Dosya/Soruşturma: Türkiye'de sağlıklı bir eleştiri ortamı ve sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi var mı? (6)

Mustafa Orman, 'soruşturmanın' bu bölümünde Beşir Sevim, Emir Çubukçu, Mehmet Fırat Pürselim ve Özgür Çırak ile konuştu

Fotoğraf: Pixabay

Ülkeye baktığımızda herkes birçok alanda zirveden bahsediyor. Partide zirve. Yollarda zirve.
Demokraside zirve. Endüstride zirve. Yayınevinde zirve. Kitaplarda zirve. Zirve de zirve.

Zıvanadan henüz çıkmadıysanız vardır sizin de bildiğiniz. Bildiğiniz demeyelim, eksilmesin katık
ettikleriniz diyelim.

Son dönemlerde basılan öykü kitaplarının sayıca geçmiş dönemlerden fazla olmasından dolayı, "öykümüz zirvede", "hiç olmadığı kadar çeşitli", "hiçbir dönemde olmadığı kadar kaliteli" gibi cümlelere çok rastlıyoruz.

Peki, bu neye dayanılarak söyleniyor?

Bu konuda kesin bir yanıt vermek zor. Ancak böyle kesin cümleleri kurmak baştan her şeyi çürütüyor. Zirve değildir, bilirsiniz çöplüklerden de zirve oluşabilir.

Zirvedeyse eğer Güney Amerika'da, Fransa'da, Almanya'da, İspanya'da, Arap ülkelerinde neden raflarda değil, bu zirve ve kaliteli diye işaret ettiğiniz eserler?

Bugüne kadar neden hiç çevrilmedi? Sanırım zirve tersine işliyor burada. Hayırlı
zirveler size.

Herkes makul konuşabilir, birilerini memnun edebilir. Ama bunun yarını var. Şimdi ilişkileriniz iyi,
Allah bozmasın. Çarklardaki hünerlerinize yeni hünerler eklensin. Nimetleriniz hiç eksilmesin.

Yolunuz şaşalı sözcüklerden hiç ayrılmasın. Eğri büğrü bir tutarlılık dilerim. Samuel Backett'ın
dediği gibi, "…onların hepsine rezil bir yaşam, sonra da cehennem ateşi ve dondurucu soğuklar diliyorum, bir de geleceğin iğrenç kuşakları arasında saygın bir ad."

Ben de aynısını diliyorum. İlginçtir ki, ilişkileriniz ve çevreleriniz elinizden alındığında ya da onların göç zamanı geldiğinde sizden geriye hiçbir şey kalmayacaktır.

İktidarı eleştirmek, iktidar biçimlerine laf söyleyebilmek en konforlu alanlardan bir tanesi artık. Oysa eleştirilen şeyin aynısına küçük bir yapı içinde de olsa bürünmek, iktidarın mide bulandırma biçimleriyle eşdeğerdir.

Özgün bir deneyimin içinde yer almamış, aman düzenim bozulmasın, bana dokunulmasın fikri bir yere kadar. Düzeni bozulan ve dokunulan ilk siz olursunuz.

Bir de başımıza, aldığı birkaç kuruşun gölgesinde, sabahtan akşama kadar sömürülen, işini iyi yapmadığı gibi, yayınevi şakşakçılığı yapan editörlerimiz de var.

Tamamen özgünlükten uzak, soğuk, duygusuz, aynı fabrikadan çıkmış hissi veren ve eski yazarlardan bolca sahne, bolca cümlelerin tırtıklandığı kitaplara, editörlüğün hakkını vermeden, yazarların çevresine güvenerek bu işi kotaracağını iyi biliyor.

Yani dersini iyi çalışıyor sevgili editör. Onar adet şiir öykü bastılar ise buradan kaliteli diyebileceğimiz, şiirden de öyküden de ikişer eser ya çıkar ya çıkmaz.

Hadi kimsenin hatrı kalmasın, üçer tane diyelim. "Yayınevimiz…" diye başlayıp, "editörlüğünü
yaptığım"
diye devam eden bir sihir, akıl almaz bir sinsiliğin aktığını görüyoruz.

Gerçekten berbat kitaplar basıyorsunuz, gerçekten kendinizi gülünç duruma düşürüyorsunuz. Gerçekten kötü şiirler, kötü öyküler yayınlıyor bunun konforuyla yaşıyorsunuz.

Bu böyledir. Dayanışma adı altında, "Ver mehteri" parolasıyla zirvelerde gösterdiğiniz her kitap elinizde patlayacak.

