Doğa-ulus-insan pedagojisine giriş: Ulusal yeterlilik düzeninin fikir altyapısı (6)

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Umberto Boccioni, 1903

Her ulusun temel yaşam kaynaklarını (temiz ve içilebilir su, temiz ve nitelikli hava, verimli toprak, endemik türler, bitki örtüsü, hayvanlar, doğal güzellikler vb.) koruma hakkı vardır. 

Bu hak, 21'inci yüzyılın yeni jeopolitik mantığında aynı zamanda bir yükümlülüktür. Dahası, söz konusu hak ve yükümlülükler artık ulusal yaşamın bir ön-koşuluna evrilmiştir.

Peki, ulusal yaşamımızı nasıl koruyacak ve küresel tehditlerden nasıl korunacağız?

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Yaşamı sadeleştirmeliyiz. Bu anlamda ulusal gayeleri tekrar yoğurmak, çerçevelemek gerekliliği zuhur ediyor. 

Ulus-merkezli ekolojik devrim her şeyden önce bir zihniyet ve düşünce devrimidir. İşin pratiği sonrasında zaten kendiliğinden şekillenecektir. 

Dolayısıyla "ulusal gayeleri çerçevelemek"ten kastım evvelâ ulus hâlinde çalışma sistematiğimizi ne için, hangi ilke ve yöntemlerle organize ettiğimizi tanımlamaktır.

Hâlihazırda "GSYİH", "millî gelir" vb. klasik "uluslararası ekonomik başarı (kalkınma)" kriterlerini tatmin için, sınırsız kâr odaklı sermayenin mükâfatlandırılması ilkesine yaslanarak ve kitlesel tüketimi pazarlama yöntemiyle çalışıyoruz.

Oysa bu sistematiğin performans ölçümünün hiçbir yerinde ulusu ayakta tutan refahın somut izdüşümleri mertebesindeki adil gelir dağılımı, doğru kaynak yönetimi, yaşam niteliği, doğal denge ve mutluluk yok. 

Her ne kadar bugün elimizin altında başta Hint ekonomist Amartya Sen'in geliştirdiği "İnsanî Gelişme Endeksi" olmak üzere daha güncel muhtelif ölçüm birimleri varsa da bizzat yaşanılan, görülen ve hissedilen bazı olguların matematik formüllere hapsedilip standartlaştırılmasını doğru bulmuyorum.

Örneğin "GSYİH" kavramı 1930'lu yılların aklının (fikir babası Amerikalı Simon Kuznets'tir) bir ürünüdür. 

Buradan hareketle 1930'lardaki "kalkınma/gelişme" algısıyla 2020'lerin algısını eşitlemenin ne kadar yanlış olacağını sorgulamak dahi zihinlere format atmak için kâfidir. 

Bırakın "algıları", insanların nesnel ihtiyaçları bile zamana ve bağlama göre aşırı bir değişkenlik sergilemektedir.

Mevzubahis birimleri topyekûn dışlamamakla birlikte bütün bir çalışma/üretim sistematiğinin başarı değerlendirmesi ile "gelişimini" bu birimlere hapsetmenin sakıncalı olduğunu idrak etmeliyiz.

Sakıncalıdır zira bu hapsolmuşluk durumu aynı zamanda tecrübe ettiğimiz çıkmazları birinci elde meşrulaştıran hâkim liberal-kapitalist tasavvurun doğrudan bir yansıması ve sonucudur.

Bu tasavvur meydana kâğıt üzerinde herkese açık olan ve fakat gerçekte kısıtlı erişim fırsatları sunan bir "bolluk düzeni" getirdi.

İnsanları (bilhassa yoksulları) tetiklediği genelleşmiş ihtiyaç yanılsamasının rüzgârlarıyla kuşatırken onları "yeterince" çalıştıkları takdirde bir gün bu düzenden lâyıkıyla istifade edebileceklerine inandırdı.

Bahse konu olan "ihtiyaç yanılsamaları" tüketim içgüdülerini de düzenle ahenk içinde olacak şekilde programladı. 

İçgüdülerin denetim altına alınması meselesi ise en nihayetinde yarı-antropolojik bir değişime aracılık etti. 

Böylelikle "ân"ın ötesini düşünmekten âciz, asgarî düşünme faaliyetini bile başlı başına "külfet" addeden "Carpe diem"ci modern "tüketici-insan" profilinin konturları çizildi.

Birbirimizi kandırmayalım: Bu profil güçlüdür. Hatta öylesine güçlüdür ki, zaman içinde bütün bir siyaset kurumu - ister yerel yahut ulusal isterse küresel planda olsun - her yerde işte bu profilin hizmetkârlığı işlevini görmeye mecbur bırakılmıştır.

Liberal-kapitalist mimarî bencil, ben-merkezci, çıkarcı, sabırsız, müsrif, tamahkâr ve sorumsuz bir "evrensel insan" modelini teşkil etmiştir.

Böylesi bir sürümün değer-tanımaz bir kıvamı haiz olacağı ve olması gerektiği şüphesizdir.

Aileyi, toplumları ve elbette ulusları atomize eden, onları parçalara ayırıp etlerini yiyen bir yamyamlığın doğayı es geçeceğini düşünmek ise en basit ifadeyle saflık olur.

Günümüzdeki en acı ironi ise bu yamyamlığın patronlarının müsebbipleri oldukları doğa-kırımın devasını aynı "evrensel insan" antropolojisinin optiğinden sunmaya tevessül etmeleri ve bunun dünyada çoğunlukla kabul görmesidir.

Yapılması gereken, "daha çok, hep daha çok!" eksenindeki "bolluk düzeni"nin doğa-ulus-insan düzleminde bir antitezini ortaya koymaktır. 

O antitez "ulusal yeterlilik düzeni"dir. 

Hatta bir adım ötesindeki maksadı şöyle özetlemeli: Ulusların "yeterlilik düzeni"ni evrenselleştirmek!

Bu doğrultuda altı ayaklı bir yönelim stratejisi elzem görünmektedir. 

Ekonomiyi ulusal yaşamın kendisiyle yeniden bütünleştirmek, enerji tasarrufu yapmak ve yenilenebilir enerjiye geçmek, organik çiftçiliği yasalaştırmak, nitelikli ve çevre-dostu toplu ulaşım politikaları izlemek, uygun şehircilik planlamaları yapmak ve teknolojide inovasyonu teşvik etmek…

Kovid-19 sürecinde küreselleşmiş tedarik zincirinin kriz anlarında ulusları nasıl tehdit ettiğini bizzat ve yakından deneyimledik. 

"Ekonomi" levhası yeniden ulusallaştırılmalı ve bu vesileyle demokratikleştirilmelidir.

Ulusal yeterlilik düzeninin fikir altyapısının tuğlalarını işte bu tematik döşemektedir.

Ekonomide ortaklık prensibinin bina edilmesi saf egoizmi tek geçer akçe göre liberal-kapitalist anlayışın bilfiil süpürülmesini tescil ve tasdik açısından mühimdir ki, bu da sadece kârı sosyalleştirmek/toplumsallaştırmak suretiyle mümkündür.

Bu başlığı kurucu vasıflarıyla birlikte "Türk milliyetçiliğinin ekonomi-politiğini inşa etmek" başlıklı yazı dizimde gölgeden çıkardığım "Emek-Devlet-İşletmeci Teşebbüsü" (EDİT) teklifiyle mühürlemiştim.

Gerçekten de üretim aygıtı monoblok tarzda büyük şirketlerin ve irili-ufaklı oligarşilerin mülkiyetinde bırakıldığı müddetçe (ve ölçüde) yani sınırsız kâr prensibinin diktasını sürdüren vasıtalar tam-zamanlı çalışmaya devam ettikçe ekolojik iyileşmeden söz edilemeyecektir.

Onun içindir ki ağırlığı bireysel (veya aile çıkışlı) küçük-orta işletmelere vermek, bunların çoğalmasını temin etmek ve büyük işletmelerde yepyeni bir organizasyon şablonu tasarlamak hem ekonomiyi ulusallaştırmak ve ulusallaştırırken demokratikleştirmek hem de doğa-kırım sürecinin bağrına saplanmış "sınırsız kâr" okunu kırmak anlamına gelir.

Dahası, bu yeni "döngü" bilhassa temel ihtiyaçlara nispetle dışa bağımlılığı sonlandırma girişiminin de ilk işaret fişeği ve birinci irade beyanıdır.

Temel ihtiyaçlara ilişkin Türkiye'de üretebildiğimiz her şeyi Türkiye'de üretmeli, küreselleşmiş tedarik zincirlerine muhtaçlığı en düşük seviyelerde tutmaya özen göstermeliyiz.

Dolayısıyla tedarik zincirini ne kadar yerelleştirebilirsek (ve yereller-arası ulusallaştırabilirsek) ulus-merkezli ekolojik devrim perspektifine o kadar yaklaşabiliriz demektir.

Konu "temel ihtiyaçlar"dan açılınca pek tabii "tarım"a değinmeden geçmek olmaz. Ulusallaşan ve demokratikleşen ekonomide pergelin sabit ayağını tarıma yerleştirmek kaçınılmazdır.

Tarım yalnızca "tarım" değildir, olamaz. 

Tarım; ekin, hayvancılık ve ormanların idaresi, biyo-çeşitliliğin muhafazası, su ve balıkçılık kaynaklarının bir arada değerlendirilmesidir.

Ve adına ister "gıda egemenliği" isterse "gastro-milliyetçilik veya "tarımsal otarşi" diyelim, ulusal yeterlilik düzeninin ete kemiğe bürünmesinin de ekonominin ulusal yaşamla bütünleşmesinin de merkezindeki yegâne değer/pratik budur.

Tüketim-odaklı materyalizmi ve buna bağlı olarak gelişen yıkımı (aile, toplum, ulus ve doğa bağlamlarında) ancak nüvesini "yaşam"ın oluşturduğu bir "yaşayışta sadeleşme" hareketiyle aşabileceğimizi kavramamızın vaktidir.

Doğayı, ulusu ve insanı mevcuttaki "daha çok, hep daha çok!" örgülü "bolluk düzeni" çarkıyla "kurtarmak" olasılık-dışıdır. 

Keza bu düzeni sözüm ona "yeşile" boyamak suretiyle de öyle.

Amerikanvari beslenme alışkanlığı, zehirli endüstriyel tarım, gaddar hayvancılık, küreselleşmiş tedarik zinciri, ipini koparmış büyük sanayi faaliyetleri, vahşi kentleşme, yadsınmış halk sağlığı, tüketici-insan krallığı, "maksimum kâr" fetişi ve "GSYİH-Millî gelir" endeksli kalkınma hedefleri hüküm sürdükçe kurtuluş olmayacağı bilinmelidir.

Oswald Spengler, 1931 yılında yayımlanan "İnsan ve Teknik" başlıklı eserinde şöyle yazıyordu:   

 (…) Toprağın dahi - bitkiler, hayvanlar ve insanlarla birlikte - çehresi değişti ve eskisi gibi değil. Yapay bir dünya doğal bir dünyaya nüfuz ediyor ve onu zehirliyor. (…)


Ne kadar da tanıdık geliyor, öyle değil mi? 

Şayet yarın "yapay medeniyet" taşıyıcısı "yeşil" kapitalizm-emperyalizm çiftinin boyunduruğu altına girmek istemiyorsak, yapılacaklar belli.

Yazı dizisinin bir sonraki ve son makalesi somut önerilerle taçlanacaktır.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU