Bu yazıyı bir miktar tereddütle ve bundan dolayı belirli bir ihtiyat ve hata payı bırakarak yazmaya çalıştım. Neil Gaiman bir keresinde "Bir yazar olarak yapabileceğim tek şey bir bütünün küçük bir parçasını anlatmak olur" 1 demişti. Benim yapabileceğim de en fazla bu kadar. Bunu itiraf etmeden bu yazıyı yazabilecek cesareti kendimde bulamazdım.
*
Bu aralar pek popüler ya da moda olmayan yerleri gezmeyi tercih ediyorum. Çünkü birçok Avrupa başkenti artık bana bir şey vadetmiyor. İlk günden sonra beni sıkmaya başlıyorlar.
Balkanlar Miti
Makedonya ya da yeni adıyla Kuzey Makedonya fotoğraf çekmesi gezi yazısı yazmaktan daha kolay bir yer yer. Makedonya kendine has basite indirgenemezliği ve değişkenliği olan, renkli geçişkenliklerden meydana gelmiş bir ülke ve eskiden de böyleydi:
Gerçekten de Makedonya'daki etnik çeşitlilik en azılı Balkan milliyetçilerinin bile başını döndürecek cinstendi. 2
Zira, Balkanlar'ı gezerken bazen tam bazı şeyleri "anladım" der demez yeniden başa sarmak zorunda kalıyorsunuz. Bu yüzden kimse için istikrarlı bir yer olmayan başkent Üsküp'te Marcus Steinweg'in "Ancak ahmaklar kesinliklere tutunur "3 uyarısını kendime bir işaret fişeği belledim.
Burada da yaptığım zaten eğreti ve geçici notlar düşüp ipliklerini takip ettiğim bu zengin ve renkli dokunun en azından bağlantı ve dikiş yerlerini açığa vurmak sadece.
Öte yandan, "Çetrefilli Balkanlar" efsanesine yol açan bir diğer sebep de Maria Todorova'nın dikkat çektiği gibi 19'uncu yüzyıl sona ererken meydana gelen Makedonya Sorunu'dur4:
Makedonya sorununun ortaya çıkması, yarımadanın bir kargaşa bölgesi olarak ününü artırdı, ayrıca Makedonya'nın da 'dehşet, ateş ve kılıç ülkesi' olarak tanınmasına katkıda bulundu. Rakip Hıristiyan çetelerinin giriştikleri kıyımlar ve birbirlerine besledikleri nefret karşısında, Fraser gibi bilgili ve iyi niyetli bir yazar, yarımadayı 'karmakarışık bir ağ', Makedonya sorununu da 'Balkan sorunu' olarak nitelemişti. 5
Üsküp
Başkent Üsküp… İnsanların "Balkanlar" dedikleri coğrafyanın tam ortası. Havalimanında Erak adında bir şirketin Üsküp'e giden minibüsler var. Biletler 200 Makedonya Denarı. Yani yaklaşık 170 TL. Son durak otobüs terminali. Oradan şehir merkezi yakın zaten. Sonra herkes kendi yoluna.
*
Üsküp Kıbrıs'a göre soğuk(tu). Adadan gelirken tişört giyiyordum. Burada ilk gün iklim şoku yaşadım. Avuçlarım buz kesti. Boğazım yakmaya başladı. Gidip bir eczaneden boğaz pastili aldım. Üsküp'te daha sonraları bir eczanenin farklı şubelere sahip olması dikkatimi çekti.
*
Birkaç gün Üsküp'te kaldım. Başkent olmasına rağmen burada birçok hizmet ve ürün, fazla bedel ödeyip daha az nimetten faydalandığınız Kıbrıs'ın kuzeyine kıyasla, ucuz. Özellikle yemek, kahve, konaklama ve ulaşım.
Aman diyeyim, bazı taksicilere dikkat!
"Sarı plakalılar iyi, beyaz olan bazıları riskli" diyen yerliler var. İlerleyen günlerde bazı beyaz plakaların da dürüst olduğunu fark ediyorum. Yine de uyanık olmakta yarar var. Kimi taksicilerin niyeti iyi değil. Uber veya Bolt olmasa da bu uygulamaların Üsküp'te Wizz veya BeeRide gibi muadilleri var.
Hikâyenin bu kısmını anlatmayı pek istemiyorum aslında ama Erol adında dev gibi bir taksici, beni konakladığım yere götürecekti ama kayboldu. Dolandı durdu ve o dolanmakla geçirdiği zamanın parasını benden aldı. Sonra güya insafa gelip 100 Makedonya Denarı "indirim yaptı".
Bir başka taksici iki kilometre uzağa gitmek için benden neredeyse 1000 Denar istedi. Siz siz olun taksiye binmeden önce ücreti sorun. Fiyat içinize sinmezse uzaklaşın. Benim Üsküp'te yaşadığım tek sorun böyle taksicilerdi.
Holokost Müzesi'ne giderken bindiğim taksinin emniyet kemeri yoktu. Aradım ama kemeri bulamadım. Kemer nerede, diye sordum. Kemer yok ama sorun değil, dedi sürücü.
*
Nick Cave ve Sean O'Hagan'ın Faith, Hope, and Carnage adlı kitabını yanımda getirdim ve kafelerde bu kitabı okuyorum. Kitabın Türkçe çevirisi de mevcut. Sia Kitap bu söyleşileri İnanç, Umut ve Kıyım adıyla Türkçeye kazandırdı. Özellikle uykuya dalmadan önce bu söyleşileri okumak benim rutinim hâline geldi. Sabahları ise güne Nick Cave'in son albümlerini dinleyerek başlıyorum.
*
Üsküp'ün biraz kasvetli bir şehir olduğunu düşünüyorum. Acaba bunda Nick Cave albümlerinin ve kitabın rolü var mı?
Makedonya'da zeki insanlar görüyorum. Adres falan sormak için insanlara yaklaştığımda bu insanlar çoğu Avrupalı gibi korkup geri çekilmiyor. Hemen kibarca yardımcı oluyorlar. Gençler ise anlattığın görece "karmaşık" bir meseleyi bir defada anlıyor. İnsanlarla kolayca iletişim kurabilmek bana etkileyici geldi.
*
Denk geldiğim genç nesil İngilizce biliyor. Eski toprak Makedonyalılar arasında İngilizce bilenler daha az (ya da ben İngilizce bilmeyenlere rastladım). Arada Almanca ve Fransızca bilenler yetişkinler gözüme çarpıyor. Bir defasında benden yaşça büyük bir teyze ile terminalde dil bariyerini aşmak için az buçuk Rusçam ile iletişim kurmayı denedim ve işe yaradı.
Burada hoş bir dil çeşitliliği var: Makedonca, Arnavutça, Sırpça, Roman dilleri ve Türkçe konuşan insanlar görüyorum. Ufak bir Babil Kulesi sanki. Ayrıca Türkiye'den gelen çok sayıda Türk var. Turist ve girişimci Türklerin aksanları burada yerli halkın Türkçesinden farklı.
*
Modernist zihniyet ve şoven milliyetçilik bu topraklarda hırslı yüzünü göstermediğinde, hayat sanki hiçbir şey olmamış gibi gösterişsiz biçimde akıp gidiyor. İnsan, yakın geçmişte burada yıkıcı bir etnik çatışmanın yaşandığına inanmakta güçlük çekiyor.
*
Sokaklar başkentte güvenli. Ama nedense Kuzey Makedonya'da gözüme hiç asker ve polis çarpmadı. Sadece bir kez polis arabası gördüm. Nedenini bilmesem de durum kesinlikle buydu.
*
Kuzey Makedonya'da sokak köpekleri ve kediler var ama bizim Mağusa'daki gibi kaldırımlar ve sokaklarda köpek dışkısı yok.
*
Üsküp, gidenlerin de fark etmiş olduğu gibi, heykel ve anıtlarla dolu. Acaba şehirde kaç heykel ve anıt var?
Tito ve Makedonya
Polonya'daki gibi, komünizm ve Komünist Manifesto'nun Kuzey Makedonya'da tabu olmamasına şaşırdım. Manifesto'nun farklı dillerde bir koleksiyonuna sahibim. Polonya'da Komünist Manifesto'yu sormakla hata etmiştim hatırlarsanız. Karşılaştığım tepkiler sert ve bazen düşmancaydı. Evet, Polonyalılar SSCB tarafından ezildi ve Polonya sosyalizmi bizim okuduğumuz gibi bir gül bahçesi değildi. Bu yüzden de muazzam bir komünizm fobisi gelişti.
Ama Joseph Stalin'in uygulamalarından Karl Marx'ı sorumlu tutmak adil ve mantıklı mı? Komünist Manifesto'yu burada ümidimi yitirmişken son gün buldum. Şehrin turistik ve işlek bir caddesinde, orta yaşlı bir adam ince ve yüksek bir masaya kullanılmış bazı kitaplar dizmiş ve bunların alıcılarla buluşmasını umut ediyor. Masanın üzerinde Kıbrıs'taki hemen hemen bütün solcuların kişisel kütüphanelerinden bulunan, ama sanırım çoğunun okumadığı Das Kapital'in Makedonca ilk cildini görüyorum. Komünist Manifesto var mı, diye soruyorum. Bir dakika, deyip arka tarafında duran binaya giriyor. Orada bir süre yerdeki naylon poşetleri karıştırıyor ve elinde Manifesto ile dönüyor. Fiyatı 300 Denar. Sonra bana Das Kapital'i satmaya çalışıyor ama "çantamda yer yok" diyorum.
Üsküp'te ayrıca Manifesto'nun Sırpça bir versiyonuna da rastladım ve 600 Denar'a onu da aldım. Pek içime sinmedi. Yayıncılık alanında Yugoslavya'nın Sovyetler Birliği güdümündeki diğer ülkelerden daha esnek ve özgür olduğunu düşünüyorum. Zira 70'ler ya da 80'lerde Yugoslavya'yı ziyaret etmiş kıymetli bir üstadım, kitabevlerinde Michel Foucault çevirilerini gördüğünü anlatmıştı. Bence bu oldukça çarpıcı ve ezber bozucu.
Hazır söz Komünist Manifesto'dan açılmışken Josip Broz Tito hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Karşıma çıkan insanlara referansla, bazı Makedonyalıların bu lidere saygı duyulduğunu söyleyebilirim. Hatta turistik yerlerde Tito'ya ait hatıra eşyaları satılıyor. Saygı duyduğum Britanyalı tarihçi Mark Mazower'a göre:
Tito farklı ulusları yan yana getiren oldukça sofistike bir düzen kurmuş hatta bu dönemde 'yeni' uluslar bile yaratmıştı. Kasım 1943'te, yani oldukça erken bir tarihte, Yugoslav komünistleri Makedonya'yı ayrı bir federe cumhuriyet olarak tanır ve Makedonya sınırları içinde yaşayanları 'Makedon' ulusunun bireyi kabul eder . 6
Dediğim gibi, bazı ülkelerde komünist geçmişi anmak ya da komünist hafızasını sergilemek tabu sayılırken, Üsküp'te ne komünizme karşı aşırı bir nefret ne de körü körüne bir hayranlık gözlemledim. Hatta Yugoslavya parçalanmadan önce komünizmi deneyimlemiş bazı Üsküp sakinlerinin, eski sisteme karşı nostaljik bir melankoliyle karışık bir sempati beslediğini fark ettim. Geçmişe sadakatini koruyan kişilerle konuştuğumda, bana Yugoslavya dağılmadan önce işsizliğin olmadığını, tatil, eğitim ve sağlık hizmetleri için para ödemediklerini anlatıyorlar. Edebiyatçı Mustafa Çiftçi'nin en sevdiğim kitabı Kalfa Uykusu'nda başarılı biçimde yakalayıp bize sunduğu fevkalade insani şöyle bir içgörü var: "Eskiyi anmak hüzünlü bir şey". 7
Buradaki Yugoslavya hafızası için de bunu iddia etmek mümkün mü acaba? Bana öyle geliyor ki hangi sistemde yaşarsak yaşayalım, hüzün bazen hafızamızın ayrılmaz bir parçası. Hatta bazen acı. İnsanların bir kısmı zor zamanlar geçirdikleri geçmişi bile farkında olmadan derin bir acıyla özleyebiliyor. Onları kim suçlayabilir ki?
*
Buradaki bazı küçük çocuklar scooter'larını inanılmaz hızlı sürüyor, ebeveynleri de arkalarından koşuyor. Gülmekten kendimi alamadım.
*
Parkta içki içen bir grup vardı; kendi hallerinde takılıyorlardı. Hepsinin ortak yanı ise saçlarının çok kısa -neredeyse sıfır- kesilmiş olmasıydı. Bana aynı anda hem eğlenceli hem de hüzünlü göründüler. Keşke aralarına girip bir fotoğraf çektirseydim! Ama cesaret edemedim.
Nedense uzun zamandır anlaştığım ve sosyalleştiğim insanlar, entelektüel açıdan hırs barındırmayan, başka bir deyişle mavi yakalı insanlar. Yaşadığım ülkede, kendi kuşağımdan akademisyen ya da entelijansiya mensubu olarak sürekli sosyalleştiğim hiç dostum yok. Bu durumdan şikayetçi değilim. Çünkü mavi yakalı entelektüeller ve emekçiler bana daha samimi geliyor. Bir entelijansiya mensubuna selam verdiğim zaman, bu basit jest bile, çoğu zaman onun kapris veya egosunun azdırmaktan başka bir işe yaramıyor. En azından bende öyle.
"Balkanlar" ve "Balkan" Oryantalizmi
Bugün Balkanlar olarak bildiğimiz coğrafyanın hep bu isimle anıldığı sanılır. Halbuki daha iki yüzyıl önce kimse bu adı duymamıştı bile. Buraya Balkanlar değil, Osmanlı'nın Bizans'tan fethettiği "Roma" toprakları anlamına gelen "Rumeli" derlerdi. "Nitekim Osmanlı döneminde Ortodoks Hıristiyan seçkinler kendilerini genellikle 'Romalı' ('Rum') ya da sadece 'Hıristiyan' olarak tanımlıyordu. Gelgelelim, bölgeyi Makedonya, Epir, Daçya ve Moesia gibi antik isimlerle tanıyan Batılılar için 'Balkan' terimi pek bir anlam taşımıyordu." 8
Balkan sözcüğü gerçekten de bu bölgedeki sıradağlardan birinin adıydı. Orta Avrupa ile İstanbul arasındaki bu dağ zinciri Antik Dönem'de ise Haemus olarak bilinir. Balkan ise aslında, Türkçede 'dağ' anlamına gelen bir kelimedir ve 19. yüzyılın başında, Balkan dağlarının (günümüz Bulgaristan'ı) Karadeniz'den Adriyatik Denizi'ne kadar uzanan alanını yanlış bir şekilde ifade etmek için türetilmiştir. 9
"'Burası Balkanlar' ya da 'Balkanlar'a hoş geldin' klişesi, bir başka deyişle oryantalizm, ne yazık ki "Batı" olarak adlandırılan Amerika ve Avrupa'da hâlâ oldukça güçlü. Klişeler zordur ve bu da yetmezmiş gibi "yavaş değişirler". 10
Zira "İnsanlar, büyük grupları, oldukça kaba/yaygın birkaç özelliğe bakarak karakterize etmeye yatkındırlar. 11 Balkanlar da tıpkı Asyalılar, Araplar ve Afrikalılar gibi Avrupa'nın yani 'Batı medeniyetinin' ötekisi ve 'Doğu'su sayılmışlardır. Bu bölge, oryantalistlere göre zaman zaman farklı ve egzotik görünse de buradaki yaşamın 'Batı'nın tam zıddını temsil ettiği düşünülür. Oysa Balkanlar, Avrupa ile Osmanlı'nın izlerini bir arada taşıyan, çözülmesi imkânsız bir örgüdür" 12 ve "İdeolojik bir kibir olan oryantalizmin" ne olduğunu herkesin bildiğini varsayarsak, Edward Said'in Şarkiyatçılık kitabında belirttiği bu zihniyet yapısının, "küçültücü genellemeler ve zafer kibrini yansıtan klişeler cenderesi" sayesinde "muhalifler ve 'ötekilere' karşı hoşgörüyle ittifak hâlindeki kaba gücün hakimiyeti" olduğunu söyleyebiliriz." 13
Bu yüzden Oryantalist klişe cenderesinden kurtulamayan kendi halinde bir "Batılı"nın daha bu coğrafyaya gelmeden önce Balkanlar'a dair kafasında hazır imgeler bulunur. Dahası buraya seyahat ettikleri zaman kimi "Batılı" turistler zihinlerindeki sömürgeci oryantalist kalıba uygun ahmakça klişeleri teyit etmeye koyulurlar. Gelgelelim seyahatleri boyunca deneyimledikleri ve kafalarındaki imgeler ve klişelerle örtüşmediği ya da çatıştığı zaman hayal kırıklığına uğrarlar ve yine işin kolayına kaçarak suçu yine Balkanlar'a ataralar.
*
Çoğu "Batılı", ne yazık ki Balkanlar hakkında ancak genelleştirilmiş, aşırı basitleştirilmiş ve bazen tamamen yanlış fikirlere sahiptir. Bölgeye dair b/ilgileri de genellikle bundan öteye gitmez. Mesela daha 20 yıl öncesine kadar, "Batı" dünyasının vasatına mensup pek çok kişi, Balkanlar ve halklarının tarihini pek bilmezdi. 14 Hoş, bugün de büyük bir değişiklik yok. Birçok "Batılı" açısından Balkanlar demek kaos, bölünme15, çılgınlık, bela, yoksunluk ve şiddet demektir. İşin daha da kötüsü, "Balkanlar denince akla şiddet, vahşet ve ilkellik görüntüleri gelmektedir".16
Örneğin İngiliz Seyyah Harry De Windt, Through Savage Europe kitabında, seyahat ettiği Balkanlar'ı anlatırken Makedonyalılar için "Baskı ve eğitimden tümüyle yoksun kalma güçlerini birleştirmiş, vahşiliğe sinsi bir yatkınlığa ve doğal bir eğilime dönüşmüştür" demişti kolayca.17
Harold Lake de Makedonya için sadece "insana karşı değil, aynı zamanda Doğa'ya karşı verilen bir savaş - ihmal edilmiş, kötü kullanılmış, reddedilmiş bir Doğa" ifadelerini kullanmıştı 1917'de. 18
Makedonya, yukarıda da değindiğimiz gibi, "Avrupalılar için" stereotip "çağrışımlarla yüklü bir sözcük"tü ve bardağın dolu tarafına bile bakacak olursak, burası "kötü yönetim ve edilgenlik sonucu heba olmaya yüz tutmuş; yüzlerce yıl boyunca insanın müttefiki olmaktan çıkıp bir engele dönüşmüş, ancak hâlâ muazzam bir verimlilik potansiyeli taşıyan topraklar"dır maalesef. 19
*
Gelgelelim, Balkanlar ve Makedonya'da şiddet ezeli ve doğal bir olgu değil, "modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan bir olgudur: "Bölgenin tarihine baktığımızda, Balkan halklarında özel bir şiddet eğilimi olmaması bir yana bu halkların yüzyıllar boyunca şiddetten uzak yaşadığını da görürüz". 20
Mark Mazower'ın da vurguladığı gibi Balkanlar'ı ve halklarını şiddet ile özdeşleştirmek ya da "Balkanlar'daki şiddeti ilkel ve gayri modern diye aşağılamak, Batılıların kendilerini şiddetten ve Balkanlar'daki sorunlardan uzak tutma yöntemlerinden biridir, ama gerçek şu ki etnik temizlik Balkanlar'a özgü bir şey değildir".
Yani Balkanlar'ı eleştirirken Batı'nın kendi hatalarını, burada yaşanan sorunlardaki sorumluluklarını ve kendi tarihindeki benzer olayları görmezden gelmesi ikiyüzlü bir genellemedir. Balkanlar'daki şiddeti "ilkel" veya "modern olmayan" olarak küçümseyip, kendilerini ahlaki ve medeni açıdan üstün bir konumda görmeleri, aslında kendini "Batılı" değerlerle tanımlayan insanların şiddet ve etnik temizlik gibi sorunların yalnızca Balkanlar'a özgü olmadığını fark etmelerini engelliyor. Bu da yetmezmiş gibi, fetihler, sömürgecilik, iki Dünya Savaşı ve Holokost gibi tarihsel olaylar, genellikle medeni Batı'nın bir sapması ya da istiasna olarak görülür.
Oysa eski Yugoslavya ve genel olarak Balkanlar'daki yaşanan şiddet olayları böyle kabul edilmez ve "Batılılar" bu topraklarda yaşananları çoğu zaman 'savaş kültürü' veya dayanaksız 'Balkan zihniyeti' kavramlarıyla açıklanmaya çalışır. 21
"Balkanlar'da sözde şiddet eğilimi arayan Batılı gözlemciler"e gelecek olursak onlar iflah olmaz biçimde "19'uncu yüzyılda romantik milliyetçilerin Balkanlar'ın 'kana susamış' halklarıyla ilgili uydurduğu efsaneleri gerçek sanırlar". 22
*
"Balkanlar"a yönelik oryantalizmden bıkmış ve tiksinmiş olsam da bazen bazı Balkan klişelerinde çok az doğruluk payı olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca Makedonlar arasında muazzam bir self-oryantalizm de gözlemliyorum. Bence bu kahredici. Birçok Makedon Amerikalı ve Kuzey Avrupalıların "Balkanlar" yaftası altında kendilerine yakıştırdığı rolü ve abartılı kalıp yargıları içselleştirmiş durumda. Ancak ben özcü oryantalislerin aksine bu klişelerin ezeli ve ebedi olmadığını, bilakis tarihsel olduğunu ve bu yüzden denk geldiğim bu sorunların gelecekte değişime açık olduğunu düşünüyorum.
Örneğin bir taksiye bindim. Sanırım Üsküp'teki ilk günümdü. Tam emniyet kemeri takmaya çalışırken sürücü bana "Si*tir et! Kemer gerekmez. Burası balkanlar" diyor. Tam da bir oryantalistin duymak isteyeceği, oryantalistlerin ekmeğine yağ süren bir ifade!
Sorunların ve olumsuzlukların havale edildiği yerdir sanki "Balkanlar" yaftası burada. Olumsuzluklar kimsenin sorunu, sorumluluğu ya da suçu değil de sanki doğanın, yani Balkanlar'ın suçuymuş gibi!
Bu ülkede küçük konuşmalar zor mu yoksa insanlar ciddi mi? Yoksa bana mı zor geldi? Bir haftada böyle bir yargıya varmak zor.
"Osmanlı'nın Son Balkan Toprağı" Makedonya
Yukarıdaki başlığı yazarken tarihçi Mazower'dan esinlendim. Çünkü Makedonya "Osmanlı'nın son Balkan toprağı" idi." 23
Gri-yeşil rengiyle Vardar Nehri, şehir merkezi ile Eski/Tarihi Çarşı dediğimiz bölgeyi birbirinden ayırıyor. Burası tarihi ve turistik bir bölge ve Osmanlı etkileri belirgin. Bunun sebebini anlamak zor değil. Çünkü Balkanlar'da "kentlerin kendileri en azından ağırlıklı olarak Müslümandı- sözgelimi, 1530'a gelindiğinde nüfusun içinde Müslümanların oranı Larissa'da yüzde 90, Serez'de yüzde 61, Manastır ve Üsküp'te yüzde 75 ve Sofya'da yüzde 66 idi." 24
Turistik Çarşı, klasik Osmanlı mimarisi ve sokak düzeniyle dikkat çekiyor. Camiler, hamamlar ve çarşılar hemen göze çarpıyor. Müslümanların cuma günü hep birlikte namaza gitmesi ise dini vecibelerin Makedon Müslümanları arasında hâlâ canlı olduğunu gösteriyor. Bölgede yaşayan esnafın içerisinde Müslümanlar da var ve birçoğu seccadelerini alıp Tarihi Çarşı'daki Cuma namazına gidiyorlar. Esnafın önemli bir kısmı Türkçe biliyor. Bir kısmı ise ticaret yapabilmek için Türkçe öğrenmiş.
Nehrin bu eski kesimi Türk turistler için bir mıknatıs. Demli çay (burada "Türk çayı" diyorlar) ve kumda pişmiş Türk kahvesi içiyorlar, tatlı -özellikle Trileçe, şerebetli tatlılar ve börek- yiyor ve hatıralık ufak tefek hediyeler alıyorlar. Başka ülkelerden gelen turistler de var.
Türkçe konuşunca esnaf içtiğim çayın parasını ödememe bile izin vermiyor ve biraz kötü hissediyorum. Ama şehrin tarihi merkezinden uzaklaştıkça Türkçe konuşanların sayısı sanki azalsa da hiç ummadığınız yerlerde karşınıza Türkçe konuşan Makedonya yerlileri çıkıyor. Örneğin havalimanı! Uçağa binmeden hemen önce görevli bana Türkçe konuşuyor.
Mio Rejkovski
Tarihi Çarşı'da hatıra hediyelik eşya satanlar arasında dikkat çeken biri var: Mio Rejkovski.
Mio'nun harika alabaster taşlarından yaptığı heykelcikler göz alıcı. Kendini Antik mitoloji ve Antik Dönem'e adamış bir sanatçı. Bana "Tek amacım, Antik Mitolojiyi daha geniş kitlelere tanıtmak. Çünkü bu mitik figürler insanların hoşuna gidiyor" diyor.
Mio, bu arzusu için yurt dışına açılmayı ve gerekirse orada ortaklık kurup faaliyet göstermeyi de düşünüyor. İş birliği tekliflerine açık. Bence tutku ve kabiliyete sahip bu adam daha çok tanınmayı hak ediyor. Şansı da var. Çünkü sattığı heykelcikler el yapımı. Turistik mekanlarda gördüğümüz bin bir paraya satılan, aynı kalıptan çıkmış seri ürünler gibi değil. Çıkardığı işler arasından beni en fazla etkileyen İskender Bey heykelcikleri oldu. Sanırım bu iş için gereğinden fazla donanımlı.
Mio'nun enerjisi de bir huzur verici: Terbiyeli, sessiz, sakin ve insanı rahatlatan bir havası var. Zorla bir şey satmaya çalışan çığırtkan bir kısım esnaf gibi saldırgan değil. Uzun zamandır bu işi yapıyormuş. Sonra aslında vaktiyle bir doktor olduğunu ama hekimlikten sonra kendini tamamen sanata adadığını öğreniyorum. Bir ara başka ülkelerde çalışmış ve kiliselere ve dini mekanlara freskler ve resimler yapmış. Bu sanatçı yönünü ise babasından almış: "Babam bu işi Prag'da öğrendi" diyor.
Mio, hem sanatına hem de kişiliğine hayran bırakıyor. Bana Komünist Manifesto'nun Sırpça versiyonunu bulup getiren de o aslında. Umarım her şey gönlünce olur Mio ve daha çok kişi senin eserlerini görme fırsatı bulur.
Akademiska Kniga
Üsküpte farklı kitabevleri mevcut. Başkent İngilizce kitap açısından benim yaşadığım Mağusa gibi bir kültürel mahrumiyet bölgesi değil.
*
Başkentte Akademiska Kniga adında keyifli vakit geçirebileceğiniz bir kitabevi var. Daha Kıbrıs'tayken bile burayı biliyordum ben. Ama ilginç bir şekilde, kitabevine gitmek için bindiğim iki taksici de Akademiska Kniga'yı bulamıyor. İlkinde beni yanlış yere bırakıyorlar. Epey yürüdükten sonra buluyorum kitabevini. İkincisinde ise taksiciye yolu ben tarif etmek zorunda kalıyorum. Akademiska Kniga'nın tüm kitapları İngilizce ve kitapların önemli bir kısmı ciddi ve akademik. Bunun dışında hepsi birbirinden harika eski ve modern klasiklerle dolu raflar ve masalar. Kitabevi atmosferi ve personeli samimi. Hepsi sıcak ama aynı zamanda iyi birer profesyonel. Hem samimi olmak hem de serbest piyasa şartlarında ruhunu satmadan hayatta kalıp rekabet edebilmek herkese göre değil. Bu dengeyi tutturmak gerçekten zor. Mesela, Avrupa'da denk geldiğim profesyonel kitabevlerinin önemli bir kısmı soğuk, ruhsuz, insani açıdan yetersiz ve para yönelimli. Samimi olanlar da pek profesyonel değil. Ben bunu dehşet verici biçimde antipatik buluyorum. Akademiska Kniga bu denge söz konusu olunca dikkate değer. Bina iki kat. Daha akademik kitaplar çoğunlukla üst katta. Dediğim gibi içeride ne ararsanız var. Oylumlu bir Dostoyevski romanı alıp okuyan gençler görmek sevindirici bir manzara. Burada bir de Shakespeare adında kafe-bar var. Kafe sadece kahve hizmeti vermiyor. Shakespeare'in bahçesi geniş ve havadar. İçeride ise sadece üç masa var ve bu masalar çoğunlukla dolu oluyor.
Makedonya henüz AB üyesi olmadığı için kitabevleri İngilizce kitaplar ithal ederken anladığım kadarıyla vergi(ler) ödüyor. Nereden bakarsanız bakın vergilere rağmen buradaki yabancı kitap fiyatları uygun ve insani diyebilirim.
İnsanlar Akademiska Kniga'ya sadece kitap satın almak için gelmiyor. Burayı kütüphane olarak kullananlar var. Gelip kitabevinin huzur verici sarı ışığı altında ders çalışıyor ya da kitap okuyorlar. Benim gibi sadece bir kitap, sessiz bir köşe ve bir bardak kahve sizi mutlu ediyorsa Akademiska Kniga doğru yer.
Kitabevi kedileri ve meraklı iki papağanı ile de ünlü. Bir siyah bir de beyaz kedi var. Beyaz olan uykuyu seviyor gibi. Siyah olansa dolaşıp etrafı karıştırmayı seviyor. Bu iki kedi arada bir birbirlerini dürtüyorlar. İsteyen kitapseverler gelip kitap okurken bu kedileri sevip onlarla oynuyor. Papağanlar ise kitapseverleri meraklı gözlerle takip ediyor.
Kafede oturan yakışıklı ve iki dirhem bir çekirdek giyinmiş bir adam rahatsızlanınca ambulansı arıyor. Hemen iki sağlık görevlisi geliyor. Gerekli sağlık kontrolleri yapıldıktan sonra adam yavaşça ayağa kalkıp çantasını alıyor ve gitmek için hazırlanıyor. Ardından, ayaküstü ambulans çağıran bu adamla biraz sohbet ediyoruz ve aramızda şu kısa diyalog geçiyor:
Ben: Karizmatik ve şıksın. Öğretmen misin?
Adam: (gülümseyerek): Hayır, doktorum.
Bir an afallıyorum. Bunu fark eden adam bir doktor olarak ambulans çağırmasının absürt bir durum olduğunu söylüyor. Ben de hayatın her zaman tutarlı, simetrik ve dilbilgisi açısından doğru bir cümle gibi olmadığını söylüyorum. Sonra adam gidiyor.
Üsküp'e geldiğimden beri başım ağrıyor. Sağlık görevlisi hanımlara yüksek tansiyon hastası olduğumu, iki gündür başımın ağrıdığını ve bu yüzden tansiyon ölçtürmek için ne kadar ödeme yapmam gerektiğini soruyorum. "Para gerekmez" deyip tansiyonumu ölçüyorlar kibarca. Sonra, "Tansiyonun iyi" diyor kadın.
Akademiska Kniga kitabevinin havasında rahatlatıcı bir şey var. Çünkü kitabevleri benim flora ve faunam. Doğal ortamımda olduğumda gerilimim azalır. Bu yüzden Üsküp'teyken tam üç kez bu kitabevini ziyaret ettim. Mesela burası yerine ünlü Vodna Dağı ya da Matka Kanyonu'na gidebilirdim. Gitmedim. Çünkü Akademiska Kniga beni mıknatıs gibi çekiyor ve doğa bazen beni yoruyor. Bir balık deniz sularında nasıl rahatsız olmazsa, ben de kitaplar arasında rahatsız olmam. Paket turlarla bir ülkeyi ziyaret etmek fikri bile beni dehşete düşürüyor. Bu yönümle gurur duymuyorum ama kitabevlerinde uzun zaman geçirdiğim için paket tura katılan insanlarla anlaşamıyorum. Ülke dışına çıktığımda da anonim maskenin arkasında seks, uyuşturucu veya alkole de tamah etmiyorum. Popüler destinasyonlar yerine şehrin önemli kütüphane, kitabevleri ve kafeleri seçmek hayatım boyunca doğru yaptığım sayılı şeylerdendir. Zaman, kitabevlerinde ihtiyaç duymadığı bir şeydir.
Berk Hayrettin
Akademiska Kniga'da Berk Hayrettin adında bir çalışanla tanıştım. Yaklaşık 5 yıldır burada çalışıyor. İnce, nazik, çalışkan ve kitaplara gerçekten tutkusu olan biri. Üstelik Mark Mazower'ı bilen nadir kitabevi çalışanlarından biri. Böyle bir insanla sohbet etme şansı buldum ve buna çok sevindim. Bugün Mazower'ı gerçekten bilen ve takdir eden kaç kitabevi çalışanına denk gelebilirsiniz ki?
İyi bir İngilizcesi ve etkileyici bir geçmişi var. Ailece 18'inci yüzyıldan beri Makedonya'da yaşıyorlarmış. Ayak üstü bir süre sohbet ettik. Bir gün Kıbrıs'a gelirse ona telefon numaram ve e-posta adresimi bıraktım. Umarım bir gün yine bu düzgün adamla yollarımız adada, Makedonya'da ya da belki de başka bir yerde kesişir. Yaptığım bazı ziyaretler, yazar Gaiman'ın "Bir yabancı, henüz tanışmadığın bir arkadaştan başka nedir ki?" sözünü doğrular gibi. Berk'e iyi çalışmalar dilerim.
Müzeler
İlk gün uyanır uyanmaz yüzünü Vardar Nehri'ne dönmüş olan Kuzey Makedonya Cumhuriyeti Arkeoloji Müzesi'nde alıyorum soluğu. Müze, sütunları ve gece mavi ışıklandırmasıyla görkemli bir görünüme sahip. Prehistorik dönemin ilk izlerinden yirminci yüzyıla kadar uzanan geniş bir yelpazede sergilenen arkeolojik eserleri ve tarihi nesnelere hiç sıkılmadan tek tek inceledim. Hatta bir ara bazı eserlere dönüp tekrar baktım. Favori arkeolojik buluntum Kibele heykeli. Müzeye giriş için 400 Denar ödedim.
Arkeoloji müzesi, ülkenin dört bir yanındaki kazılarda bulunan 7 binden fazla değerli arkeolojik eseri sergiliyor. Taşınabilir kültürel mirasın en önemli örneklerini bu müzede görmek mümkün. 1924 yılında kurulan müze, Makedonya'nın en eski ve köklü kurumlarından biri. Bu nedenle, ülkenin tarihini anlamak isteyenler için ideal duraklardan biri. 26
Arkeoloji Müzesi'nden çıkıp hemen hemen Makedonya Millî Mücadele Müzesi'ne giriyorum. Zaten iki müze birbirine yakın: 19'uncu yüzyıl adeta devrimler yüzyılıydı. Amerikan, Fransız ve hatta Haiti devrimlerinden ilham alan bir dönemdi. Bu dönemde Osmanlı, Rusya ve Avusturya-Macaristan gibi çok uluslu imparatorlukların halkları milliyetçilik akımlarından etkilenerek kendi ulus-devletlerini kurma girişiminde bulunuyorlardı. Bu nedenle Avrupa'da pek çok devrim, isyan ve ulusal hareket yaşandı. Bu yaşananlara istinaden 19'uncu yüzyıl, romantik bir "devrimler yüzyılı" olarak adlandırılır.
Eric J. Hobsbawm'ın Devrim Çağı kitabı bu dönem için benim başucu kitaplarımdandır. Aynı şekilde Mark Mazower'ın Selanik Hayaletler Şehri: Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler 1430-1950 ve Balkanlar adlı iki kitabı. Bu anlamda Selanik: Hayaletler Şehri, şoven milliyetçi duyguların tetiklediği ulus-devlet kurulma furyasının nasıl ölümcül bir şiddete dönüştüğünü ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kozmopolit dünyasında yıllarca barış içinde bir arada yaşayan etnik grupların, imparatorluk dağıldıktan sonra, birbirlerini katletmeye ve yerinden etmeye başladıklarını gözler önüne seren insani bir eserdir.
Birçok insan bugün "Osmanlı İmparatorluğu"nun birbirinden "farklı dil ve din gruplarını pek çok başka imparatorluğa göre daha başarılı bir şekilde bir arada tutabil"diğini anlamakta nedense zorlanıyor ya da bilmek istemiyor. 27
Örneğin, The Baltimore Sun bu kitabı betimlerken "Osmanlı İmparatorluğu'nun alışılmadık, artık yok olmuş kozmopolitliğinin örneği haline gelmiş bir kentin kapsamlı, şefkâtle yazılmış yaşam öyküsü" ifadelerine yer veriyor. Müzenin milli mücadele anlatısı ise Makedonya'nın devrimler yüzyılından başlayıp günümüze dek uzanıyor. Alman işgali sırasında müzenin olduğu bina, Kızılhaç tarafından bir aşevi olarak kullanılmış. Zengin ve kapsamlı bir müze. Giriş ücreti 300 Denar. Zemin kat hariç içeride sergilenen mum heykeller ve objelerin fotoğrafını çekmek yasak. 28 Neden böyle bilmiyorum.
Holokost Müzesi ve Naziler
Millî Mücadele Müzesi'nden çıkınca Holokost Müzesi'ne yöneliyorum ama ne yazık ki müze pazartesi günleri kapalı. Belki de böylesi daha iyi. Son gün sabahın köründe Soykırım Müzesi'ne geliyorum. Üsküp Holokost Müzesi'ne beni getiren taksici borcum 200 Denar diyor. Adama 1000 Denar uzatıyorum ama bana para üstü yok diyor. Para bozmak için müzeye gidip bilet alacağımı söyleyip adamdan beni biraz beklemesini rica ediyorum. Müzedeki görevli de bana para üstü olmadığını söylüyor.
Bu kez turistik bir kafeye girip bir espresso alıyorum. İşletmenin sahibi (ya da sorumlusu) kadın bana para üstü verirken beni piyasadaki sahte 100 Denar'lara karşı uyarıyor. Merak edip, sahtesiyle gerçeğini nasıl ayırt ettiklerini soruyorum. Gerçek olanlar kalın, sahte olanlar daha ince, diyor. Bu arada birisi bana para üstü diye tedavülden kalkmış 10 Denar kakalamış. Struga'da kitap ayracı aldığım kitabevindeki kadın beni uyarıyor. Bir bakıma iyi oldu. Ben para koleksiyonu yapıyorum. Aksiliğin erdemi işte. Müzeye girmek için ise 100 Denar gibi neredeyse sembolik sayılabilecek bir ödeme yaptım.
Holokost Müzesi ve Makedon Yahudilerine dair söyleyebileceğim tek şey şu: Üsküp, karışık olaylar ve güç durumlara tanıklık etmiş bir kent. Ama Makedon Yahudilerinin toptan katledilmesinin hiç de karmaşık bir tarafı yok. Tarihçi Mazower'ın da vaktiyle haklı olarak vurguladığı gibi, "Nazilerin Avrupa vizyonunun tam merkezinde, kıtadaki Yahudi yaşamını ortadan kaldırmak vardı". 29 Bunu sık sık anımsatmak lâzım.
Soykırıma yol açan olaylar -sadece kritik satır başlarını hatırlatacak olursak- üç aşağı beş yukarı şu şekilde gelişir: 9 Nisan 1941'de Alman ordusu Selanik'e girer ve ardından Yunanistan paramparça olur. Almanlar Mora (Peloponnez), orta Yunanistan ve adaların çoğunu İtalyanlara verdiler; Bulgarların payına da doğu Makedonya düşer. 30
Sonrası malum. Savaş devam ederken Nazilerin kontrolünde ve organizasyonunda Makedonya'dan Treblinka'ya zorla götürülen Yahudilerden hiçbiri o lanet ölüm kampından sağ çıkamaz — Bir tanesi bile. Tüm Makedon Yahudileri de sistematik bir şekilde katledilirler: "Shtip, Bitola31 ve Üsküp'ten götürülen 7 bin 144 Yahudi bir daha asla memleketlerini göremedi" diyor Yahudi Cemaati Başkanı Pepo Levi, Makedonya Yahudilerinin sürgün edilmesinin 81'inci yılını anarken yaptığı konuşmasında. 32
Treblinka'dan ise sadece 900 kişi kurtulabildi. 900 bin bin kişi ise katledildi. Yani sadece yüzde 0,1 kişi hayatta kalmış oluyor. Bir başka deyişle, katledilenlerin oranı yüzde 99,9 kişi. İnsan bunları yazarken içi cız ediyor. Holokost'u anlayıp betimleyecek bir anlak ve dil bence mümkün değildir. Yazacağımız her şey kısmi, eksik ve yetersiz kalır. Müzede izlediğim videoda Treblinka'dan canlı çıkan son Yahudi Samuel Willenberg beni sarsıyor. Ağır ağır yürüyen Willenberg insanda yara açıyor. Konuşması bir vida gibi hala içime işliyor. Kurbanların etnik kimliği önemli değildir. Kurban günün sonunda kurbandır.
Ziyaretim müzeyi gezmeye gelen ortaokul (ya da lise öğrencileri) öğrencilerine denk geliyor. Bu devasa grup rehber ve hocaları eşliğinde Holokost Müzesi'ne gelmiş ama bazı öğrenciler aslında tam olarak nereye geldiklerinin bilincine varamamış. Sanırsın ceza kabilinden müzeyi ziyaret ediyorlar. İçlerinden birkaçı gülüp duruyor. Tek tük çaktırmadan sıvışıp kaçan öğrenciler var. Gençler dünyanın her yerinde birbirine benziyor. Bunun dışında bir Türk çift, bir Yahudi adam ve onun refakatçisi, nereden geldiğini kestiremediğim bir genç ve -"Batı"lıların ifadesiyle- "Uzak Doğulu" ya da "Orta Asyalı" bir kız görüyorum. İçeride fotoğraf çekmek yasak. Sadece girişteki enstalasyonun fotoğrafını çekmek serbest ama kafasında kipa ile dolaşan Yahudi adam fotoğraf çekip duruyor.
Müze'ye girerken görevlilerin bana verdiği müze kitapçığına bakıyorum. Broşürün son sayfada Makedonya Yahudilerine dair Derridacı diye nitelendirebileceğimiz bir soykırım okuması var. Metinde şöyle yazıyor:
9. Sonuç: Yokluğun Mevcudiyeti
Yahudi nüfusunun yok edildiği birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi, Bitola ve Stip toplulukları da Holokost sonrası dünyanın bir paradoksuyla yüzleşmek zorunda kaldılar: yokluğun mevcudiyeti ve mevcudiyetin yokluğu. Bir zamanlar Yahudilerle dolu olan sokaklar hâlâ orada, ama bugün o sokularda yürüyen Yahudi topluluğu artık yok. Bitola girişi yakınlarında tarihi bir Yahudi mezarlığı var. Yıkılmış taş mezardaki işaretler restore edilmekte ve ölü Yahudiler orada istirahat etmektedirler. Peki ya atalarının gömülü olduğu bu topraklarda yaşayan Yahudiler nerededir? Yok olan Yahudiler vardır, var olan Yahudiler yoktur.
Metinde bize hatırlatılan aslında postyapısalcıların tipik metafizik ikilikleri tersine çevirme stratejisidir. Mevcudiyet yalnızca fiziksel olarak mevcut olmak ya da orada bulunmakla betimlenip "ölçülmez". Yokluk da bir işaret olarak bize bir tür "mevcudiyet" okuması sunar. Benzer şekilde bu bilgilendirici broşür kendisi de bir Yahudi olan Jacques Derrida'nın metafizik ikiliklerin tutarsız ve paradoksal maskesini düşüren yapıbozum sürecine dikkat çekiyor. Bugün yaşayan Yahudiler yok. Holokost'ta hayatını kaybettiler var. Yine de Bitola ve Stip'te Yahudi topluluğunun namevcudiyeti Makedon Yahudilerinin izlerini ve onların bugün musallat olmaya devam eden yokluklarını, yani Derrida'nın deyişiyle hayaletini yok edemez. Başka bir ifadeyle, varlık burada içerideki kurucu öteki yokluk üzerinden okunmaya devam eder ve ikisi birbirini hem bozmaya hem de kurmaya devam edip varlık-yokluk ikiliğinin indirgemeci tekçiliğini felce uğratır. Bu metin ayrıca Derridacı varlık ve yokluk karşıtlığını tarihsel bir örnek olay içerisinde tekrar okumamıza fırsat sağlar.
"Ölüm Almanya'dan gelen bir efendidir."
Müzeyi ziyaretim az daha şair Paul Celan'ın doğum gününe denk geliyordu. Celan 23 Kasım 1920'de doğmuş ve bugün şair Celan'ın Çernowitz'te doğmasının üzerinden 105 yıl geçti. Almanca konuşan bir Yahudi şair olan Celan, ebeveynlerinin öldürüldüğü Holokost'tan sağ kurtuldu. Daha sonraki eserlerinde, ki ünlü Ölüm Fügü de buna dahildir, Avrupa Yahudilerine yönelik Alman soykırımını işlemeye devam eder ve bu dizeleri dünyaya mal olur. Celan'ın dediği gibi, "Ölüm Almanya'dan gelen bir efendidir."
Yararlanılan kaynaklar:
Mazower'ın çalışmalarının hemen hemen her biri hümanist bir yaklaşımla yazılmış birer kültürel tarih şaheseridir. Özellikle Balkanlar meselesine giriş olarak Balkanlar kitabı etkileyicidir. Her ne kadar da bu kitap açık bir dille yazılmış ama basite indirgenmemiş bir çalışma olsa da Balkanlar kitabının her zaman referans ya da standart bir giriş kitabı olduğundan emin değilimBirçok yanlış ve önyargıyı düzeltme niteliği taşıyan bu kitaba başlamadan önce, bu metin müstakbel okurdan asgari bir tarihsel arka plana sahip olmasını bekler. Ön bilgiye sahip olmadan da okuyabilirsiniz gerçi. Nihayetinde bir yerden başlamak lâzım. Yani bazen kitap sizi seçer.
Mark Mazower. (2007). Selanik: Hayaletler Şehri – Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler. Yapı Kredi Yayınları.
Mark Mazower. (2013). Büyülü Saray Yok. Alfa Yayınları.
Mark Mazower. (2017). Balkanlar: Bizans'ın Çöküşünden Günümüze. Alfa Yayınları.
*
Todorova'nın artık bir nevi klasikleşmiş bu kitabı hem eleştirel bir Balkan tarihi hem de oryantalist Balkan tarih yazımına sinmiş – bazen de kötü niyetli – klişelerin izini süren ve bunları deşifre eden çözümleyici bir tarih kitabıdır.Todorova bu kitabı eleştirel ve kültürel teorinin içerisinden yazıyor.
Maria Todorova. (2010). Balkanlar'ı Tahayyül Etmek. İletişim Yayınları.
*
Maya Miskovic bu makalesinde "Batı"daki hegemonik oryantalist söylem ve ona eşlik eden cehaleti esaslı bir analize tabi tutuyor. Bunu da Balkanlar'a dair oryantalist klişelerle yüklü iki film üzerinden gerçekleştiriyor. Umarım bu makale yakın zamanda Türkçeye çevrilir.
Maya Miskovic (2006). Fierce Mustache, Muddy Chaos, and Nothing Much Else: Two Cinematic Images of the Balkans. Cultural Studies ↔ Critical Methodologies, 6(4), s. 440-459.
*
Yukarıdaki üç yazarın ortak yanı, oryantalizm eleştirisi yapmalarıdır. Her üçünün de Oryantalizm denen menem ideolojiye yönelik eleştirilerinin çıkış noktalarından biri ise Edward W. Said'in Şarkiyatçılık kitabıdır. Said'in hegemonik oryantalist iklimde deprem etkisi yaratan bu silkeleyici kitabını anlatmaya gerek yok. Ama içerisinden geçtiğimiz küresel siyasi dönem bu kitabı yeniden okumayı elzem kılıyor.
Edward W. Said, E. W. (2013). Şarkiyatçılık: Batı'nın Şark anlayışları. Metis Yayınları.
*
Hobsbawm geniş bir okur kesimi için yazan ve neredeyse kendi başına bir kurum olmuş bir tarihçidir. Hemen herkes bu Britanyalı büyük tarihçinin zengin külliyatında kendisi için bir şeyler bulabilir. Bu kitabın, konumuzla alakalı olarak, altıncı bölümü olan "Devrimler" ve onu müteakip "Milliyetçilik" kısmına odaklanabilirsiniz. Hobsbawm, basit ve açık bir dil kullanıyor olsa da tarihsel olayları bir dizi birleşik faktör ve teorik yaklaşımla ele aldığı için, onu okurken metne odaklanmak gerekiyor bazen. Bir başka deyişle, İngiliz tarihçinin bazı yoğun metinlerini anlamak, bunlar arasındaki bağlantılar kurmak ve belki de kafein tüketmek gerekebilir. Zira olup biteni anlayıp bağlama uyum sağladığınız zaman Hobsbawm size ödül vaat eden bir okuma deneyimi sunar.
Hobsbawm, kültürel ve eleştirel teoriye karşı bir alerjisi olduğunu öne sürüp bu teorileri genellikle dışlamasına rağmen, zaman zaman farkında olmadan bu teorilerden beslenmesi dikkat çekici bir durumdur.
Eric J. Hobsbawm. (2025). Devrim Çağı. Dost Kitabevi.
Bu yazı ile ilgili düzeltme veya yorumunuz varsa lütfen benimle iletişime geçin: [email protected]
*
İbrahim Beyazoğlu Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi'nde öğretim görevlisi (PhD.) ve serbest gazetecidir. Daha önce Kıbrıs ve Cyprus Today gibi gazetelerde çalıştı. Leeds Üniversitesi Tarih Bölümü'nde, aldığı bursla, iki dönem konuk araştırmacı olarak bulunmuştur. https://scholar.google.com/citations?user=JrwwtXAAAAAJ&hl=tr&oi=ao İ[email protected]
*
1. Gaiman, N. (2019). Amerikan tanrıları (N. Elçi, Çev.; 5. baskı). İthaki, s. 688.
2. Mazower, M. (2017). Balkanlar: Bizans'ın çöküşünden günümüze (A. Ozil, Çev.; 2. bs., Nisan 2017). Alfa Yayınları, s. 145.
3. Mazower, M. (2017)., s. 145.
4. Tarihçi Mark Mazower'ın Selanik: Hayaletler şehri kitabında bu olaylara dair canlı bir bölümü vardır: "Makedonya Meselesi. 1878-1908". Tam referansı da vereyim: Mazower, M. (2007). Selanik: Hayaletler şehri – Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler (1430–1950) (G. Ç. Güven, Çev.). Yapı Kredi Yayınları.
5. Todorova, M. (2010). Balkanlar'ı tahayyül etmek (D. Şendil, Çev.; 3. bs.). İletişim Yayınları, s. 239.
6. Mazower, M. (2017)., s. 184.
7. Çiftçi, M. (2021). Kalfa uykusu. İstanbul: İletişim Yayınları, s. 92.
8. Mazower, M. (2017)., s. 25.
9. Miskovic, M. (2006). Fierce mustache, muddy chaos, and nothing much else: Two cinematic images of the Balkans. Cultural Studies ↔ Critical Methodologies, 6(4), s. 442
10. Hogg, M. A., & Vaughan, G. M. (2021). Sosyal psikoloji (İ. Yıldız & A. Gelmez, Çev.; 7. ed.). Ütopya Yayınevi, s. 71.
11. Hogg, M. A., & Vaughan, G. M. (2021)., s. 71.
12. Mazower, M. (2007)., s. 10.
13. Said, E. W. (2013). Şarkiyatçılık: Batı'nın Şark anlayışları (B. Ülner, Çev.; 7. bs.). Metis Yayınları, s. iii.
14. Miskovic, M. (2006)., ss. 440,453.
15. Balkanlaşma ifadesi buna iyi bir örnek.
16. Mazower, M. (2017)., s. 29.
17. Todorova, M. (2010)., s. 239.
18. Mazower, M. (2017)., 323.
19. Mazower, M. (2017)., 323.
20. Mazower, M. (2017)., s. 9
21. Miskovic, M. (2006)., s. 446.
22. Mazower, M. (2017)., 196
23. Mazower, M. (2017)., s. 145
24. Mazower, M. (2007). Selanik: Hayaletler şehri – Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler (1430–1950) (G. Ç. Güven, Çev.). Yapı Kredi Yayınları, s. 51
25. Gaiman, N. (2019)., s. 688.
26. Archaeological Museum of the Republic of North Macedonia. (t.y.). About the Archaeological Museum of the Republic of North Macedonia. AMM. Erişim adresi: https://amm.org.mk/en/about-archaeological-museum-of-the-republic-of-north-macedonia/
27. Mazower, M. (2017)., s. 189.
28. Foundation for the Museum of the Macedonian Struggle & Modern History of Macedonia. (t.y.). The Building. IMMA. Erişim adresi: https://imma.edu.gr/en/the-building
29. Mazower, M. (2009). No enchanted palace: The end of empire and the ideological origins of the United Nations. Princeton University Press, s. 106.
30. Mazower, M. (2007)., s. 423.
31. Osmanlı dönemindeki adı Manastır
32. Kocovska, S. (2024, 11 Mart). Skopje marks 81 years since deportation of Macedonian Jews. MKD. https://mia.mk/index.php/en/story/skopje-marks-81-years-deportation-of-macedonian-jews
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir
© The Independentturkish