Ülkenin yüzü suyu hürmeti, herkese sinmiş çoktan. Dışarıda, masalarda, ortamlarda, arka taraflarda kötülediği eseri övebiliyor sosyal medyadan, yine küfrettiği insana canım cicim, çiçek, böcek, süslü püslü şeyler söyleyebiliyor sosyal medyadan.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Kim güçleniyorsa, tak onun yanında bitiveriyor. Bu yüzden işinizi yapmak yerine ikiyüzlü davranmak size iyi geliyor, çünkü kişilik ancak bu kadarıyla yetinebiliyor.

İşini iyi yapanların bu konuda bir şey demeyeceğini biliyorum. Çünkü ne yaptıklarının ve ne yapmayacaklarının farkındalar.

Edebiyatın düşünsel gelişiminin sezgiyle metne nasıl sığdığını görebiliyorlar. Yazarın arka perdedeki birikimlerini görebiliyorlar.

O editörler, tarihsel bir okuma kültüründen geçtiklerinin farkındalar. Az da olsa, birkaç iyi eser okuyabiliyorsak onların emeklerini yok sayamayız.

Bu bölümde, Beşir Sevim, Emir Çubukçu, Mehmet Fırat Pürselim ve Özgür Çırak soruları
yanıtladı.

Soru 1: Rus eleştirmen Belinski'nin 19'uncu yüzyılın ortasında, Rus edebiyatına katkıları büyük olmuştur. Dostoyevski'nin İnsancıklar romanı hakkında yazdıkları edebiyat camiasında bir yazarın adım adım gelişini müjdelediği gibi, pek çok yazarın önünü açacak tahliller yapmıştır.

Yazılarının pek çoğunda yazarın hem metni, hem de kendi toplumuyla kurduğu ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yol gösterici bir eleştirel mecra yaratmıştır.

olayısıyla kendi dönemi ve pek tabii ki sonrasında bu açıdan önemli bir rol üstlenmiştir. Sonraki yıllarda Belinski'nin edebiyatta üstlendiği rol, Rus yazını dışında da karşılık bulmuştur.

Tolstoy'un ilk romanı Rus Fransız savaşını anlatan Sivastopol romanında,  Fransızca konuşan Rus subayların kendilerine yabancılaşmış halleri, İvan Turgenyev'in Babalar ve Oğullar romanındaki toplumsal meseleler ve kuşak çatışması, Fyodor Miyailoviç Dostoyevski'nin İnsancıklar romanındaki ezilen insanları, Nikolay Gogol, Mihail Lermontov, Saltıkov Şçedrin ve daha pek çok yazar bu edebiyat ortamından etkilenmiştir.

Bugün Rus yazını diye bir kanondan bahsedilecekse o dönemin eleştirel ortamının payı çoktur bunda. Size soracağım soru şu olacak:

Türkiye'de eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün mü sizce?

Yaslandığınız bir edebiyat kanonu var mı? Metinlerinizi eleştirel bir gözle analiz ettiğinizde kendinizi bu açıdan nereye koyuyorsunuz?  

Bunu sorulara, kitap veya kitaplarınızdan yola çıkarak cevap verirseniz memnun olurum.  

 

Soru 1: Yazar-editör ilişkisi, ortaya çıkan metnin gücü açısından önemlidir. Bugün pek çok yazarın yayınevlerinin editörleri dışında profesyonel yardım aldığı biliniyor.

Wladimir Nabokov'un eserlerinde bir nevi editörü olan eleştirmen Edmund Williams'ın önemi oldukça büyüktür. Yine J. D. Sallinger'ın hem yayıncısı hem de editörünün yazarlığı üzerindeki etkisinin önemi biliniyor.

K24, 2015 yılında bu konuda bir dosya hazırladı. "İyi bir okur değilseniz, iyi bir editör olamazsanız" başlıklı yazısında, Çiğdem Uğurlu şu çarpıcı tespitte bulunur:

Editörlük dediğimiz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki edebiyat diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacaktı…

Yine bu konuda Armağan Ekici, Selahattin Özpalabıyıklar, Murat Yalçın, Levent Cantek etraflıca yazılar kaleme aldı.

Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum, bir yazar olarak siz de bu müessesenin bir parçasısınız.

Dolayısıyla bu konuda fikrinizi almak istiyorum; sizce Türkiye'de sağlıklı yürüyen yazar- editör ilişkisi var mıdır? 


Beşir Sevim: Bütün aksiyon, ilişkiler çerçevesinde gerçekleşiyor
 

beşir sevim.JPG
Beşir Sevim


1) Bugünün koşullarına baktığımızda o dönemdeki mantaliteyle kıyaslanabilecek bir yazar-
eleştirmen ilişkisinin olmadığı su götürmez bir gerçek…

Bu topraklarda, bu tarz bir ilişkinin en doğru örneğinin, Tanzimat ve Servet-i Fünun dönemi sanatçıları arasında olduğunu düşünüyorum.

Söz konusu dönemlerde eleştirmen rolüne bürünen edebiyatçıların ciddi bir donanıma ve bunun getirdiği bir nüfuza sahip olduklarını görüyoruz.

Tanzimat yıllarında Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem, Muallim Naci ve Ziya Paşa ile başlayan ve Servet-i Fünun'da da Hüseyin Cahit Yalçın, Mehmet Rauf, Tevfik Fikret ve Ahmet Şuayb ile devam eden "hem sanatçı hem eleştirmen" olarak öne çıkan bazı isimlerin özellikle yaptıkları ve kaleme aldıkları "tartışma"larla çağdaşları üzerinde belirgin bir etkisi var.

Cumhuriyet sonrası edebiyata baktığımızdaysa eleştiri türünün, kendi yazarlarını yaratmaya başladığını ve bu alanda öne çıkıp söz sahibi olan Nurullah Ataç, Cevdet Kudret, Orhan Şaik Gökyay, Mehmet Kaplan, Berna Moran, Fethi Naci, Metin And, Asım Bezirci, Hüseyin Cöntürk, Gürsel Aytaç, Memet Fuat gibi isimlerin farklı edebiyat çevrelerindeki yazarları, şairleri etkileyip yönlendirdiğini ve buna bağlı olarak da edebiyatta bir değişime önayak olduklarını söylemek yanlış olmaz sanırım.

Bu isimlerin pek çoğunun eleştiri yönteminde sistematik açıdan birtakım sorunlar olsa da uzun bir süre boyunca etkili olmayı başarıyorlar bence.

Günümüzde bu alanda kıymetli işler yapan kimse yok mu? Elbette var ama çok az. Onların da önceki kuşaklar kadar etkili olamadığını düşünüyorum.

Bu işi doğru yapan üç beş kişinin yazdıklarıyla, eleştirileri veya önerileriyle koca bir edebiyata yön veremezsiniz.

Çünkü bugün onlarcasının eleştiri adına yaptığı ve kaleme aldığı şey, bir "durum tespiti"nde bulunmaktan öteye geçmiyor. O da taraflı bir durum tespiti…

Ele alınan metinlerin, özellikle iyi ve olumlu yönleri üzerine birkaç kelam edildikten sonra "aşırı yorum"larda bulunup metnin yazarının veya şairinin bile aklına gelmeyen birkaç parlak buluş artistik bir üslupla; alışılmamış bağdaştırmalara başvurarak, şiirsel tamlamalardan yararlanarak (Bu durum bazen kimi ödüllerin gerekçeli kararlarında da karşımıza çıkabiliyor) dile getirildikten sonra övgü faslıyla nihayet son buluyor.

Metnin diline, dildeki kusurlara, anlatım tekniğine, kurgudaki hatalara, tutarsızlıklara, yaratılan
atmosfere, karakterlere değmeden, değinmeden üstünkörü bir sonuca bağlanıyor.

Hâl böyle olunca da daha çok methiye ya da güzelleme diyebileceğimiz yazılar kaleme alınmış oluyor. Böylece ele alınan niteliksiz metinden daha edebî, daha nitelikli, daha sanatsal (Bakın bilimsel demiyorum! Daha sanatsal!!!) bir yazıyla reklamı yapılan metnin, bir arzu nesnesine dönüştürülmesine omuz verilmiş oluyor.

Tabi bunu da hoş görmek lazım… Çünkü yazanla yazı konusu olan arasında genellikle bir tanışıklık olduğu için bu böyle olmak zorunda. Bırakın hakkında yazmayı, kimse tanımadıklarını okumaya bile vakit ayırmıyor neredeyse.

Bütün aksiyon, ilişkiler çerçevesinde gerçekleşiyor. Bu yüzden günümüzde eleştiri diye yazılanların büyük bir kısmının "yön vermek, çığır açmak"la alakası yok.

Kimse kendini kandırmasın, eleştiri diye yazılan çoğu şey, tanıtım yazısından başka bir şey değil. Bu tür çabalar, günü kurtarmaya yönelik, bunu hepimiz biliyoruz. Hepimizin bildiği bir diğer şey ise zamanın en büyük eleştirmen olduğu…

Sorunun ikinci kısmına gelince… Kanonik olarak değil de şiir geleneği içinde derdiyle, meselesiyle, diliyle elbette kendimi yakın bulduğum ya da kendime yakın gördüğüm isimler oldu hep.

Ama bunlar sadece günümüz şiiri ve şairiyle sınırlı değil. Yunus Emre'yi, Karac'oğlan'ı, Fuzulî'yi, Pir Sultan'ı bilmeyen, onlardan etkilenmeyen bir şiiri kendime yakın görmem mümkün değil.

Ayrıca Divan şiirinin, halk şiirinin bütün büyük isimleriyle birlikte modern şiirin hakikatlerini bilen Ahmet Haşim'e, Asaf Halet Çelebi'ye, II.Yeni'ye ve daha pek çok şairin sesini taşıyan, şiirlerindeki ruha, ahenge ve ritme hakim olan metinlere de kayıtsız kalamam.

Bu bağlamda insanın kendi metinlerine eleştirel bir gözle bakması zor ama yine de şunu söyleyebilirim: Belli bir ton farkı ve müzikalitesi olan, anlamı göz ardı etmeyen, çağrışıma açık şiirlerin yanına koyabilirim metinlerimi.


Beşir Sevim: Yakın arkadaş çevremin metinlerime katkısı, desteği oldu

2) Evet, yazar-editör ilişkisi, ortaya çıkan metnin gücü açısından önemlidir. Bugüne kadar çalıştığım editörlerimin ve yakın arkadaş çevremin metinlerime katkısı, desteği oldu; bunu inkâr edemem.

Bu anlamda şanslı olduğumu düşünüyorum. Aynı şekilde benim de birçok romana, şiir ve öykü dosyasına, senaryo ya da tiyatro oyunlarına editöryal açıdan desteğim, katkım oldu.

Piyasada genel olarak böyle bir sıkıntı olmasaydı, sanırım yazan çizen arkadaşlarımızın gözüne, fikirlerine ihtiyaç duymazdık.

Bu şekilde bir editör desteğine ihtiyaç duyan yazarların, profesyonel editör desteği almasını da doğal buluyorum.

Yayınevlerindeki editörlerle sağlıklı bir çalışma yürütülemiyorsa, böyle bir desteğin alınması gerektiği düşünülüyorsa gayet makul bir çözüm gibi görünüyor.

Fakat bu noktada sorun, profesyonel editörlük desteğini veren kişinin deneyimi, edebiyat görgüsü veya donanımıyla ne kadar faydalı olduğu ya da olacağı…

Gerçekten zihin açan, çözüm üreten bir yaklaşıma sahipse sorun yok. Ama değilse iş, içinden çıkılamaz bir hâl alabilir.


Emir Çubukçu: Kuşak bir yana tek tek kişiler bazında da bu yetkinlikte tek kişi bile olmadığına da kendi adıma eminim
 

emirçubukçu.jpg
Emir Çubukçu


1) Elbette tek bir açıdan bakarak yanıtlanması oldukça zor sorular bunlar. Özellikle eleştirmen-yazar-okuyucu gibi netameli ve sınır çizgilerinin belirli berraklıkta ortaya konmasının neredeyse imkansız olduğu bir konuda.

Bu belirsizliğin sebebi sadece yaşadığımız toplumun bu tip meseleler üzerine yetkin ve çok yönlü bir düşünce geleneği geliştirmemiş olması değil.

Bu da önemli ancak dünyanın neresinde olursak olalım yaratıcı işlerle uğraşanların üretimlerini alımlayanlarla ilişkisi sorunlu, puslu ve çoğu zaman da yıpratıcı olabiliyor.

Yine de sorunuza bir soruyla cevap vermenin açılım sağlayabileceğini umuyorum; Bugün ülkemizde Belinski ve dönemi çapında bir eleştirmen kuşağının veya geleneğinin varlığından söz etmek zor.

Kuşak bir yana tek tek kişiler bazında da bu yetkinlikte tek kişi bile olmadığına da kendi adıma eminim.

Peki, böyle bir kuşağı veya eleştirmeni yaratacak edebiyat bizde mevcut mu? Bir 'İNSANCIKLAR' var mı edebiyatımızda?

Niyetim polemikçi bir üslupla, edebiyatımızda iyi kitaplar yazılmadığını söylemek değil. Aksine çok güçlü metinlerimiz var elbette.

Soruyu kimin kimi yarattığıyla ilgili ön kabullerimizi sorgulamak adına soruyorum. Kanımca iyi bir eleştiri geleneği ancak derin edebi duyarlılıkların geniş kitleye yayıldığı ve üzerine düşünce üretmemenin imkansız hale geldiği eserlerin sayıca artışıyla mümkün olabilir.

Bunlar arttıkça ortaya çıkacak yetkin eleştirmenler ve eleştiri düşüncesi edebiyatın niteliğini de yükseltecek (veya çıktığı yerde tutacak) ve bu döngü birbirini besleyerek devam edecektir.

Ben bugün bu seviyenin oldukça uzağında olduğumuz kanaatindeyim. Dünya edebiyatında da bir gerileme olduğu kuşkusuz fakat ''Batı Kanonu''nun oluşturduğu anlatı gelenekleri, Fredric Jameson'un tabiriyle ''tahkiye dürtüsü'', edebiyatın genel seviyesini belirli bir çizginin üzerinde tutmaya yetiyor oralarda.

Jameson'dan devam edebiliriz. ''Daima tarihselleştir'' diyordu Siyasal Bilinçdışı'nın girişinde… bu
mottoyla yola çıkabiliriz belki.

Türkiye toplumunun 1923 sonrası yapısı bir edebiyat/eleştiri geleneği oluşturmak için ne kadar elverişliydi?

Belki Orhan Koçak'ın söylediği gibi aritmetik diziyi bozarak kendinden öncekini de adlandıran ''İkinci Yeni'' haricinde bir akımdan bahsetmek olası mı? insanımızı, düşünceler, tarih, dil, ilişkiler ve daha bir çok eksende dikotomiye hapseden yönetim geleneklerinin hakimiyetinde 19'uncu yüzyıl Rusya'sının edebiyatına benzer bir yapının ortaya çıkması ne kadar mümkün?

Sorunun cevabı bence açık. Ancak bu soruyu kendimize, eleştirmenlerimize okurlarımıza ve hatta metinlerimize ısrarla sormak durumundayız ki bundan sonrası için yaratıcı bir işbirliği mümkün olabilsin.

Bir de işin okur boyutu var tabi. Son kertede edebiyatı okuyan, alan, tüketen… buranın neyi talep ettiği ve neyi istediği de hem yazınımızı hem de eleştirel yaklaşımımızı belirliyor.

Aksini düşünmek imkansız… özellikle son yıllarda belirli bir hedef doğrultusunda kültürel olanın sınırlı alanlara hapsedilmesi ve sanatın alımlayıcılarının marjinalleştirilerek öteki konumuna itilmesi sorunu derinleştiriyor.

Tarih bize gösteriyor ki bir toplum içinde marjinal olarak tanımlanan kesimler her zaman o konumlarda sahip oldukları -küçük de olsa- avantajları kaybetmemek için büyük bir çaba içinde olurlar.

Dolayısıyla bu korkunun yarattığı koruma içgüdüsü gelişme için çaba harcamanın önünde engel oluşturarak ''biz böyle iyiyiz, eleştirilecek şeyler başka yerde'' duygusunu besliyor, bu da önce beğenen sonra okuyan bir kitlenin oluşumuna ön ayak oluşturuyor.

Dolayısıyla da hep söylendiği gibi haftalık gazetelerdeki yazılar bile kitap tanıtmanın ötesine çok zor geçebiliyor.

Yaslandığım bir edebiyat kanonu var mı? Bana kalırsa yok. Bir kanondan bahsetmektense nasıl bir
edebiyatı yazmak için uğraş verdiğimi söyleyebilirim belki.

Yazmaya, üretmeye devam ettikçe sanattaki- özellikle yazın sanatındaki- en büyük gücün sessizlik olduğuna daha çok ikna oluyorum.

Dolayısıyla sessizliği ve yalın gerçeği ortaya koyacak sükuneti eserlerinde baş aktör olarak kullanan yazarlara yaslanmaya çalıştığımı söyleyebilirim belki.

Mesela Çehov'un dört satırlık bir paragrafla hikaye kişilerinin tamamının o andaki ruh durumunu ve içlerinde bulundukları atmosferi ortaya koyabilen öyküleri, Beckett'in karakterlerini giderek yokluğa sürüklediği üçlemesi ve ya Radetzky Marşı'nda cam önünde elleri ardında dururken Baron Trotta'nın oğluyla ilgili ne düşündüğünü anladığımız an gibi…

Yayımlanmasını beklediğim ikinci öykü dosyamda bu arayışımı daha da ileriye götürmeye çalıştım. Ne kadar becerdim kim bilir?

İlk kitabıma dönüp bakınca bu yanın eksik olduğunu görüyorum. Ne çok konuşmuşum… keşke bir zaman gelse ve tek kelime yazmadan bir hikayeyi anlatabileceğim tekniği geliştirebilsem. İmkansız bir ''görev'' elbette bu ancak denemek bile keyifli.


Emir Çubukçu: Acıklı ancak editöre yüklenen yayınevinin sözcüsü, satışın sorumlusu görevlerinin de bunda payı vardır

2) Sanırım bir önceki soruyla ilişki içinde yanıtlanabilir bu soru. Türkiye sağlıklı yazar-editör ilişkisinden bahsetmek elbette olanaksız da, bunun sebebi ne acaba?

Belki de eleştirmenin ve eleştiri geleneğinin sakat olduğu ortamda editörlerinin eleştirmen görevini kendilerine yüklemelerinin sonucudur bu.

Yazılan metnin olanaklarının araştırılmasından ziyade ''bu konuların'' eskide kaldığına, yazılmaması gerektiğine , artık dünyada yeni bir şeyler olduğuna (dijitalleşme, facebook vb.) dair komik bir tirat dinlemişliğim var mesela.

Bu elbet acıklı ancak editöre yüklenen yayınevinin sözcüsü, satışın sorumlusu görevlerinin de bunda payı vardır diye düşünüyorum.

Aynı zamanda editörün güçlü bir yazar kumaşına sahip olmasının, daha doğrusu yazarlığı kendi seçimiyle öteleyerek editörlüğü seçmiş olmasının da önemli olduğu kanaatindeyim.

Dolayısıyla iyi editör önce iyi okur olmalıdır savına pek katılamayacağım. Bu elbette gerek şart ama editörlüğün hizasını okurluğa göre çizdiğimizde sadece kendi okumak istediklerini dayatan tanrı-editörlerin ortaya çıkışını engellemek zorlaşıyor.

Yine kurumsallık da edebiyat beğenisinin soyut bir kavram olduğunu varsaydığımız noktada sınırlarını doğru çizmemiz gereken bir talep.

Belirli kurallar ve yazın bilimin kriterleri bir metnin yayımlanma koşulları için değerlendirme ölçüsü olarak belirlenebilir tabii ki ancak bunu güçlendirmeyi ana hedef haline getirdiğimizde Nabokov'un deyimiyle ''belkemiğimizdeki o ürperti'' anlamını kaybedecek, geriye çok güzel dizayn edilmiş, duygusuz metinler kalacaktır.


Mehmet Fırat Pürselim: Merkezsizlik hâkimdir, küçük güzeldir, genel geçer ilkeler yoktur, otorite ve kurallar hiçbir şeydir
 

MFPÜRSELİM2.JPG
Mehmet Fırat Pürselim


1) Günümüzde de çok iyi eleştirmenler var ama Belinski dönemine benzeyen anlamda işleyen bir eleştiri mekanizması yok. Kanon olarak nitelendirilebilecek bir oluşum da yok.

Bunun sebebi 80 sonrasında tüm dünyayı olduğu gibi ülkemizi de etkileyen postmodernizm olarak nitelendirilen durum.

Merkezsizlik hâkimdir, küçük güzeldir, genel geçer ilkeler yoktur, otorite ve kurallar hiçbir şeydir, farklı düşünceler kıymetlidir, görecelilik iyidir, örgütsellikten ziyade gönüllülük ön plandadır ve saire ve saire gibisinden özetleyebileceğim bu akım tam da günümüzü anlatmaktadır.

80 sonrasındaki yıkım, herkesi ve her şeyi dağıtmış ve bir daha toplanılmasını da pek de arzulanmamıştır.

Bu doğrultuda da otorite olarak kabul edilebilecek eleştirmenler ve fikir birliğiyle oluşmuş kanon/lar/dan bahsedemiyoruz.

Sosyolojideki bağlama gönderimlik ilkesi gereğince, değerlendirmelerin günün şartlarına göre yapılması gerekir.

Bugün Belinski dönemine benzeyen bir eleştiri mekanizması olsa çok merkezli ve dağınık edebiyat ortamında ne kadar kabul ve saygı göreceği tartışmalıdır.

Belki de bu yüzden eleştirmenler ellerini taşın altına sokmaktan kaçınmakta ve güncel eleştiriler yerine daha genel olana yönelmektedirler.

Bilgi birikimlerini oluşmakta olanı anlamak ve yorumlamaktan ziyade olmuş bitmiş olanı açıklanmak için kullanmaktadırlar.

Yazılmakta olan edebiyatı geliştirici yönde bir eleştiriye maalesef ki pek rastlayamıyoruz, bu konudaki kalemler ya tanıtım için yapılan güzellemeler ya da yerin dibine sokmalık taşlamalar şeklinde kâğıtla buluşmaktadır.

Saygı duyulan eleştirmenlerse tercümelerin tehlikesiz suları, olmuş yazarların değerlendirmeleri, geçmiş dönemlerin açıklanması gibi korunaklı alanlarda kalem oynatarak güncelle tartışmaya girmekten kaçınmaktadır.

En fazla tercüme eser yayımlanan coğrafyalardan biri olarak dünya edebiyatını okuyarak, öykü ve roman açısından yüz yılı aşan yerli edebiyatımızın gelişimini takip ederek, günceli ve kendimizi değerlendirme ve eleştirme işi de, küçük kliklerimize ve kendimize düşmektedir.

Peki bu ideal midir? Postmodernizmde ideal yoktur, o yüzden mümkünlerden biridir. Farklı mümkünler geliştirene kadar güncel tabirle ifade edecek olursam, 'eldeki malzeme budur'.

Kanon meselesi de, başta söylediğim gibi eleştirmenlik müessesiyle paralel gitmektedir.

Günümüzde yazarların toplaşmasından, kanon oluşturacak nitelikte fikir/yazı birliğinden bahsetmemiz mümkün değildir.

Zaman zaman ortaya atılan çok maddeli manifestolardan bırakın kanonu kalıcı tek bir madde dahi geriye kalmamaktadır.

Kanonların oluşmasındaki en büyük etkenlerden olan basılı dergi ve çevresinde gelişen doğrudan insan/ yazar ilişkisinin online dergiler ve sanal ilişkilere evrilmesi de kanonsuzluk ortamını doğuran sebeplerden biri olarak düşünülebilir. 

Basılı materyallerin, basım ve dağıtım maliyet ve zorluklarının yanı sıra ideolojik bağlamda yakın görüşte olanların ortak bir amaç uğruna doğrudan bir araya gelmeleri de geçmişte kanonların oluşmasını sağlamıştır.

Garip Akımı, İkinci Yeniciler, Seçilmiş Hikâyeler çevresinde gelişen 50 kuşağı, toplumsal gerçekçiler…

Günümüzde böyle kanonların varlığından bahsetmemiz mümkün değil. Bu sebeple kendimi herhangi bir kanonun içinde değerlendirmiyorum.

Fakat 50 kuşağının öykülerini ve İkinci Yenicilerin şiirlerini okuyarak bir yazı evreni kurduğum için onları sevgiyle andığımı son söz olarak belirteyim.


Mehmet Fırat Pürselim: Kimi yayınevleriyse editör yüzü görmeden eline geleni basmaktadır

2) Bizde genel olarak, tashih ve ufak tefek öneriler getirmek üzerinden yürüyen bir yazar – editör
ilişkisi var.

Hepimizin kabul edeceği üzere, gelen dosyayı en kısa sürede değil en doyurucu biçimde basıma hazırlamaya yönelik bir ilişki, olması gerekeni oysa.

Metnin tıkandığı yerleri tespit edip çözüm önerileri getiren, yanlış saptığı yollardan doğrusuna çeviren, yazarın üçüncü eli olmasa da üçüncü gözü, ikinci ruhu olmasa da artı beyni olan bir üst akıldan bahsediyorum.

Yayınevlerinin bir yayın politikası olmalıdır ve bu da ancak bünyesindeki editörler vasıtasıyla belirlenebilecekken kimi yayınevlerinin kadrolu editör dahi çalıştırmayarak bu hizmeti dışarıdan ve farklı editörlerden alması okurun kafasını karıştıran bir kaosa yol açmaktadır.

Kimi yayınevleriyse editör yüzü görmeden eline geleni basmaktadır. Para hırsları, sağlıklı olmasa da bir yazar-editör ilişkisi kurulmasını dahi engellemektedir.

Gözlerini kırpmadan, tek aşkımız edebiyatın kalbini kalemleriyle deşmekte beis görmemektedirler.

Kapitalizmin bildik kuralı kadrolu editör istihdamında da işlemektedir; yapılacak işler için ideal sayının altında işçi (SGK'lı çalışan anlamında kullandım) çalıştırılarak idealin üzerinde iş beklenmektedir.

Editörler; üzerlerindeki iş yükü, iş baskısı, işi yetiştirmesi için tanınan kısıtlı zaman sebebiyle ellerindeki metne üzerinde uzun uzadıya çalışılacak bir dosya olarak değil de basıma hazırlanacak kitap olarak bakmaktadırlar.

Dosyanın kabulüyle basımı arasında ortalama 5-6 aylık bir süre bulunmasına rağmen yazar ve editör ilişkisi ağırlıklı olarak son bir – iki haftada yoğunlaşmaktadır.

Bu sebeple uzun süredir bekleyen yazar da bir an evvel kitabının çıkması için süreci uzatacak detaylara girmekten kaçınmaktadır.

Hâlbuki uzun bekleme içinde zaman zaman yapılacak fikir teatileri, metnin birkaç defa taraflar arasında gidip gelmesi ortaya daha sağlıklı metinlerin çıkmasını sağlayacaktır.

Bu durumda da kimi yazarlar açısından, yayınevleri dışındaki diğer editörlerden alınan profesyonel yardım devreye girmektedir.

Bu belki ideale yakın bir editör-yazar ilişkisi sağlasa da, pek çok yazar buna tepkisel yaklaşmaktadır. Bu şekilde yardım alanların yazarlığını sorgulamaya girişilmektedir. Tabi tüm işi gölge yazarlara bırakanların varlığı da bu tepkiyi beslemektedir.

10 yılı aşan kitaplı yazarlık serüvenimde; editörlük yaptığı kitabına katkı sunacak fikirleri 'çarçur etmektense' kendi telif eserine sakladığını söyleyenlere rastladığım gibi, gönderdiğim dosyanın kapağını dahi görmeden basıldığına da şahit oldum.

Edebiyatımıza muhteşem girişten sonra silinip giden nice yazarın ilk dosyalarını nitelikli profesyonel editörle -hatta editörlerle- hazırlamalarına şahit olmamız hangisinin gerçek yazar olduğunu sorgulamamıza sebep olmaktadır.

Benim ve pek çok arkadaşım yaptığı gibi birbirimizin eserlerini okuyarak yaptığımız gönüllü editörlük yardımlaşma bağlamında çok kıymetli olsa da; yayınevi, editör, yazar, çağın gereği daha sağlıklı ilişkiyi kurabilmek için ezberlerimizi bozmalıyız.

Kitap basmaktan en iyi kitabı basmaya doğru evrimsel bir yola girmeliyiz.


Özgür Çırak: Kültür endüstrisi belki de hiç olmadığı kadar çok paranın, metanın el değiştirdiği bir alan
 

Özgür-Çırak.jpg
Özgür Çırak


Kavramları karşıtlarıyla beraber düşünerek anlamaya çalışmak söz konusu olduğunda, ilk bakışta
birbirinin zıddı gibi duran eleştiri ve eser geliyor aklıma.

Belinski ve Rus yazını üzerine bir anıştırma yapmışsınız. Türkiye'de bu duruma örnek teşkil edecek bir etkileşim olduğunu düşünmüyorum.

Eleştirinin bırakın topyekûn bir yazın kuşağını etkilemesini, eserler üzerine derli toplu eleştiri okuduğumuz bile söylenemez. Nedenlerine gelmek lazım.

Kültür endüstrisi belki de hiç olmadığı kadar çok paranın, metanın el değiştirdiği bir alan. Yıka, cilala, parlat işlemlerinden geçiyor eser, matbaadan çıkar çıkmaz.

Okurun elinin kitaba gitmesi için uygun "algı" ortamının yaratılması elzem. Eleştiri belki de işte tam da bu noktada tıkanıyor. Kim açık yüreklilikle eleştirilmek istiyor? Ayrıca kim eleştirecek?

Bunun da bir liyakat mekanizması olmasın mı? Tel cambazıyla ilgili hikâyedir, bizde tel cambazı acaba ne zaman düşecek, diye izlenir; onlardaysa ne zaman karşıya geçecek, düşüncesiyle.

Bu "biz ve onlar" ne kadar doğru bir ayrım emin değilim ama böyle bir durum da söz konusu. Eleştiri ehil olmayan ellerde ıhlamurun dibine dökülen çamaşır suyuna dönüşürmüş gibi geliyor bana.

Böyle "tip"ler türedi biliyorsun. Eleştiriye bir okulmuş gibi bakıyorum ben de ama bu okulun önce öğretmenlere ihtiyacı var.

Tam da burada yaslandığınız bir edebiyat kanonu var mı sorusuna yanıt vermem gerekiyor. Edebiyat kanonu, popüler edebiyatın kayıt altına alındığı, hangi türlerin popüler kabul edilerek toplumun geneline sunulabileceğini gösteren değerler bütünü.

Bu çerçeveden yaklaşacak olursam kanon dışı öyküler yazıyorum. Elbette yazan herkes gibi ben de okunmak istiyorum, ama hangi eserin popüler olacağına, topluma sunulacağına kara veren o hassas el kimin diye sormadan edemiyorum.

Eleştirinin kıtlığı, edebiyat kanonu ve kültür endüstrisi birbirine eklemlenmiş üç parça ve bir fasit daire ediyorlar. 


Özgür Çırak: Muhakkak ki işini çok iyi yapan, yetkin editörler var

2) Yazar-editör ilişkisi üzerine sorduğunuz soruya geleyim. Sorunuzda "Editörlük dediğiniz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsaydı, gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmemiş olacaktı…" diye bir alıntı var.

Mevzu bahis kitaplar hangileri? Biraz daha net mi söylemeli? Şu, şu ve şu… Gerekçeleri de bu, bu ve bu… Buradan da o kitapların editörleri üzerinden tartışma derinleşse…

Edebiyat kanonu ve kültür endüstrisi bir olup eleştiriyi boğar, yalnız cılız sesler yükselir, yuvarlak cümlelere dar gelen itirazlar.

Muhakkak ki işini çok iyi yapan, yetkin editörler var, hem de sayıları hayli fazla. Her yıl çok beğenerek okuduğumuz birçok kitap basılıyor.

Kendi yazar-editör deneyimimden yola çıkarsam, hem "Sıcacık Bir Ev"de hem de "Ormandan Gece Gelen"de Arzu Eylem editörümdü.

Onun emeği, editörlük becerisi ve aslında yazarlık becerisi de dahil bu toplama, kitapların "içimize sinerek" raflarda yerini almasını sağladı.

Editör, yazarı metinine yabancılaştırabildiği ölçüde başarılı oluyor sanırım. Çünkü bazen yazdıklarımız tarafından büyüleniyoruz ve birilerinin bizi bu hantal uykudan uyandırması gerekiyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU