Savaş varken de yaşam sürüyor: Saraybosna Marlborosu

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Donmuş, dondurulmuş bir dehşetin ortasında dumanlar yükseldiğinde, duvarlar üst üste binip yıkıldığında, yollar derin çukurlarla yarıldığında, evlerin pencereleri çatlaklara rüzgarın savurduğu perdelere büründüğünde, enkazın içinde aklını kaçırmış gibi duranlar göründüğünde, ağaçlar devrildiğinde, otlar yanmaya başladığında, toprağa kan sıçradığında, yerin altında insan uzuvları çıktığında insan tam olarak kendini nereye konumlandırabilir?

İkinci Dünya Savaşı'nda Alman şehirleri bombalanırken sinema çalışanı Frau Schrader, sinema salonuna bir bombanın düşmesinin ardından kürekle, molozları kaldırmaya başlar.

Saat ikideki matineye salonu hazırlamak için bodrumda, yüksek ısıyla haşlanmış vücut parçaları bulur ve bunları bir çamaşır leğenine koyarak ortalığa biraz çekidüzen verir. 1

Dışarıda bakan ile içeride duran aynı dehşetle bakamaz hiçbir şeye. İnsanın haletiruhiyesini mekânın haletiruhiyesi de belirler.

Ama bu ruh hali, mekanın yıkıntısından uzakta olanlarda belirir. Tedirgin yüzler, yaşamın durması gerektiğini söyleyen ağızlarla dolup taşar.

Günler, aylar, yıllar boyunca maruz kaldığı bombalarla yerle bir olan şehirde, evinin penceresini silen kadına yöneltilen öfkeli yüzler daha fazladır.

Elbette bir insanlık topluluğundan görmek istediğimiz mağdurun yüzüyle bağ kurmaktır, bunu bir kediden ya da köpekten bekleyemeyiz.

İnsanlık dışılığın sınırlarını aşan her şey bir tepki biçimi geliştirir. Mağdurluğun sapkın gururuyla teşhir edilebilecek birçok insani durum da dünya algısının karşısına dikilebilir.

Ve bir anda bu sapkın gurur, felaketi olağan bir hizaya çeker. Oysa insanların ruhunu paramparça eden, sakat bırakan hiçbir felaketten gurur durulmaz.

Felaket burada sadece bir sözcük değildir, olayı deşen her şeyin kişiliği ve kimliğidir.

İnsanlığın temayülüne ilk bakışta anlam erdirilebilir facianın orta yerinde, yazar bu facianın karşısında yaşamı mı dehşetin karşısına alır, dehşeti mi yaşamın karşısına alır sorusuyla çokça karşılaşabilir.

Çünkü yaşanan felaket değil, felaketin korkunç gölgesi artık insanlığın ve insanların peşini bırakmaz.

Yazar da bu noktada felaketin kendisini değil, felaketin insanlar üzerindeki gölgesine eğilir; molozların kapattığı sokaklar caddeler, yıkılan duvarlar yazarın yaşamı görebileceği, insanı anlatabileceği bir yer olsa dahi, çıplaklığın anlamsızlığında boğulur gider böylece.

Felaketin sıçrayan, gözle görülebilir yanıyla yazar, daha esere bir sözcük yazmaya başlamadan mağlubiyetiyle karşı karşıya kalabilir.

Ta en baştan kendini egemenin ve egemen tarihin çeperleri dışında tutmaya çalışarak insanlığın gölgesindeki karaltılarla felaketin ağzını aralama çabasına girişir.

Yazar felaketin kendisini değil, felaketten sonra insanlardaki ruhsal değişimlere ve dönüşümlere eğilim gösterir.

Ama yazar unutmamalı ki, felaket öncesi insanların bekleyişleri de savaş sonrasındaki halleri kadar yaralayıcıdır.
 

 

Felaket'in mümkün ve imkansız olan gösterimi

Milenko Yergoviç, Saraybosna Malborosu kitabında Felaket'in mümkün ve imkansız olan gösterimi arasındaki yapboz parçalarını, çocukluğun anılarıyla canlı tutarak geçmişi şimdinin katlanılabilir yanıyla keşfeder.

Anlatının fotoğrafları, diyalogları, manzaraları hem yazar olma bilinciyle hem de tanık olmanın anımsaları üzerinden ilerler.

Yergoviç, yeniden kurgulanıştaki tutarlılık ile tutarsızlık arasında adımlarını atmadaki mesafeye ölçü verirken, yaşamın sürdürülebilir keşfini resmi tarihe havale etmek eğiliminden sıyrılarak edebiyatın ve belleğin gücüyle celladın iradesini kırmaya kalkışır.

Tarihsel hakikat yerine, kişisel hakikatler üzerinden iletişimini kurar. Felaket'in kuşkucu gölgesini, Felaket başlamadan olabilecekleri daha en başından, bildirir Yergoviç okura.

Bu aynı zamanda insanlığın "Başın meskeni yastık, geri kalanı ise safi felaket…" 2 kişisel dünyasındaki ruh halini tetikler.

Gezinti öyküsündeki bu giriş cümlesiyle insanlığa dair çekilen fotoğraf, hafif dokunuşlarla ayrıntıları büyüterek ortak bir kaygı, tedirginlik, aşk, ihanet, bağlılık, dayanışma vs. ile metnin dokusunu insanın yaşama serüvenine iter.
 

milenkoyergoviç (1).jpg
Milenko Yergoviç


Hiç kimse savaşın ortasında susuz kalmış çiçekleri için ağlayan bir kadının ya da bir erkeğin derdini bilemez elbette.

Çünkü çiçekten önce hep başka şeyler düşünülür; yıkılan evler nasıl tamir edilecek, hayatta olanlar yaşamda kalmayı nasıl sürdürecek, ölenler sessizce mi gömülecek, savaş bölgesinden kaçabilme yolları mı aranacak?

Yerinden edilen her şey gibi artık hiçbir şey eskisine nazaran duygusuz, boş, zor, soğuk ve korumaya mecburdur.

Milenko Yergoviç, Kaktüs öyküsünde Hırvatistan'daki savaşın patlak verdiğini haber verirken, Kaktüs'e dair geleneksel bir yapı izler, bu yapı aynı zamanda yersizliğe, yurtsuzluğa, yurdunu terk etmemeye ve göç etmeye de göndermedir:

Onu düzenli olarak her beş günde bir suladım ve yerinden oynatmamaya özen gösterdim. Vaktizamanınında anneannem bana kaktüslerin yerinin değiştirilmeyeceğini söylemişti. Onlar yalnızca tek bir yerde olabilirdi.

O yerin nasıl olduğu veya en güzel yer olup olmadığı çok da önemli değildi, o yerin onlara ait olmasıydı mühim olan. O kaktüsün üzerine titredim ve ona karşı hiçbir hatam olmamış olmamasına ben bile hayret ettim
. 3


Milenko Yergoviç, savaşın atmosferinde fazla gezinmezken, savaşı arkada bir fon olarak öykülerin içinde gezdirir.

Onun öykü insanları, "Hayat yalnızca yaşadığını bildiğinde kıymetlenir" cümlesine çoğunlukla denk düşer.

Savaşın, yıkımların orta yerinde insanın ancak bütün olup bitenlere, tanıklığına, dilsizliğine rağmen yaşamı sürdürmenin, yaşamı başkalarına hikaye yoluyla bulaştırmanın yollarında gezinir:

İnsanlar neden vadiye defnedilmez bilir misin? Her mezarlık şehrin tepesinde bir yamaçta olmak zorundadır, yukarıya çıktığında manzaraya karşı dinlenebilmen için ya da bir mezardan diğerine yürürken, yeraltının fotoğraf albümünün sayfalarını karıştırırken o yolda, derin çimenlerden geçerken tanımadığı merhumun haya hikayesini merak eden yabancı birine denk geldiğinde, ona bu merhumdan bahsedebilmek için. 4


Savaşın yok ettiği nesneler, binalar, ağaçlar, otlar… belki daha bir sürü şey.

Ama en çok da hayatımızın içinde yer edinmemizi sağlayan, arada bir geçmişe bakıp önümüzü daha iyi görmemizi, bize bizi anlatabilen nesneler.

Yergoviç, sanki kitaptaki benliğinin tamamını getirip son öyküye sıkıştırmış, ve son öyküyle varlıklarını sürdürme sebeplerine iner:

Bilirsin ki birinin evindeki kütüphane yanmıştır. Bu on üç aylık bombardıman boyunca şehrin üstünde bu büyük meşale ışıklarından o kadar çok görmüştün ki, Saraybosna'nın kitaplar üzerine kurulduğunu düşünüyordun. Öyle olmasa dahi öyle olduğunu söylemek istiyordun, bir yandan parmaklarınla kendi kitaplarına, hâlâ yanmamış olanlara dokunurken. 5

 

 

1. W.G.Sebald, Hava Savaşı ve Edebiyat      
2. Milenko Yergoviç, Saraybosna Marlborosu, syf. 21
3. Milenko Yergoviç, Saraybosna Marlborosu, syf. 32-33
4. Milenko Yergoviç, Saraybosna Marlborosu, syf. 105
5. Milenko Yergoviç, Saraybosna Marlborosu, syf. 185

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU