacası liderinin uzunluğu ve boyu posu ile övünen bir Sırp da pek yoktur. Mademki Vuçiç ve Rama şu anda Avrupa'daki en uzun iki siyasetçi, öyleyse lafımızın devamında "uzun adam" dediğimde siz sadece Vuçiç'i anlayacak ve aklınıza başka bir uzun adamı "Rama'yı" getirmeyeceksiniz. Anlaştık mı? Anlaştık!

Arnavutluk'ta da Türkiye'deki duruma benzer bir durum vardır. Sali Berişa, 45 senelik katı komünist devrin sonunda seçilen ilk demokrat liderdi.

Uzun bir idarenin ardından gelen bir idareci idi Berişa ve kendi tabanını sürekli eski Komünizm günlerinin despot idaresinden bahsederek ve onları demokrasiye kavuşturmuş lider olarak konsolide etti.

Ama bu nedense hiç refaha dönüşemedi. Zira Arnavutluk demokrasiye geçtiğinde kasasında birkaç milyon Alman Markı vardı… Yokla ne yapabilirsiniz ki? Yokla yemek yapabilir mi evinde unu olmayan ana? O da yapamadı doğal olarak…

Her ne kadar demokrat dediysek de Berişa, Enver Hoca'nın hususi kalp doktoruydu ve bu seviyeye yükselmesi için inanmış ve adanmış bir komünist olması yanında birçok kişinin de gırtlağına basmış olması ve daha okul sıralarından itibaren "Halk düşmanlarını yani yeteri kadar sosyalist olmayan diğer arkadaşlarını bolca ihbar etmesi" gerekiyordu. Yoksa yükselmesi zordur…

Neyse bir şekilde doktor olan Berişa da zamanın ruhunu okudu ve artık Sovyetlerin olmadığı bir dünyadaki geberik komünizmin artık yapay şokla canlandırılamayacağını anladı.

Demokrasiye oynama zamanıydı ve o da bunu yaptı. Arnavutluk'taki Demokrat Parti ile siyaset sahnesine başrolden girdi.

Ancak şehirlerde her yeri kaplayan kumarhaneler, mafyalar ve Berişa'nın dağlık Tropoja bölgesinden hemşerileri ile dolu çevresi, iş adamı arkadaşları ve mafyokrasi ortamı gençleri hayli bıktırdı.

Biraz da ABD'nin o dönemki Yunan kökenli CIA yöneticisi George Tenet'in hazırladığı punduna ile Berişa'nın ipi çekildi ve Arnavutluk'taki istikrarsızlık süreci hızlandırılarak ülke anarşiye sürüklendi.

Ama aslında günlük hayatın en çok ekonomik kısmındaki anarşi bu kez siyasi arenaya taşınmıştı. Anarşi zaten hep vardı ama bu bir anda patladı ve Arnavutluk'taki banker krizi ile doruğa ulaştı.

Bundan sonra ülkeye uluslararası müdahale ile bir istikrar sağlandı ve sonrasındaki seçimlerde sosyalistler iktidara geldi. Böylece 1992'de başlayan 1. Berişa dönemi 1997'de son buldu ama Tiran Belediyesi Demokrat Parti'de kaldı.

Çok geçmeden o da kaybedilecekti ve 2000'de onu da kaybettiler. Bu kez belediyenin başına tanıdık bir isim geçti. Şimdiki başbakan Edi Rama.

İşte Uzun Adam Edi Rama da bu dönemlerde Tiran Belediye başkanı oldu ve muhtemelen birilerince ittirildi ya da ittirilmeye değer biri olduğuna dair birilerini ikna etti. Ama oyunu kuralına göre oynamayı bildi.

Nasıl? En basit ve en görünenini söyleyeyim. Tiran şehrinin her yanındaki kuralsızlık, şehrin ortasından geçen Lana kanalının etrafını saran gecekondular ve şehirdeki keşmekeş ortamı bir bir temizledi. Farkı resimde de görebilirsiniz.
 

 

Bunu yaparken de Sosyalist Parti'nin imkanlarını ve karar alma mekanizmalarını kullandı ve iktidar partisinden bir belediye başkanı olarak halkın sempatisini kazandı.

Bizde de benzeri çöp dağlarını hatırlayanlar bilir. Borç, yolsuzluk ve yasak ilişkiler ağındaki İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin şehri çekip çevirmesi ile ispat ettiği yönetim tecrübesinin halk tarafından ödüllendirilişini. İşte benzer durumu Arnavutluk da yaşamıştır. 

İşte bu şekilde belediye başkanlığında bir başarı yakalayan Edi Rama daha sonra Sosyalist Parti'nin liderlik koltuğuna da geçecek ve Berişa'nın en güçlü rakibi olacaktı. Belediye başkanlığı devam ederken parti liderliği de devam eden biriydi Edi Rama.

Berişa'nın ikinci ve son kez iktidara gelmesinde 2005-2013 arasında ve özellikle bu dönemin sonlarına doğru sürecek Berişa-Rama mücadelesi başladı.

Ardından Tiran Belediye Başkanı Rama, genel seçimleri kazanıp iktidara geldi ve Berişa güç kaybederken ardından gelen ardılı ve bir diğer Uzun Adam olan Lulzim Başa'yı Rama'nın karşısına sürdü.

Lulzim Başa Tiran Belediye başkanı olsa da dönemi uzun sürmedi ve bir sonraki dönemde Edi Rama'nın prensi Erion Veliay geldi Tiran Belediye Başkanlığına…

Kısacası belediye başkanlığı bu ülkelerde bir liderin iktidara gelmesi için atlama taşı oluyor. Ama Sali Berişa'nın prensi Lulzim Başa için olmadı mesela.

Niye? Çünkü Berişa iktidardan düşünce iktidar partisi desteği kesildi. İktidar partisinin desteği yok mızmızlığı ile ne dediyse de vatandaş bunu sahiplenmedi ve Başa da doğal olarak ölü doğdu.

Şimdiki Veliay da Rama'nın prensi olarak gelecekteki Arnavutluk Başbakanlığına ne kadar ısındırılsa da Tiran'a getireceği fazla şey yok.

Himaye edeceği ve gözleri Avrupa'ya bakan gençlere vereceği eşcinsel yürüyüşlerinin halkta bir karşılığı pek yok. Tiran'ın ana aktörleri hala Rama ve Berişa.

Gelenekçiler ve dağlık kuzey bölgesinin çoğu Berişa'yı desteklerken eskinin düzensizliği ve kuralsızlığından şikâyetçi olanlar Rama çekip çevirdi. Yiyor ama yapıyor da mantığıyla yaklaşıyorlar mevzuya. 


Gördüğünüz üzere toplumların refleksleri çok da farklı değil. "Yiyor ama yapıyor da" lafı birçok yerde hâkimdir. Yapıyorsan yap; çünkü seni yapman için seçtik.

"Yiyorsan geber!" diyemiyor insanlar çünkü kutsal devlet kültü imparatorlukların insana verdiği ve komünizm ile de devam eden kutsala ve yüce değere itaat kültürünün bir tezahürü.

Kırsal kültür ve analfabetlik ile de perçinlenince ortaya Balkan ve Ortadoğu toplumlarının siyasi perspektifi çıkıyor.

Avusturya da bir imparatorluktu ama Hırvat ve Çeklerde ve hele hele Slovenlerde bu kutsal devlet kültü yoktur mesela. Okuryazarlık ve eğitimlilik bu kutsallığı sorgulatan bir şey olmuş.

Esasen Tuna'nın aşağısından Endonezya'ya dek devam eden bir mantıktır bu "Yiyor ama yapıyor" ezberi. Endonezya örneğini özellikle verdim zira burası İslam kültürünün en doğu sınırı.

Balkanlarda Türkiye, Kosova ve Arnavutluk ile Bosna Hersek, Müslüman nüfusa en çok sahip olan ülkeler olsa da Sırbistan ve Bulgaristan gibi ülkelerin ruhunda da belli belirsiz bir İslam kültürü yaşıyor.

Teba halinde 5 asır ve en az 25 kuşak (doğup yetişkin yaşa gelme süresi) yaşamış olan bu ülkelerde yönetici-yönetilen arasındaki ilişkide teba ve idareci arasındaki itaat ilişkisi ulus devlet dönemindeki krallar, prensler ve ardından gelen sosyalizm ile aynen devam etmiş.

Halklar itaatten bezmişler ancak kafalarda hala "Bozuk olanı düzeltti… yiyor ama yapıyor da" mantığı var. Güçlülerin alkışlanması ve güçlüye saygı duymak da bu ülkelerde bir realite.

Bu realiteyi 1945'ten sonra hep külleyen Macaristan da Orban ile içindeki doğuluyu yeniden keşfetti.


Güçlülerin gücünü tesis ettikten sonra durma noktasını da belirlemesi ve gücü paylaşması, bu ülkelerde çoğu kez ayrı bir sıkıntıdır.

Her ne kadar anayasayı değiştiremiyorlarsa da Balkan ülkelerinde medya organları genellikle hükumetlerin kontrolündedir. Yunanistan'da derin devletin, Hırvatistan'da ise Alman ve AB sermayeli iş çevreleriyle çalışan kişilerin kontrolündedir ki bu da ayrı bir yazı konusudur.

Gücü paylaşmak zordur. Zor olan kısmı da iradene karşı gelmektir. Güçlü isen son noktaya dek gidiyorsun.
Spermin başarısı gibidir bu işler aslında.

Bir spermin yumurtayı döllemesi nasıl ki 50-100 milyonda bir olasılık ise bir köylü çocuğun 50-100 milyonluk veya 10 milyonluk ülkelerin bir köyünde ya da şehir varoşunda doğup iktidar yumurtasını döllemesi ile başkan haline gelmesi aynı mantıktır.

Öyleyse etik değil ama mantıken bakarsak bir insanın kral olması da aynı mantıkla işler. Yani 50 ila 100 milyonda bir şansla başkan olmak da kral olmak da aynı rastlantısallık ile ele geçen bir şans ise başkan da olsan niye kral gibi davranmayasın ki? 


Tuna güneyindeki idarecilerin Hırvatlar ve Yunanlar hariç çoğunda gözlemlediğim durum, kendi ülkelerinin kralı gibi tek otorite halinde davranmalarıdır.

Hırvatların duruşunu Almanlara yakın olmaları, Yunanların duruşunu ise sözde demokrasi gelenekleri ama özde çok parçalı ve bir kısmı eski iç savaşın mirasçısı olan siyasi atmosferleri belirliyor.

İşte bu iki ülke hariç Balkanlar ve Ortadoğu'nun bizim olduğumuz kısmındaki halklar genellikle "daha kötüsünü" bildikleri için veya kendilerine "daha kötüydü" denen dönemler olduğu için hazır algılarla yaşıyorlar.

Bu algılarla yaşayan ve geçmişten de gelen bir itaat kültürünü taşıyan 40 ve daha çok 45 yaş üstü kitle eğitilemiyor ve onların taşıdığı iktidarlar artık yerlerini yenilerine bıraka bıraka siliniyorlar sahneden.

Kosova'da olan buydu mesela. Albin Kurti'nin gelişi en çok bu açıdan okunmalıdır. 


Konuya devam edelim biz. İşte milletlerin değişimi böyledir. Sıkılırsın bir anda ve "sökerler böyle sistemi" der ve boş verirsin.

Coşku hangi kuşakta yitirilirse ebeveynler o kuşağın altına yayın yapamaz. Yayın diyorum dikkat edin. İnsanların bir yayın alanı vardır.

Her insanın da bir yayın çevresi ve etkileşim ağı olur. Kimisi 8-10 kişiyle iletişimdedir evde yatalaktır, kimisi ise yüzbinlerce kişi tarafından takip edilir.

Bu insanların coşkusu onların etrafına yaptıkları yayınlarına yansır. Bakla sevmediğimi bilen eşim evde bakla yapmaz çünkü o şeyi beraber yemenin zevki ile yapılırsa o şey lezzet kazanır.

Zaten o da çok aramadığı için Bakla pek pişmiyor. Ben de sevsem zahmet eder ve yapılır tabi… Demek ki haz etmediğiniz şeyi yanınızdaki insan görünce onun da coşkusu ve motivasyonu şekilleniyor.

Eskiden beni bir partiye kazandırma çabasıyla sürekli liderlerini anlatan arkadaşlarım artık benimle yan yana geldiklerinde ortak ilgi alanlarından muhabbet açıyorlar.

"Hayırdır? Ne oldu eski mevzular?" diyorum… Dadece "fikrim değişmedi" karizması yapmak için "Yoo aynı şekilde düşünüyorum" diyor.

Fikrin değişmediyse de coşkun değişti çünkü coşkunu destekleyen somut hiçbir şey yok. Fikir değişmez zaten kolay kolay çünkü size önceki yazımda da belirtmiştim.

Türkiye'de mevzu yoktur mevzi vardır. Fikirler din gibidir ve çoğu kez siyaset kin üzerinden yürür. Kin de ekseriyetle motivasyonu için dine ve milliyetçiliğe ihtiyaç duyar ki asil bir gayeye dayansın ve bir sonraki kuşağa miras bırakılsın.

Çevremdeki bazı insanlarla görüşüyorum. Yine aynı partiye oy vereceklerini söyleseler de ekliyorlar: "Kime verelim ki başka?" veya "Vermeyelim de X parti mi gelsin?"

Bunu söylerken o X partiyi aslında hiç sevmiyorlar ve çok da eleştiriyorlar ve dert yanıyorlar ama onunla alakalı olarak akıllarında aşamadıkları kemikleşmiş bir nostalji yarası var çoğunun.

Memnuniyetsizlikleri ile de siyasi tercihlerini değiştirmiyorlar da. Çünkü daha kötüsünü görmüş veya ondan yara almışlar ve öyle biliyorlar…

Fakat çocuklarına da propaganda yayınını kestikleri için ve çocukların da dinleme motivasyonu olmadığı ve pek ilgilenmedikleri için doğal olarak kimse, karşısında muhatap bulamadığı meselelerin propaganda zahmetine de girmiyor.

"Yavrum bu partiye oy ver çünkü bunu bunu yaptı" dese bile yavrusu işsiz ne yapsın? Görüyor adam durumu ve aşamıyor. Yavrularına iş bulan kesimin sayısı artmıyor bilakis azalıyor ve bu sayı azaldıkça refahtan payını alamayan insanların coşkusu da azalıyor gençliğin o coşku ile hissettikleri "ortak hikâye" de farklılaşıyor.

Çocukların fikirleri artık çok farklı. Çünkü ailelerinin oy verecekleri siyasiler sofrada, yemekte, telefonda konuşulmaz olmuş. Artık ne gençler eski hikâyeleri dinlemek istiyor ne de alışıldık kişileri TV'de gördüklerinde gururlanıyorlar.

Zamanın ruhunun gençliğe olan etkisi hiçbir propaganda ile değişecek türden değil. Ülkesini terk eden bir doktorun psikolojisinde en çok da bu etkilidir. Bu yüzden internetteki sosyal ortamlardaki anketlerde önde çıkan adaylar ile "sokaktaki dayı" röportajlarındaki refleks farklı çıkabiliyor.

Eskiler bazen kıymete biner. Eski kilim, eski radyo ve eski bir fotoğraf makinesi değerlenebilir. Eski yüzler de değerlenir… Eğer eskiden daha iyi bir noktada değilseniz geçmişi veya geçmişteki bir dönemi özlemezsiniz.

Şu anda insanların büyük çoğunluğunun 1938'e bakmasındaki nosyon budur. Daha yakın bir milli ve maddi istikrar dönemi bulamıyor ki? Oraya tutunuyor.

Bu sebepten eski, birçoğumuz için bilinmedik mecralarda acı maceralar yaşadıktan sonra "dönülen sıcacık baba ocağı" gibi olduğu yerde değerleniyor.

Bu, yeni bir hikâye yazması gerekirken kendi hikayesini tüketen her ülke için geçerlidir.

Yazımızın başında üç maddeden bahsettik.

Ne demiştik? İnsanlar ne vakit isyan eder?

  1. Kendilerini yaklaşan bir tehlike karşısında tehdit içerisinde hissettiklerinde
  2. Uzun süren fakirlik ve sefaletin ardından gelen bir kıvılcımla
  3. Haklarının ya da refahın ellerinden alındığını hissettiklerinde

Sonuncusundan başlayalım.

3. madde:

Haklarının ve refahın ellerinden alındığını düşünen insanlar isyan eder. Fransa'da çiftçilerin sık sık ortalığı birbirine katması şüphesiz "daha iyi günler gördükleri" içindir.

Benzer refleksi ekonomik kriz esnasında "maaş kesintisi" yaşayan ve ATM makinalarından günlük 60 Euro limitle karşılaşan Yunan halkı da göstermişti.

Ancak Yunanların yapacak bir şeyi yoktu ve isyan da etseler Avrupa'nın keseceği reçeteye mahkûmlardı. Ama Fransızlar için böyle bir şey söz konusu değil; çünkü ihtilalin ve sokağa çıkılarak düzeltilen düzenin vatanıdır Fransa.

Bu yüzden Fransızlar için "ihtilal" kavramı tarihlerinde daima "daha iyiye" yönelik bir sonucu getirmiştir.

Fransa'nın baş harfleri RF'dir. Eskiden de böyleydi ama "Royaume de France" yani Fransa Krallığı iken sonrasında "République Française" yani Fransa Cumhuriyeti olmuştur.

Bir Fransız RF'yi eskisi gibi şimdi de sahiplenir. Eskiden teba olmasına rağmen daha iyi konumda olduğu bu düzeni de önemser ve bunu bir devrimle yaptığı için onun için kıymetlidir.

Ama Türklerde "Cumhuriyet" vatandaşlığı yani bireylik yani teba olmanın zıtlığı bir emekle kazanılmadığı ve kendilerine birey olmak, liderlerince hediye edildiği için birçok Türk vatandaşı T.C kelimesi ile nedense anlamsız bir şekilde sorunludur. Emeksizce ele geçen bir şeydir bu çünkü…

Kutsalın ilga edilmesinin nostaljizmi ile birçok kişi o kutsalı önemser. Hilafet kurumunun I. Dünya Savaşı'nda elimizde patladığını bile bilmez. İlan ettiğimiz cihat için sınırlarımız dışında kalan Balkan ülkelerinden 15 bin insan gönüllü gelmiştir.

Balkan ülkelerinde bunların Osmanlı'ya ulaşmaları için asker daireleri bile kurulmuştur ki bunun sebebi "gitsinler de ölüp gelmesinler" mantığıdır ve oralardaki Müslüman erkek nüfusun erimesi için bir demografik hesaptır.

Bir de Avustralya'da İngiliz ordusuna pusu kuran iki Müslüman… Budur Hilafet çağrısına katılım. Elbette vardır tek tük münferit örnekler ama savaş münferit kişilerin çabalarıyla değil makro güçlerin dengesiyle kazanılıyor ve Hilafetin makro etkisi ve üstünlüğü Rusya'nın Osmanlı ülkesinin içişlerine karışma hakkını onlara "ebediyen" verdiğimiz 1774 Küçük Kaynarca antlaşmasında çoktan elimizden gitmişti.

Çanakkale'de üzerimize yürüyen Hintli Müslüman askerleri de İstanbul'da kadınlara sarkıntılık eden Senegallileri de bilmez hilafet sevdalılar. E hani Hilafet? Hilafet devlet güçlüyken güçlü bir kurumdu. Güçsüzken de önemini yitirdi. 


Bu sebepten Türkler Fransızlar gibi yeni R.F harfine duyulan sempatiyi T.C için nedense sorunlu şekilde benimsemiştir.

Üniversitede iken arkadaşlarımdan bazısı İ.Ü binasının üzerinde eskiden Tuğranın durduğu T.C yazısına bakıp söylenirdi.

Tamam, Tuğra da güzel T.C de güzel ama o söylenmelerin gerisinde çok şey vardı… Bunlar uzun konular. Biz konumuza dönelim yine.


Fransız için ihtilal açlığın sonu, hür iradenin tesisidir ama ne var ki bu "ihtilal" halleri Türkler için demokrasiden geri gidişlerle özdeştir.

Bu sebepten Türklerde sokağa çıkmak iyiye değil kötüye gidişin alametidir. Yunanlarda ise sokağa çıkmalar çıkıp bağırmaktan öte gitmiyor.

Milletler daha iyisini gördükleri dönemler için yani "refahın ellerinden alındığı" durumlarda isyan ederler mantığı burada Türkiye için geçersizdir.

Çünkü Türklerin özellikle benim ömrümde gördüğüm kısımdan bahsedecek olursam oldukça kısa süren bir müreffeh dönemleri olmuştur ve bu da son kuşağın içerisinde doğup büyüyeceği bir dönemi tamamlayamadı.

Öyleyse refahın ellerinden alınması durumu değil tam tersi geçerlidir. Yani "daha kötüsünü gördük"; "ya kötüsü olursa?" korkusu.

İşte bu da bir emekli refleksidir ve İskoçya'nın ayrılma referandumunda bağımsızlık için "Hayır" diyen ve ahir ömründe ekonomik darlık ve emekli ikramiyesinden olmak istemeyen kısacası macera istemeyen emeklilerin "RED" iradesine benzer bir durumdur.

Özetle "daha iyisi" veya "daha iyisini getirmek" kavramı belli bir yaş grubu için farklıdır. Gençler için "hiç yaşanmamış" veya kısa bir dönem gördükleri "daha iyi dönem" sokağa çıkmak için yeterli değildir. 

Bu durumda mantıklı bir siyasetçi olarak düşünürseniz aslında topluma refah getirmek de risktir. Çünkü refahı korumak ap ayrı bir risktir.

Halka vereceğiniz refah, çocuğunuzun eline önce Play Station verip sonra üzgünüm yavrum babanın borçları var sen şu bilyeleri al oyna Play Station'u da bana ver internete koyup kredi kart borçlarımı ödeyeceğim demeye benzer.

O çocuk elbette küfretse yeridir.

Halka refah getirmek de bir sıkıntıdır ki bu refahı bazen siz kendiniz başarmazsınız o refah size hediye edilir ki ellerinizden bir anda çekildiğinde siyasetinizi dizayn etsin birileri. 

10 sene kadar önce gayet düşük seyreden döviz kuru ve sonrasında yaşadığımız kısacık lale devri ve sonrasındaki ekonomik krizde bunun da payı olduğunu düşünüyorum. 

Türkler bulgura, Rus da votka ve borş çorbasına alışıktır. İkisine de koymaz.

Bu ülkeleri ve siyasetini fakirlikle pek dizayn edemezsiniz. Bu konuda da Türkiye'nin kodlarını okumaya çalışanlar çoğunlukla yanılıyor.

Dolar ve euro Türkiye'de 100 lira da olsa kutsal devleti kimse "ihtilal" ile devirmeye çalışmaz. Çünkü Türk için devletsiz kalmak büyük bir felakettir ve hem halk bu korkuyu yaşar hem de liderler bu korkuyu hatırlatır. 

Madde 3 böylece açıklandı ise geliyoruz Madde 2'deki kısıma.

İnanın böyle uzun uzun yazmayı sevmiyorum. Eminim okurken söylendiğinize; "Risale-i Nur yazıyor sanki şerefsiz uzatmış da uzatmış" diyeniniz varsa şerefsiz lafını olduğu gibi iade ediyorum.

Ne yapayım kardeşim? Kısacık olan hiçbir şey hayırlı değildir.

Bizler de milletçe uzunu severiz malum. Pazarda en uzun olanı, kız isterken uzunu, çöp çekerken de uzunu istiyoruz. Uzun bizim kaderimiz ama bazen talihsiz uzunlarla da muhatabız ki Uzun süren fakirlik de bunlardan biridir…

Fakirlik dert ama hayati bir şey değildir lakin ardından gelen kıvılcım kötüdür.

Tunus'ta bu olmuştur. Bir bilgisayar mühendisi, geçimini sağladığı salatalık tezgâhının alaşağı edilmesi ve üstüne bir de yüzüne tokat atılması ile kendini yakmış ve Arap baharı Tunus'ta alevlenmişti.

Bu olayda çok manalar ve anlatılacak çok başlık gizli aslında. Okullaşmanın hayli geliştiği Tunus'ta bir bilgisayar mühendisi bile salatalık satacak durumda ise sosyal adaletin ve refahın sağlanmadığı bir ülkedeki üniversitelerin yaygınlığı ve diplomanın da önemi çöptür… 

Türkiye şu anda Tunus olmadı ama olmayacak demek de değil ve çok dikkatli olmamız gerekiyor. Zira Tunus uzun süre eğitimli nüfusunu Fransa'ya işçi olarak gönderdi göndermesine ama ülkede kalanlara da bir ümit olamadı.

Siyasi ve ekonomik arenayı tamamen yandaşları ile doldurmuş olan Laik Burgiba yönetiminin ardılı olan Zeynel Abidin Bin Ali ve çevresindekiler dışındaki halka neredeyse hiç yükselme şansı verilmeyen yönetim bir isyanla alaşağı edilmişti.

Uzun süren fakirlik Tunus için alışıldık bir şeydi ve itaate de alışkınlardı ama Türkiye'ye göre çok daha minör bir ülke olan Tunus maalesef dışındaki masalarda alınan kararları bozacak iç dinamiklere sahip değildi.

Bir de biz Tunus'la başlayan bir dönemden ders çıkarabilecek kadar süreyi dışarıdan izlemekle geçirerek Arap Baharını dışarıdan değerlendirebiliyoruz ancak Tunus, emsalinin kendisi olduğu bir süreci dışarıdan bakarak örneklendirecek bir tecrübe şansına da sahip değildi.

Uçurumdan atlayan ilk koyun oldu ve uçurumu tattı… Şansı oydu ki bir dala takıldı ve hayatta kaldı…

Dünyada Arap Baharı denilen şey Tunus'ta sahnelenen bu hareketlilikle başladı ve şükür ki iyi idare ederek bunu atlattılar.

Öyleyse uzun süren fakirliklerin ardından gelen kıvılcımlar kesinlikle organik birer kıvılcımdır ancak isyana dönüşmesi aynı doğallıkta olmayabiliyor.

Yoksa Tunus'ta binlerce kıvılcım vardı. Ülkedeki adaletsizliğin haddi hesabı yoktu. Ama olması istenen ihtilal için şartlar hazırlandı, düğmeye basıldı ve ilk kıvılcım da bunun sembolü oldu.


Türkiye'de de benzeri birçok kıvılcım bakmak isteyen için çok farklı açılardan bulunabilir. 80-100 milyonluk ülkelerde fakirlik de adalet de sokaklardaki köpekler de kendi içinde milyonlarca ayrı kıvılcımlardır.

Neren ağrıyorsa canın oradadır der eskiler. Devletlerde de bu aşağı yukarı böyledir. Neren acıyorsa oradan çığlık gelir ve bilmelisin ki orada bir sıkıntı vardır. Yara oradadır. Çığlıkları susturan şey ise her zaman adalet değildir ayrıca refahtır da.

Bugün kimse körfezdeki Arap ülkelerinin demokrasi ülkeleri olduklarını iddia edemez. Refah ülkesidir bunlar arkadaşlar.

İnsanlar aslında demokrasi ya da adaleti değil sosyal adalet dediğimiz REFAH ile tatmin olurlar. İhtiyacımız olan şey ya konuşma hürriyeti veren demokrasi ya da konuşmasak da bizi tatmin edecek refahtır. 

Şahsen cebinize giren para sürekli artacaksa, kanserli babanızı dünyanın en iyi hastanesinde tedavi ettirebilecek parasal imkânlara sahipseniz, dünyanın en iyi üniversitelerinde okumanız için devlet sizi sonuna dek destekleyecekse ve en son model Maybach'ı kapınızda bulacaksanız çok da derdiniz olmaz sizi kimin yönetip yönetmediği.

Refah, insanın içindeki adaletsizlik haykırışını susturan tek kavramdır.

O elinizden alınırsa o vakit fark eder ve görürsünüz yolsuzlukları, antidemokratikliği… Dikkat kesilirsiniz o vakit her düzensizliğe.

Refah size beğenmediğiniz ülkeden gitme şansını ya da gitmeye yarayacak maddi gücü de verir. Müreffeh ülkelerin hiçbirinde insanlar monarşiyi sorgulamaz; "Benim gibi biri neden benim tepemde kral veya kraliçe olabiliyor?" demez.

Çünkü sistemi sorgulamaz. Sistemi sorgulatacak tek şey, sistemsizliktir. Sistemin etiği değil işlerliğidir onu sorgulatan.

Yani başınızda Batman filmindeki "Joker" karakteri bile olabilir ama eğer refah getiriyorsa ve belli bir sosyal adalet sağlanmışsa isyan etmezsiniz.

İşte ülkelerde de konuşma hürriyeti tam bu perspektifte incelenmesi gereken bir olgudur.


Gelelim kaos ve isyana sebep olan faktörlerdeki Madde 1'e.

İnsanlar kendilerini tehdit altında hissettiklerinde isyan eder maddesi bir gerçektir. Bu tehdidin nereden geldiğini ise çoğu kez bilmezler ama yönlendirilirler.

Bir huzursuzluk yeterlidir ve o huzursuzluğun "ana tehdit" olduğuna dair bir yönlendirme, onların tehdit algısını tamamen manipüle edebilir. Size tehdit sağdan gösterilirken soldan da darbe alabilirsiniz.

Bu sebepten birinci nokta asayiş kurumları görevini yapıyorken insanların manipülasyona gelmemeleri için sebeptir. Yani kendinizi tehdit altında hissetmeyin ve ne olursa olsun sokağa çıkmayın demek istiyorum. 

Yazının başında size toplumları terörize eden, isyana ve kaosa götüren 3 madde ve 4 tip hürriyetten bahsetmiştim.

İsyan sebebi olan 3 maddeyi açıkladık. Şimdi ise Türkiye'yi çevreleyen bölgede 4 tür hürriyet tipi görüyorum ve onlardan bahsederek kapatacağım mevzuyu.

Çevremizdeki özgürlük yani hürriyet 4 tipte karşımıza çıkıyor.

1. Petrolü olmayan veya az olan Arap ülkelerindeki olmayan konuşma hürriyeti. Konuşsan başına bela alıyorsun. Ürdün'de böyle mesela. Suriye'de ve Yemen'de de böyleydi. Konuştun mu? El Muhaberat doblo ile kapına geliyor. Dağlara taşlara aman… Uzak olsun.

2. Petrolü olan Arap Ülkelerindeki hürriyet. Bu da harcama ve seyahat hürriyetidir. İnsan bir yaşam serüveni içerisinde ne ister? Konfor ister, iyi yaşamak ve dünyayı görmek, çoluğunun çocuğunun sağlıklı yaşaması, iyi eğitim alması ve iyi bir göreve gelmesini.

Bunlar insanı tamamen tatmin edebilir. Yani sizin ve sevdiklerinizin refahı ve tatmini. Bunların sağlandığı bir düzende ihtiyaçların karşılanıyorsa hürsündür.

Bir 5. tip özgürlük de vardı ki bu neredeyse tarih oldu ve bu da "dikte edilen" Sovyetler Birliği tipi özgürlüktü.

Bu döneminde "özgürlük" kelimesinin karşısında "ihtiyaçların karşılanması" yazması her ne kadar devlete itaati öğreten ve özgürlüğün esas derin manasını manipüle eden bir kavram olsa da gerçekte böyle bir şey hakikaten vardır.

İhtiyaçları karşılanan kişi özgürdür. Muhafazacı bir özgürlüktür bu. Evet, yavrum dondurma tabii ki yiyebilirsin ama boğazın şişer. Ama sosyalizm bunu "bazı şeylere ihtiyacın yoktur" diye öğrettiği için kişi aslında neye ihtiyacı olduğunu da sosyalizmden öğrenir.

Dine ihtiyacın yok! Hmm… Evet yok. Teşekkür ederim demek zorundasın. "Zenginliğe ve lükse ihtiyacın yok çünkü proteleryadan farklılaşıp burjuvazi olmak bir ihtiyaç değil yozlaşmadır" diyor. "Hmm evet teşekkürler" diyorsun.

Zaten komünist ülkede zenginlik hayalin yoktur. Diğerlerinden daha fazla süt, daha fazla ekmek ve et ile tatil yapabilmeni sağlayan bir üst kademeye ilerlemen vardır.

Bunun için de yoldaşlarının topuklarını sağlam yalayıp sistemin çürük elmalarını daha çocukluktan itibaren ihbar ederek ilerlemelisin.  

Sana neye ihtiyacın olup olmadığını söyleyen sosyalizm aslında öğrettiği kavram olan özgürlük=ihtiyaçların karşılanması meselesinin bir arka planındaki soru olan "peki ihtiyaçlar nelerdir?" sorusunu da belirler.

Bunu belirlerken ihtiyaçlarını materyallerle belirliyordu ve bunun için de üretimi ve emeği yüceltiyordu. Biraz da bu yüzden ona materyalizm deniyordu. 

Fazla felsefi girdiğimin farkındayım sabredin. 

3. tip özgürlüğe geliyoruz. Bu da full konuşma özgürlüğün olan, devlet başkanına ana bacı sövsen de methiyeler düzsen de hiçbir şeyi değiştiremediğin Doğu Avrupa Özgürlüğüdür.

Ne kadar konuşursan konuş fikir hürriyeti ve yeni girdikleri Avrupa Birliği ile özümsedikleri Avrupa değerleri yüzünden senin konuşma hürriyetine karışmıyorlar ama senin lafınla bir şeyleri de değiştirmiyorlar.

İstersen yırtıl, maaş da hayat standardı da senin konuşmanla yükselmiyor. Yani sokağa çıkıp bağırarak düzelteceğin bir refahın yok. Ukrayna da işte tam bu şekilde yedi ve heba etti 30 senesini.

Daha light versiyonlarını ise Letonya, Polonya ve Slovakya gibi ülkeler ile Macaristan ve Balkanlar yaşamakta.


4. tip özgürlük ise hem konuşma hürriyetin hem de değiştirme hürriyetinin olduğu özgürlük tipidir ve Batı Avrupa demokrasileri ile Kuzey Avrupa demokrasileri buna örnektir.

Buralarda da işte devletin varlığı ve sistemin devamı için halkın memnuniyeti ve kurumsallık ile sosyal adalete oturuyor özgürlük.

Hem belli bir refah az çok vardır. Sokağa çıkıldığında iktidar da düşebiliyor istifa da ettirebiliyorsun bir siyasiyi. Hatta sokağa çıkmadan birkaç gazete haberi bile yetebiliyor. Hesap verebilen iktidar modelidir bu.

Şimdi tüm bu anlattıklarımızın hasılasında biz hangi tür Hürriyet grubu içerisine giriyoruz? Bunu sorgulayalım ve düşünelim. Düşünelim ki ülke insanı bir şekilde özgürlük hissi hissetsin.

En son anlattığımız 4. tip özgürlük bizden uzak. Türklerde istifa kültürü eğer uçkur meselesinden bir falsosu yoksa söz konusu bile değildir.

Hem bizde niye istifa edesiniz ki? Milletin hafızası genellikle bir seçim döneminde resetlenir. Demek ki 4. tTip tanım bize uzak.


3. tip özgürlük de uzak biz bir Doğu Avrupa ülkesi kadar küfrü hazmeden yöneticilere sahip değiliz. Ben de bana küfredilmesini hazmetmiyorum.

Türkiye'de birinin annesine, bacısına ya da eşine gerçekten tecavüz etmenizle onu kafada betimleyen bir küfrü ya da ironiyi söylemeniz arasında çok az tepki farkı vardır.

Toplumumuz da sinir yönetimi konusunda pek hazır değil. Dünyanın herhangi bir yerinde birine küfretsen orta parmağını kaldırır yürür gider ama bizde küfrü yiyen sanki yüzüne katı bir cisim isabet etmiş gibi kıpkızıl bir renkle aracından çıkardığı döner bıçağı ya da sopa ile aracına yürüyebiliyor.

Bu sebepten Doğu Avrupa'daki konuşma ve hatta küfretme özürlüğün var ama konuşmanla bir şey değişmez kuralı bizde geçerli değil. İt ürür kervan yürür diyoruz ama it ürüse de kervan önce iti bir güzel pataklıyor sonra yine yürüyor tabi.


2. tip özgürlüğe gelince petrolümüz ve doğal gazımız yok. Özgürlüğü konuşma özgürlüğü ile değil seyahat ve satın alma özgürlüğü ile tattıracak sınırsız maddi kaynaklarımız zaten hiç yoktu ve olmadı.

1. tip özgürlükten ise bahsetmek ve acaba buna benziyor muyuz? Benzemiyor muyuz? Kritiğine ise müsaadenizle girmek istemiyorum.

Çünkü bu meselelere girmeme özgürlüğümü kullanmak da benim özgürlüğüm. Seçimi size bırakıyorum.

Belki 5. ve bize has bir maddeyi siz belirlersiniz ve yazarsınız ve belki de yorumlamama özgürlüğünüzü kullanırsınız. Sonuncusunu şiddetle öneriyorum. 

Saygılarımla.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU