Altay Ünaltay: Kemalist şablonlarla artık Türkiye'de herkesi mutlu edecek bir düzen kurmak, barış getirmek ve ülkeyi ileri götürmek mümkün değil (2)

Naman Bakaç'ın Dr. Altay Ünaltay ile yaptığı röportajın ikinci kısmı

Fotoğraf: TRT World

19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarih sahnesine fikri ve siyasi bir akım olarak doğmuş olan İslamcılık akımı veya İslami hareket, Osmanlı'dan cumhuriyete oradan da günümüze kadar tartışılan, hakkında yazılıp çizilen en önemli akımlardan biri olduğu kuşku götürmez bir gerçek. 

Kökleri 19'uncu yüzyıl öncesine dayansa da, modern anlamda düşünsel, toplumsal ve siyasal önermeleriyle gündemde yer etmiş olan bu hareketin; referans kaynakları, aktörleri, retoriği, temel yönelim ve hedefleri bağlamında, dünya ve Türkiye'nin epistemik ve ontolojik sahasında bir şekilde kendini bazen retorik olarak bazen de uygulamalarıyla yediden yetmişe herkes tarafından konuşulduğu/konuşturduğu da bir başka gerçek.

İslam(cı) düşüncenin; din-devlet ilişkileri bağlamındaki önerme ve uygulamaları, demokrasi ve laikliğe yönelik bakışı, öteki ile kurduğu ilişkisi, dünyada ve hükümferma sürdüğü coğrafyasında barışı ve adaleti inşa edip edemeyeceği, birarada yaşama kültürünü becerip beceremeyeceği, yaşadığı fikri ve dini sorunları aşıp aşamayacağı, halkların refahına, ekonomisine ve huzuruna onları nail kılıp kılamayacağı gibi birçok husus bilindiği gibi uluslararası karar mercilerinin masalarından tutun think- tank kuruluşlarının raporlarına, oradan da avamdan havasa kadar geniş bir spektrumda tartışılmaktadır. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bu tartışmalar içinde, bizde İslami düşünce ve İslamcılık akımının taşıdığı zaafları, olumlulukları, risk ve imkânlarını uzun yıllar din- devlet İlişkilerine kafa yoran, kitap neşreden, makaleler kaleme alan, 1 hekim, araştırmacı- yazar Dr. Altay Ünaltay ile konuşmaya çalıştık.

Dr. Ünaltay ile Türkiye ve Batı'da Anayasa yapım süreçlerini, parlamenter sistem ile cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin olumlu ve olumsuz yönlerini, Türkiye'deki İslamcı(lık) akımı ile AK Parti ilişkisini, ulus-devlet fikriyatı ile emperyalizmin yeni biçimini, laikliği ve demokrasiye bakışını, İslamcı akımların hangi karakteristik yönlere sahip olması halinde başarılı olacağını, İslami sol ve liberal İslam tamlamalarına bakışı gibi birçok düşünsel ve aktüel konular üzerine söyleşimizin ikinci kısmını siz okurlarımıza sunuyoruz.
 

"İslamcılık ya da İslami düşünce adına yeni ve insanları etkileyici şeylerin konduğunu göremiyoruz"

- İslami düşüncenin kriz içinde olduğu, modern(ist) ve postmodern(ist) düşünce karşısında cılız kaldığı ya da üretemediği vb argümanlar, İslamcı ve Müslüman simalar tarafından tartışılıyor. İlginçtir Batıda ise; Immanuel Wallerstein, Jean Baudrillard, John Esposito hatta Jürgen Habermas gibi isimler ise Batının tıkanıp, Modernizmi sorguladıkları bir dönemde, İslam'ın dünya sistemine ruh katabileceği veya imkânları konuşuluyor olmasını neyle izah etmek gerekir sizce?

Her iki tarafta da arayışlar sürüyor. Ama ortaya İslamcılık ya da İslami düşünce adına yeni ve insanları etkileyici şeylerin konduğunu göremiyoruz. Modern uygarlığın sorunlarına çözüm arayışları hala modern seküler düşünce ve bilim içinden çıkmaktadır. İslamcı düşünceden çok şeyler bekleniyor olabilir, ama modern seküler eleştirel düşüncenin verdiği cevapların ötesinde özgün ve ilginç fikirlerin İslam dünyasından çıktığını henüz göremiyoruz.

Bu bağlamda dile getirilmesi gereken bir başka ciddi sorun da İslam dünyasının kendi İslami kültürü içinden çıkmış düşünen zihinleri hızla Batı dünyasına kaptırması, İslam dünyasından Batı'ya yaşanan "Müslüman zihin göçü"dür. Bu insanlar içinde, geldikleri ülkedeki İslamcı gruplar, cemaatler ve iktidarlar tarafından aykırı düşünceleri nedeniyle dışlanmış çok sayıda zihin vardır.

Birkaç örnek olarak Pakistan'dan Fazlurrahman, Türkiye'den Edip Yüksel, Mustafa Öztürk, Sudan'dan (üstadı Mahmut Muhammed Taha İslamcı rejim tarafından "irtidad" gerekçesiyle idam edilmiş) Abdullahi Ahmed en-Naim vardır. Bu göç o derecede belirgin bir hal almıştır ki, yarın İslam adına gerçekten kimi alternatiflerin Batı'da, fikir özgürlüğünün nimetlerinden azami istifade eden Müslüman düşünürlerce ortaya konacağını düşünmek şaşırtıcı olmaz.

Ve o zaman sormak gerekir: Bu alternatif İslami düşünceler kimin ürünü olacaktır? İslam dünyası ve oradaki İslamcı siyasetlerin mi, yoksa Batı'daki modern seküler düzenin mi? 
 

Altay Ünaltay.JPG
Dr. Altay Ünaltay

 

"Kemalist şablonlarla artık Türkiye'de herkesi mutlu edecek bir düzen kurmak, barış getirmek ve ülkeyi ileri götürmek mümkün değil"

- Ocak 2021'de aralarında sizin ve İzzet Akyol, Fatma Bostan Ünsal ile İlyas Buzgan gibi isimlerinde olduğu Ahmet Hoca Enstitüsü'nün Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptıkları ZOOM buluşmasında CHP liderinin, son on yılda CHP'nin en büyük değişimi yaşayan parti olduğu şeklinde bir tespiti olmuş. Helalleşme çağrısı, 6'lı Masa buluşması, Kürt Sorununa ilişkin ulusalcı refleksten kısmen uzak bir görüntü hali vs gibi hususlar göz önüne alındığında sizin pencerenizden de CHP'de bir yapısal veya zihniyet değişiminin yaşandığı mı görülüyor yoksa iktidara giden yolun aparatları olarak mı görünmekte bu değişim? CHP'deki değişim, yapısal mı konjonktürel mi sizce? 

CHP'deki değişim, eğer akıllılarsa, yapısal ve gerçek olup, geçici ve "takıyye" olmasa iyi olur. Zira eski Kemalist şablonlarla artık Türkiye'de herkesi mutlu edecek bir düzen kurmak, barış getirmek ve ülkeyi ileri götürmek mümkün değildir. Bir Kemalist değilim, ama bu ülkeyi yıkılışın eşiğinden çekip çıkarmış Mustafa Kemal'e şükran duyuyorum.

Onun da Kemalist olduğunu sanmıyorum, çünkü "gün gelir benim söylediklerim bilim ile çelişirse, bilimi alın, söylediklerimi terkedin" demiştir. Ben Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP içinde başlattığı değişimin samimiyetine inanmak isterim.

21'inci yüzyıl yeni bir çağdır, bu çağın getirdiklerine ayak uydurabilen kalacak, kalamayan gidecektir. İslamcı –muhafazakâr-milliyetçi siyaset, 20'nci yüzyılın "soğuk savaş" şablonları içinde kalmayı tercih ederek değişim fırsatını kaçırdı. CHP'nin ne yapacağını ise hep birlikte göreceğiz. 


"NATO; Yugoslavya, Libya, Afganistan gibi görev alanı dışında operasyonlara kalkıştığından beri bir savunma örgütü olma vasfını kaybetti, batılı emperyalizmin saldırgan askeri gücüne dönüştü"

- 25 Aralık 2021 Tarihli Çelik Çekirdek, Devlet ve Demokrasi Meseleleri yazınız da "Bir tarafta başarılı Avrupa ve Amerika varsa, öbür tarafta da tekrar güçlenen Rusya ve yükselen Çin vardır. O halde hangisi tercih edilecektir? Bizim bu soruya cevabımız, demokrasi dışı arayışların bize hiçbir zaman fayda ve gelişme getirmediğidir" tespitiniz ile Ülke Dergisi'ndeki yazılarınıza baktığımda, bir de "Bir Şark Masalı: Batılılaşma" adlı kitabınızda geçen önermeler ya da sizin yazınızın da bulunduğu Kızılelma yayınlarından çıkan edisyon bir çalışma olan "Uygarlığın Yolu: Avrasya"da" kitabına bakıldığında, rota Avrasya iken 2021 yılındaki yazınızda Batı/Atlantik gibi duruyor. Türkiye'nin rotası Batı mı Avrasya mı olmalı sizce? Ne dersiniz?

Yukarıdaki soru "Türkiye hangi tür bir rejimi benimsemeli?" bağlamında sorulmuştu. Verdiğim cevap da bu bağlamda idi: Elbette demokratik laik ve özgürlükçü bir rejim olmalı, otoriter-baskıcı ve kapalı bir rejim olmamalı. Birincisinin örneği Avrupa ve Kuzey Amerika, ikincisinin örneği Rusya ve Çin'dir.

Sizin şimdi sorduğunuz soru ise dış politika ve Türkiye'nin içinde yer alacağı siyasi-askeri paktlar ile ilgilidir. Burada tercih tam bağımsızlık olmalıdır. Modern demokratik bir iç siyasetin nimetlerinden faydalanırken Batı paktına dâhil olmayan böyle ülkeler vardır: Örnek: Avusturya, Finlandiya, İrlanda, İsveç ve İsviçre'dir. Bu ülkeler NATO üyesi değildir.

"Tarafsızlığın kalesi" kabul edilen İsviçre diğerleri gibi Avrupa Birliği üyesi de değildir. Hatta İsviçre 2002'ye dek tarafsızlık ve bağımsızlığını zedelediği düşüncesiyle Birleşmiş Milletler'e üye olmayı dahi reddetmişti. 1986'da Başbakan Olof Palme cinayetinden sonra İsveç ve 2014'te Rusya'nın Kırım'ı ilhakından sonra Finlandiya Batı ittifakına yaklaşmış, ancak NATO üyesi olmamışlardır.

Öte yandan ben Türkiye'nin NATO'nun pasif bir üyesi olarak ittifakta kalmasından yanayım. Böyle bir siyaseti Fransa 1966 - 2009 arası sürdürdü. Türkiye'nin NATO müttefikliğinde ısrar etmemin sebebi bize gelen tehdidin NATO dışından çok NATO içinden olacağını beklememdir. NATO; Yugoslavya, Libya, Afganistan gibi kendi görev alanı dışında operasyonlara kalkıştığından beri bir savunma örgütü olma vasfını kaybetti, Batılı emperyalizmin saldırgan askeri gücüne dönüştü.

Bunun her ne kadar Bosna-Hersek ve Kosova'da kısmi faydaları oldu ise de orada ilk elden görünenler de hikâyenin tamamı değildir. Bu yeni kurulan "ülkeler" yavaşça boşalıyor, Balkanlarda 20'nci yüzyıl sonu yaşanan savaşlardan sonra bir türlü istikrar kuramayan yönetimlerden kendi halkları Batı'ya kaçıyor.

Bu trend böyle sürerse uzun vadede Sırpların yaşatamadığı "etnik felaketi" bu halklara kendi yönetimleri yaşatmış olacak. Konumuza dönersek, NATO paktı dışında kalmış bir Türkiye'nin Ege, Kıbrıs ve Akdeniz'de Mavi Vatan gibi muhtemel dış politik çatışma alanları yüzünden NATO hedefi haline gelmemesi için bir sebep yoktur. Öte yandan NATO'nun hiçbir saldırgan ve serüvenci askeri macerasına Türkiye iştirak etmemelidir. Biz bölgemizde bağımsız ve tarafsız olmalı, barış ve istikrarı savunmalı ve asla komşularımızın içişlerine müdahale etmemeliyiz. 

Birkaç kelime de Türkiye-İslam dünyası ilişkileri üzerine söylemek gerekirse: Ne yazık ki, zannedilenin aksine ortada bir İslam dünyası yoktur. Çıkarları birbirinden ayrı ve yer yer çatışan devletler, politik gruplar, mezhepler ve etnisiteler vardır. İslam dünyasının en büyük problemi olduğu sanılan Filistin meselesinde ölen Müslüman sivil sayısını Suriye iç savaşı ve Yemen - Suudi çatışmasında ölenler kat kat geçmektedir.

Dahası İsrail - Filistin anlaşmazlığı sürerken birçok İslam ülkesinin de İsrail ile barış ve işbirliği anlaşmaları imzaladığını görüyoruz. "İslam dünyası" ya da "İslam birliği" bir düş idi, bir düş olarak kalmaya devam ediyor. Türkiye burada da barış, tarafsızlık ve içişlerine karışmama prensibi ile ilişkilerini sürdürmelidir.  
 

 

"Laiklik, "laic" (halk) kelimesinden gelir, laiklik"in (laicism) doğrudan çevirisi ise "halkçılık" olur; bunun anlamı yönetimin kilise ya da kralların elinde değil, halkın elinde olmasıdır"

- Doğu'da ve Batı'da Din-Devlet İlişkileri üzerine kaleme aldığınız bir kitabınız var. Uzun yıllardır da bu konu üzerinde yazıp çiziyorsunuz. Bize tarihsel süreç içinde, Batı'da din-devlet ilişkileri hangi ana duraklardan geçerek bugünlere gelmiştir diye sorsak, ne dersiniz?

Şöyle diyeyim: Aslında Batı Roma devleti MS. 476'da barbar kral Odovakar'ın Roma'yı fethi ile tarihe gömülmese idi, Batı'daki din-devlet ilişkilerinin de Doğu Ortodoks Avrupa, İslam dünyası ya da Budist dünyada gördüğümüzden bir farkı olmayacaktı. Hepsinde de devlet din üzerinde egemendir, ya resmi bir din ya da Çin ve Kuzey Kore'de olduğu gibi din üzerinde baskı vardır.

M.S. 325'te Doğu Roma imparatoru Konstantin Nikea'da (şimdiki İznik) Hıristiyan konsillerini toplatıp Hıristiyanlığın akidesini düzenlettirdikten ve Hıristiyanlığı resmi din ilan ettikten sonra Katolik Kilisesi yaklaşık 150 yıl Batı'da kudretli devletin "diyanet işleri başkanlığı" olarak örgütlendi. Her zaman Sezar'a (imparator) itaati öğütledi ve karşılığında devletten sayısız imtiyaz ve yardım gördü. 476'da devlet yıkılınca da ondan geriye bu kilise kaldı.

Kilise başa geçen Germen krallarının kendilerine sundukları saygıyı kabul etti ve "Hıristiyan âlemini tekrar toplayacak" bir Sezar gelene kadar ipleri sıkıca elde tutma kararı aldı. Çok ve çeşitli devletlere bölünmüş Hıristiyan tebaa hala dinen tek bir makama, Roma'daki Papa'ya bağlı idi. Bu sonraki yüzyıllarda Papa'yı bir "ikame imparator" haline getirdi.

Kralların afarozu, Kutsal Kilise Hukuku ve Engizisyon mahkemeleri bu dönemde ortaya çıktı ve "Çifte Kılıçlar" teorisi bu dönemde formüle edildi: Kilise maneviyatın hükümdarı, kral ise (onun izniyle) maddi âlemin hükümdarıdır. Her iki otorite yetkilerini karşılıklı anlaşma içinde ve kendi alanlarında kullanacaklardır.

Tabi kilise "Hıristiyanların babası" olarak kralın işlerine karışma hakkını elde tuttu, ta ki bir anlaşmazlıkta Fransa kralı Güzel Filip, Papa'ya kafa tutana ve Fransız kilisesi dahi Papa yerine kraldan yana saf olana kadar (1309). Papa ilk defa geri adım attı. Bir sonraki darbe Martin Luther'in ünlü "95 Tezi"ni Wittenberg Kilisesi kapısına astığı zaman (1517) geldi. 95 Tez, o sıra Papalığın başlıca gelir kaynaklarından olan "endüljans" (Cennet'ten arsa tapusu) satışlarını eleştirerek başlıyordu:

"Eğer kilisenin günahları affa yetkisi varsa, neden bunu para alarak yapmaktadır? Parasız yapması daha iyi değil midir?" çıkışıyla, Protestan Reformasyonu başladı.  

Katolik kilisesi ciddi darbeler alıyor ve Roma'nın yıkılışından sonra elde tuttuğu "manevi âlemin tahtından" da inmeye zorlanıyordu. 1618-1648 yılları arasındaki "30 Yıl Savaşları" kanlı bir mezhep kavgasıydı. Katolikler ve Protestanlar birbirlerini doğradılar.

Sonuçta bu işlerin böyle hallolmayacağı noktasına vararak barıştılar ve "Westphalia Barışı" ilan edildi. Buna göre herkesin inancı kendine idi ve Avrupa'da artık aidiyet bağını din ve mezhep değil, milliyet belirlemeye başladı. 1776 Amerikan devrimi ve 1789'da gelen Fransız Devrimi ile ulus-devlet ortaya çıktı: Devletin sahibi kral ya da kilise değil, millet idi.

Din dini makamlara bırakılıyor ve devlet bu işlerle ilgilenmiyordu. Böylece Batı'da din ve devletin ayrılığı ya da laiklik prensibi günümüze ulaştı. Yeri gelmişken "laiklik" Latince kökenli "laic" (halk) kelimesinden gelmektedir; "laiklik"in (laicism) doğrudan çevirisi "halkçılık" olur; bunun anlamı yönetimin kilise ya da dini makamların ya da kralların elinde değil, halkın elinde olmasıdır. 
 

 

- Bir de bu meselenin Doğu/İslam dünyasındaki yansımasını konuşalım. Doğu'da Din-Devlet İlişkileri başta Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye'sinde nasıl bir seyir izledi acaba? Sizin Laikliğin Batı'da doğal bir şekilde ortaya çıktığını, Doğu toplumlarının ise farklı tarihsel tecrübesinden dolayı Laikliğin kurgusal bir şekilde inşa edildiği şeklinde bir yaklaşımınız sözkonusu. Bundan yola çıkarak siz İslam dünyasına laikliği mi çoğulcu demokrasiyi mi yoksa özgürlükçü İslam'ı mı öneriyorsunuz? 

Din ve devlet ilişkileri açısından Doğu, Bizans imparatoru Konstantin'in temellerini attığı yapıya hep bağlı kaldı: Devlet dine karışır ve din vazeder. Nitekim kendisi 325'te İznik konsillerini topladığı zaman Hıristiyanlığın iman formülünü ("Teslis" - Kutsal Üçleme) oluşturmada ve resmiyet mührünü bu imana vurmada aktif katkısı oldu.

Zira imparatorun ali sıfatlarından biri de "pontifex maximus" (başkahin) idi, bu sıfat imparatorlukta en yüksek dini otoriteyi niteliyordu. Oysa Konstantin o sıra Hıristiyan bile değildi, ölüm döşeğinde vaftiz edilmiştir (337). Onun haleflerinden imparator Leon III. 726'da Ortodoksların dua ettiği ikonaları "put" ilan edip yasaklattığında (İkonoklastik dönem = İkona kırıcı dönem, 726-842) aynı yetkileri kullanıyordu: Sezar din de dikte eder.

Bizans tarihi boyunca kilisenin başı Patrik, belki Papa gibi yüce bir makam arzulamış, ancak sadece kudretli İmparator'un basit bir "din işleri müdürü" olabilmiştir. Gerektiğinde azledilmiş, yerine yenisi atanmıştır. Bu yetkiler daha sonra yükselen genç İslam uygarlığının Emevi ve Abbasi halifelerince kullanıldı. Onlar kendilerini "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" (Zıll-ullah fi'l-Arz) ilan ettiler, Emevi karşıtı dini akımlar (Şia) yasaklandı.

Abbasi halifeleri Mutezile'yi resmi mezhep ilan ettiler ve herkesi bunu kabule zorladılar. O devrin kimi büyük İslam uleması bunu kabul etmeyince hapse atıldı ve eziyet çekti. 1517'de Yavuz Mısır'a girdi, Halifeliği (Hilafet) son Abbasi halifesinden devraldı ve bir gecede imparatorlukta yeni bir Sünnileşme akımı başlattı. Osmanlı medresesinin kurucuları büyük İslam filozofu Muhyiddin Arabi'nin talebeleri idiler ve o "En Büyük Şeyh" (Şeyh ül-Ekber) olarak anılıyordu; bir nesil içinde "En Kâfir Şeyh" oldu (Şeyh ül-Ekfer).

Tekke-medrese kavgası ve Alevi - Sünni kavgası böylece başladı. Osmanlıda "Meşihat" (Şeyhülislamlık) aynen Bizans'ta olduğu gibi devletin bir kurumu ve ulemanın başı Şeyhülislam padişahın basit bir kulu idi. Cumhuriyet bu yapıları devralmış ve Diyanet kurularak devlete bağlı din geleneği de sürdürülmüştür.

Cumhuriyetin ilk yıllarında ezan devlet emri ile Türkçeleştirilmiş, sonra yeni bir emirle Arapça ezan iade edilmiştir. Bugün resmi Sünni Hanefi (biraz da Şafi) mezhebi dışında devlet katında itibar gören bir inanç yoktur; Hanefi mabedleri devletçe inşa edilir, masrafları devletçe karşılanır ve buradaki din adamlarına devletçe maaş verilir.

Bunun karşılığında onlar "baldızla ilişki nikâhı bozar mı, dövme ve piercing caiz midir, boşanma cep telefonu veya faksla olur mu" gibi konularda fetva vermekte serbesttirler, toplumsal meselelere girmeleri ve görüş beyan etmeleri ise asla hoş karşılanmaz; onlar da girmez zaten. Devlet Hanefilik dışındaki mezhep ve inançlara yardım etmez. Kiminin ibadethanesi  "dini mabed" sıfatıyla tanınırken, kimininki sadece "ticarethane" olarak tanınır.  


"Tarih gösteriyor ki, İslam ancak iktidardan uzak ve kendini kuşatan sivil halk yığınları arasında olduğu sürece hem kendi özgür olur, hem de özgürlükçü olur"

Ben dinin "resmileştirilerek" devletin kudret eli altına alınmasını doğru bulmuyorum. Daha önce dediğim gibi, binlerce yıllık insanlığın tecrübesiyle sabittir ki, dinler iktidarla her aşk yaşadıklarında onun "saray gözdesine" dönmüşlerdir. Yukarıda anlattıklarım da buna delildir. Bu nedenle ben İslam dünyasına çoğulcu ve laik demokrasiyi öneriyorum.

Bu düzen gerçekten kurulursa dini "resmi gözde" olmaktan kurtarır ve sivil toplum alanında özgür bırakır. Bir "özgürlükçü İslam'dan" bahsediyorsunuz. Tarih gösteriyor ki, İslam ancak iktidardan uzak ve kendini kuşatan sivil halk yığınları arasında olduğu sürece hem kendi "özgür" olur, hem de "özgürlükçü" olur, yani kişiyi özgürleştirir. 
 

 

- Sizin din-devlet ilişkileri meselesinde verili olandan yani sahada yaşanmışlıklardan yola çıkarak, dinin devletten uzak kalması gerektiğini ileri sürdüğünüzü görüyorum. Sizin Taliban, IŞİD, El-Kaide, Mısır'daki İhvan ve Türkiye'de de AKPARTİ tecrübesinin oluşturdukları kötü örnekliğin İslamcılık akımının bittiğine, iflas ettiğine yargısına götürdüğü görülüyor. Bir düşünce, akım veya hareket, tarihin ve toplumların içinde ölür mü, biter mi? Bir topluluk gelir-geçer, yerine bir başkası gelir diyen İslam'ın Tarihsel yasasını ıskalamış olmuyor musunuz? Bir yüzyıl ya da elli yıl belki de iki yüzyıl sonra bu akım, ya da bu düşünce kendini farklı bir şekilde hayatın ve tarihin içinde tekrar neden var kılmasın ki? Önünü kapatıyorsunuz sanki öldü, bitti diyerek.

Hiçbir şeyin önünü kapatmıyorum. Zaten buna da tek kişi olarak gücüm yetmez. Belki yüzyıl sonra bir özgürlükçü İslamcılık olabilir. Ama bunun için önce "tarihsel bagajlarından" kurtulması gerekir. Ve onun gelişebilmek için iktidardan uzak durması, iktidar aşkıyla yanıp tutuşmaktan vazgeçmesi, özgürce sivil toplum alanında yaşaması, serpilmesi gerekir; dolayısıyla bunun için yöntem de gösteriyorum. Bir özgürlükçü İslam gelebilir mi? Gelmez diyemem, ama bu bugünün konusu değildir, onu çıktığı zaman konuşuruz. 

Benim bugüne has duygularımı şair çok güzel özetlemiş: 

Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...
Adam aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir

(Mehmet Akif)


"İktisadi düzen açısından, islam'ın ruhuna en uygun usul olarak "risk sermayesi" sisteminin araştırılmasını öneriyorum"

- "İslam ve Kapitalizm Üzerine Tartışma Notları" isimli makalenizde "Rabbimizin emrettiğinin, eşitlik ve kardeşliğin iktisadını kurmak" olduğunu söylüyorsunuz. Sol ve kapitalizm üzerine de kimi can alıcı soruları sorduğunuz bu yazınıza binaen şunu sormak isterim; Liberal İslam ve İslami Sol tartışmalarına ya da yaklaşımlarına bakışınız nedir? İslam'ın, bu ideoloji veya düzenlerle ayrışan ve örtüşen yönleri nedir? İslam'ın teorik olarak bir iktisadi ve toplumsal düzenine dair önermeleri var mıdır? Varsa bunlar nelerdir acaba?

Bu çağda ve fiiliyatta Siyasal İslam, maalesef kapitalizmin berbat bir karikatürünü önermekten öteye gidememiştir. Sendikal hareket, çalışan hakları, sosyal haklar, kadın çalışanların sorunları, iş güvenliği, işçi sağlığı, gelir adaleti vs. gibi konularda ne İslamcı bir literatür oluşmuş, ne de fiiliyatta bir adım atılmıştır.

Bundan birkaç yıl önce (sanırım Soma maden kazası zamanıydı) "iş cinayetleri" de denen ölümlü iş kazaları konusunda "işyerine ölen işçi için ailesine 1000 asgari ücret tazminat ödeme yükümlülüğü konsun, patronlar bu parayı ödememek için iş güvenliği konusunda her türlü önlemi alır" dediğimde (sizin tabirinizle) "eski İslamcı" ve yeni AKP'li bir arkadaşım derhal itiraz etmiş ve şöyle demişti: "Bunu koyarsan Türkiye'ye kimse yatırım yapmaz." Neoliberal iktisadın kurallarını iyi anlamış ve kabul etmişti!

"İslam'ın, bu ideoloji veya düzenlerle ayrışan ve örtüşen yönleri nedir?" diye sorulmuş. Şimdilik bu konularda doyurucu bir İslamcı literatür yok, olanlar da birçok konuda fikir birliği ve metodik tutarlılık içinde değildir. Dolayısıyla nerede diğer fikriyatla birleşip nerede ayrıştığını söylemek mümkün değil. Bırakın onu, "faizsiz banka" konusundaki İslami uygulama ve iktisat yazını da "faiz almak, ama ona başka bir isim koymaktan" öteye gitmiyor.

"Katılım bankacılığı" gibi İslami olduğu iddia edilen kimi uygulamalar da faiz almanın ve kişinin "faiz almadım" diye kendini aldatmasının bir başka yolu. İslam'ın ruhuna en uygun usul olarak "risk sermayesi" (venture capital) sisteminin araştırılmasını öneriyorum. Bu sistem Amerika'da neredeyse bir yüzyıldır uygulanmaktadır.

Risk sermayesinin özelliği, faiz anlamına gelen her türlü "vadeli alış -peşin satış" vs. dalaveralarını dışlamasıdır, çünkü bunların hepsinde zaman ücretlendiriliyor, tıpkı faizde olduğu gibi. Bunun yerine risk sermayesi "risk"i ücretlendirir; paranızı ticarette kaybetme ihtimaliniz vardır; buna rağmen yatırmanız için size bir özendirici gerekir ki, bu da "kâr"dır; işte bu İslam'ın ruhuna uygundur.

Yine İslam'ın ruhuna uygun bir iş ortaklığı türü olarak "kooperatifi" öneriyorum. Zengin İsviçre ekonomisinde faaliyet gösteren pek çok kuruluş birer kooperatiftir, örneğin "Migros" İsviçre gibi. O kuruluşu buradaki adaşıyla karıştırmayın. Bu koop.da "işyeri demokrasisi" geçerlidir: 1 kişi = 1 oy.

Bu kişi çok hisseleri olan zengin sermayedar, ya da mütevazı yatırımlarıyla az bir hisse alan bir emekli olabileceği gibi, işletmenin tüm çalışanları da burada birer oyla temsil edilirler. Yönetim genel kurulun periyodik toplantıları ile genel ve eşit oy prensibiyle seçilir, sermayedar olsun ya da işçi olsun işletmeyle ilgili her kişiye karşı sorumludur.

"Şimdi bir sermayedar çok para yatırsa da tek oy sahibi olacaksa, neden para yatırsın ki?" diye sorulabilir. Cevabı basit: Kâr. Ne kadar çok yatırımınız varsa hasıladan o kadar çok pay alırsınız; elbette işçilere ödenen maaş ve ücretler çıktıktan sonra. Eğer bir yönetim bu işçi maaşlarını ödemekte ihmalkâr davranırsa ilk genel kurulda işçi oylarıyla alaşağı edilebilir.

Bu konudaki tecrübeler göstermiştir ki, eğer bir çalışan işletmesini bir şekilde kendine ait hissederse onu yıkacak fahiş ücretler istemeye uğraşmaz. Bilakis iktisadi krizlerde giderlerini daha uzun süre ve sabırla kısarak krize dayanma ve atlatma özelliği, bu birlik duygusu nedeniyle koop.larda vardır.  
 

 

"Gelecekte bir İslami hareket olacaksa, önce tarihi bagajlardan kendini, aklı rehber edinerek arındırmalı"

- Genel olarak dünyada özelde ise Türkiye'de, İslamcı hareketin geleceğine dair bir projeksiyon tutmak gerekirse potansiyel ve zaaflarına dair neler söylersiniz? Genelde insanlığa özelde ise yaşadıkları topraklara umut vadeden, teveccühe mazhar olan, kitlelerle kaynaşmış bir İslamcı harekette neler olmalıdır sizce?

Medresede bir usul vardı. 16'ncı yüzyıla kadar uygulandı, daha sonra kendi gitti adı kaldı: "Eğer akıl ile nakil birbirini tearuz ederse akıl mesned alınır ve nakil ona göre tevil olunur." İslam âlemi 16-17'nci yüzyıla kadar ilimde bu usulü uyguladı ve uygarlık meşalesini taşıdı, daha sonra ise bunun tam tersini benimsedi ve kaybetti.

Gelecekte bir İslami hareket olacaksa önce tarihi bagajlardan kendini aklı rehber edinerek arındırmalı, evrensel insani eşitlik prensibini kabul etmelidir. Dini bilim ile yarıştırmaya kalkmamalı ve geçmişte yapılmış kimi tevil ve tefsirleri bilimsel buluşların karşısına itiraz için dikmemelidir. Bilakis eşya ile ilgili elde ettiğimiz yeni ve genişleyen bilgiyi dini geleneği açıklamak için kullanabilmelidir.

Geçmişte İslam'ın altın çağlarında bu yapıldı. Kendisini tek ve göklerden gelen himmetle kutsanmış doğru olarak görmemeli, her konuda fikir çokluğunun ve farklı fikirlerin olabileceğini kabul etmeli, "biz Müslümanız, sizlerden birşey öğrenecek değiliz" kibrine kendini kaptırmamalıdır, çünkü hikmet müminin yitiğidir. Aksi hal, yani tek doğru kendini görmek ve başkalarını baştan yanlış kabul etmek hoşgörüsüzlüğe ve şiddete kapı açar.

Siyasal iktidarı fethetmekten çok insanların kalplerini fethetmeyi ve bu fethettiği kalpler hazinesini üç kuruşluk iktidar için kolayca elden çıkarmamayı ilke edinmelidir. Halka ve onun seçilmiş temsilcilerine her fırsatta danışmaktan, onları söz sahibi yapmaktan vazgeçmemelidir. Tasavvufu iyi incelemeli ve Şakik-i Belhi ile Cüneyd Bağdadi arasında geçtiği rivayet edilen şu diyaloga dikkat etmelidir:

- "Neler yaparsınız" diye soran Belhi'ye, Cüneyd Bağdadi:

- "Biz bulursak şükrederiz, bulamazsak sabrederiz" der.

-"Onu Belh'in köpekleri de öyle yapar" der Belhi.

-"Ya siz ne yaparsınız" der Bağdadi.

-"Biz bulursak dağıtırız, bulamazsak şükrederiz" der Belhi (zira bulamayanın üstünden kardeşini gözetmek sorumluluğu düşer).

Belki bu kısa diyalogda bir İslam ekonomisinin tüm temel ilkeleri gizlidir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU