Edebiyattan sinemaya: Amerikan rüyasında bir idealist; Muhteşem Gatsby

Mehmet Erduğan Independent Türkçe için yazdı

"Her daim kişilerin en iyi yanını görmeye çalış" demişti babası Nick Carraway'e; "Ne zaman birini tenkide davranacak olsan, hatırdan çıkarma, herkes senin imkânlarında gelmemiştir dünyaya!"

İçselleştirdiği bu öğüt doğrultusunda tüm düşüncelerini kendine saklama eğiliminde olsa da sabrının sınırlarına yenik düşerek böyle başlıyordu Francis Scott Key Fitzgerald, genç ve hırslı kişilerin karşı koyamadığı o büyük Amerikan rüyasına dair hikâyesine.
 

 

Okumamış olsanız bile, eminim çoğunuz Muhteşem Gatsby adlı eserin aşk ve kayıpla, geçmişle hesaplaşmayla, sınıf kıskançlığıyla ve gerçekten büyük ve şatafatlı partilerle ilgilenen harika bir roman olduğunu biliyorsunuzdur.

Birinci Dünya Savaşı'nın etkisinde yetişip sonrasında "Kayıp Kuşak" olarak adlandırılan "mutluluktan felç olmuş" bir neslin önemli yazarlarından F. Scott Fitzgerald'ın 20'nci yüzyılın en iyi Amerikan romanları arasında yer alan Muhteşem Gatsby (The Great Gatsby) adlı klasiği, idealist bir adamın sevdiği kadına ulaşma yolundaki tutkulu mücadelesiyle romantik bir aşk hikâyesi görünümünde olsa da içerdiği simgeler, semboller ve metaforlarla dolu olay örgüsünün felsefi, dini, psikolojik ve sosyolojik açılardan okumasını yapmak mümkündür.
 


Üstelik bu kitabın dünyanın pek çok yerinde okullarda derslere konu olmasının başka bir nedeni de vardır:

Bu eser sadece sayfalardaki kelimelerden ibaret değil, ayrıca lirik pasajlarla dolu yapısıyla farklı disiplinleri de besleyen bir sanattır.

Fitzgerald'ın parlak dünyasıyla okuyucuyu baştan çıkaran bu romanı, tam da hor gördüğü şeyi kutsarcasına anlatma riskine girmeseydi belki de bu kadar harika olamazdı.

Haliyle bu hikâyenin satır aralarında, savaşın içinde büyüyen ve sonrasında gelen rehavet ile toplumun dejenere olarak belirgin bir şekilde çöküşüne uzanan bir ortamın katmanlarında böylesi çoklu bir bakış açısıyla gezinmek kaçınılmazdır.
 

 

Gizemli bir adam

Hikâye; Birinci Dünya Savaşı sonrasında günden güne güçlenen Amerikan ekonomisiyle kısa sürede sayılı zenginlerin arasına katılan ve verdiği gösterişli ev partileriyle sosyete arasında bir efsaneye dönüşen Jay Gatsby isimli gizemli bir adamın yaşadıklarını anlatmaktadır.
 


Eski zenginlerden olduğunu, Oxford'da okuduğunu ve savaş sonrası çıkan fırsatlarla Avrupa'da kurduğu bağlantılarla servetini elde ettiğini iddia eden Gatsby, eski ve yeni aristokrasiyi bir araya getirdiği ihtişamlı ve eğlenceli partileriyle namını yürütürken, onun asıl amacı yıllar önce âşık olduğu fakat aralarındaki sosyal statü farkı yüzünden birlikte olamadığı Daisy Buchanan'ın sevgisini geri kazanmaktır.
 


Fakat bu şatafatlı ve parıltılı Amerikan rüyasında Gatsby'nin hayalleri ve umutları, bencillik, hırs ve gururla karşılaşınca olaylar onun beklediği gibi ilerlemeyecek ve trajik zirvesine doğru bir Roadster gibi hızla koşarken her şey daha da karmaşık bir hal alacaktır.


Destansı bir aşk ve para masalı

Yoksulluğun saflığında Daisy'e karşı yüreğine aşkın tohumlarının düşmesini takiben Gatsby, Amerikan ordusuna katılmış, savaş süresince neredeyse birbirlerinden haber alamamış ama her şeyden öte aralarında savaş ayrılığından ziyade sınıfsal ayrılık kendini göstermiş ve Daisy kendi standartlarına yakın başka biriyle evlenmiş, üstelik bir de çocuğu olmuştur.

Fakat tüm bunlara rağmen Gatsby'nin tutkusunda bir değişme olmamıştır, çünkü Gatsby, Daisy'nin onun savaş esnasındaki bir boşlukta zorunluluktan evlendiğine ve hala kendisini sevdiğine inanıyordur.
 

 

Aşkın Jay Gatsby'de böylesi bir travma bıraktığı zamanda, Yale'deyken bir yazar olmanın hayallerini kuran ancak Amerikan rüyasının büyüsüne kapılarak daha iyi bir gelecek için kendini Wall Street'in içine atan Nick Carraway tahvillerden para kazanmak umuduyla doğuya taşınarak şehirden otuz kilometre uzaklıktaki Long Island'da bir ev kiralar ve West Egg'de yeni zenginlerin mansiyonları arasına sıkışmış, henüz tanışma şerefine nail olmadığı komşusu Jay Gatsby'nin devasa kalesinin gölgesinde kalmış bir bekçi kulübesinde yaşamaya başlar.

Nick'in burada hatırı sayılır bağlantıları vardır; kuzeni Daisy, eski zenginlerden Tom Buchanan ile evlidir ve her hafta sonu düzenlediği şatafatlı partilerle sosyeteyi ağırlayan ve çıkan dedikodularla manşet olan yeni zenginlerden Jay Gatsby artık onun kapı komşusudur.
 


Jay Gatsby'nin düzenlediği bu sansasyonel partiler, katılan konuklarına ya Gatsby'nin zenginliğinin kaynağını bilmedikleri için ya da bildikleri için çekici geliyor hatta bu bilgi onlara birer kanun kaçağı heyecanını yaşatıyordur.

Bir gün Nick, kapı komşusuyla tanışmak için fırsatlar yaratan Gatsby'nin özel konuğu olarak bu partilerden birine bir davet alır ve kısa süre içinde bu şatafatlı dünyanın mimarıyla çok yakın arkadaş olur.

Bu arada Gatsby, Nick'in Daisy ile kuzen olduğunu öğrenince Daisy'nin en yakın arkadaşı Jordan Baker aracılığıyla ondan yardım istemesi sonucu Nick'in karşılık beklemeden yapmayı kabul ettiği bir iyilikle sevdiğine kavuşur gibi olur.
 


Üstelik yıllar süren çabasıyla elde ettiği servetiyle Daisy'nin gözünü boyayarak onun gönlüne ulaşması için artık ortada hiçbir engeli yoktur.

Ancak Gatsby, tüm bu mal varlığına rağmen ruhen bir doyumsuzluk yaşadığı için Daisy'den daha fazlasını bekler ve kocasına onu hiçbir zaman sevmediğini söylemesini ister.

Böylesi bir aşk girdabında Daisy'nin kocası Tom ve onun varoşlarda yaşayan metresi Myrtle de işin içine girince paranın bile maskelemeyi başaramadığı insanların gerçek yüzleri ortaya çıkmaya başlar.
 

 

Toplumsal histerinin gölgesinde

Hikâyeye mevzu bahis olan ilişkiler sarmalında durum böyleyken Wall Street, hisse senetlerinin rekor rakamlarla tavan yaptığı, yükselen enflasyonla paranın daha kıymetlendiği ve New York şehrinde yaşam, temposu daha da histerik hale geldiği bir yere dönüşür.

"En"lerin ve "Daha"ların baş döndürdüğü bir ortamda artık partiler çok daha büyük, gösteriler daha yaygın, binalar daha yüksek, moda trendleri daha açık bir haldedir.

Üstelik alkol yasağı geri teptiği için içkiler daha da ucuzlar ve modern çağın başladığı merkezler olan Paris, New York, Berlin gibi eğlencenin kalbi olan kentlerde sanatın her türüne ilgi artarken alkol neredeyse bu ortamlarda su gibi akmaya başlar.
 


Savaş dönemi mutfağını temizleyen kadınların yerini caz müziğin çaldığı partilerde içkisini yudumlayan, uzun filtreli sigaralarını parmaklarından düşürmeyen kadınlar alır.

Korseler bir kenara atılır, daha rahat ve havai kıyafetlerle partilerde gezen ve sosyal hayatı doyasıya yaşayıp sefa ve zevkine düşkün şekilde hareket ederek çapkınlıklar yapan kadınlar çoğalır.

Kıssadan hisse; büyük oranda devlet teşvikiyle savaş sonrası yaralarını hızla saran, sessizce büyüyen marketler ve yükselen borsasıyla ekonomisi iyileşmeye başlayan ve böylesi bir dalga ile büyük bir toplumsal yükseliş yaşayan Amerika'nın fırsat eşitliği yanılsaması üzerine kurulu "Çılgın Yirmiler" ya da yazarın tabiriyle "Caz Devri"; toplumun savaş öncesine kıyasla daha kural dışı ve hiç kimsenin yeni bir şeye katkıda bulunmadığı bir dönem olur.


Patolojik narsist

Bu eserle ilgili okumama hikâyenin girişinde "Her daim kişilerin en iyi yanını görmeye çalış" güdümünde başladıysam da çok çalışma ile zenginlik, güç, başarı, refah ve şöhretin yakalanabileceği fikrini savunan Amerikan rüyası adı altında ortaya çıkan sistemin içinde var olmuş karakterlerin bu koşullanma ile analizlerini yapmak bana göre fazlaca iyimser kalacaktır.

Çünkü olaylara böylesi bir yaklaşım, James Gatz adıyla sürdürdüğü mütevazı geçmişinden utanan ve bu ezikliğinden kurtulmak için Jay Gatsby adıyla kendine yeni bir hayat yaratarak zengin soyluların arasına karışan Gatsby'nin patolojik narsist kişiliğini de görmezden gelmek olacaktır; tıpkı Nick Carraway'in yaptığı gibi…
 


Ayrıca böylesi bir yaklaşım, "amaca giden her yol mubahtır" felsefesinin izinde, içki kaçakçılığı, haraç ve çıkarların güçlülerin odağında olduğu yasa dışı ticaret yollarıyla servetine servet katarken dürüst olmayan beyan ve ifadeleriyle Gatsby'nin kendine kurduğu ütopik dünyasını da meşrulaştıracaktır.

Oysa özüne baktığımda Gatsby'nin tamamen saf duygularla geçmişi yeniden yaşama hayali ile başlayan bu mücadelesi Amerikan rüyasının sarmalında hırs, öfke ve intikamı da beraberinde getirmiştir.

Artık gecenin karanlığında uzandığı o yeşil ışık sadece sevdiği kadına olan mesafesini ve ona ulaşma umudunu değil, elinin tersiyle kenara atamayacağı o var oluşunu sağlayan paranın rengini de temsil etmektedir.

Fakat Gatsby'nin o büyülü dünyası içinde göremediği şudur ki; her ikisine de bir o kadar yakın ama elinde tutamayacak kadar da uzak bir mesafededir.
 

 

Sadık bir uyarlama

Türk sinemasının Yeşilçam döneminde bolca rastladığımız o; "Hatırlar mısınız, bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı!" repliklerinin döndüğü zengin kız-fakir erkek (ya da tam tersi) odaklı fakat toplumsal çözümlemeye olanak sağlamayan yerli aşk filmlerimizden böylesi bir hikâyeye aşina olsak da F. Scott Fitzgerald'ın muazzam alt metinlerle beslediği bu hikâyesini sinemada görmek bizim için bir şans, Hollywood için eşsiz bir nimettir.
 


Böylece yazarın 1920'lerde kaleme almaya başladığı ve 1925 yılında basımını gerçekleştirdiği Muhteşem Gatsby klasiği 1926 yılında Herbert Brenon, 1949 yılında Elliott Nugent tarafından beyazperdeye aktarılmış ancak hiçbirisi Francis Ford Coppola'nun senaryosunu yazıp, Jack Clayton'un yönettiği versiyonu kadar ses getirmemiştir.
 


Sinema ve edebiyat çevrelerince doğruluğu çok tartışılsa da dünya sinemasında çokça örneğini gördüğümüz; kimisi hayal kırıklığı yaratan kimisi yazarın anlatımına sadakatiyle övgüye boğulan edebiyattan sinemaya uyarlanmış yapımları düşündüğümüzde bu film romanın en sadık uyarlaması olarak sinema tarihinde bir klasik olarak yerini almıştır.
 


Robert Redford, Mia Farrow, Bruce Dern gibi oyuncular performanslarıyla göz doldururken, En İyi Kostüm ve En İyi Müzik kategorilerinde Oscar, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu kategorilerinde Altın Küre, En İyi Sanat Yönetmeni, En İyi Sinematografi, En İyi Kostüm Tasarımı kategorilerinde de BAFTA ödüllerinin sahibi olmuştur.
 

 

Şimdiye kadarki en eğlenceli "Gatsby"

1926'da bir sessiz film, 1949'da bir kara film ve Jack Clayton'un romana oldukça sadık fakat dönemi canlandırma anlamında biraz yalın kalan Robert Redford'un gizemli Long Island milyoneri Jay Gatsby rolünü oynadığı 1974 yapım romantizmine karşılık, filmografisindeki çalışmalarla kendi tarzını oluşturarak rüştünü ispat emiş olan Avustralyalı film yönetmeni Baz Luhrmann'ın bu hikayenin her devirde geçerliliğini koruduğunu göstermek istercesine caz yerine hip hop'ı arka fonuna alıp, başrollerine Leonardo DiCaprio, Tobey Maguire, Carey Mulligan, Joel Edgerton gibi oyuncuları yerleştirerek kendine has yorumuyla günümüze taşıdığı 2013 yapımından da Caz Dönemi'nin zengin ruhunun en iyi canlandırıldığı şimdiye kadarki en eğlenceli versiyonu olarak söz edebiliriz.
 


İki buçuk saatlik uzun bir film olmasına rağmen seyirciye ilk bir saatinde sanki Disneyland'da bir tür Great Gatsby tema parkında gezdiren filmde renkler o kadar canlıdır ki, bu gözler daha önce bu renkleri hiç düzgün bir şekilde görmemiş gibi hissettirir.
 


Fitzgerald'ın kitabı her zaman belirli bir dönemin ürünü gibi okunsa da mükemmel performansları, tartışmalı müzik seçkisi ve büyüleyici görsellerinin ayrı ayrı harikalar yarattığı Luhrmann'ın bu çalışması olayları bir döneme sıkıştırmadan ele aldığı modern dünyasında rap müziklerle dolu büyük bir kostüm partisi gibidir.
 


Maddi ve manevi savurganlığın peşi sıra hayatını sürdürmeye çalışan manik karakterlerle dolu bu hikâyenin 2013 yılında çekilmiş bu en güncel uyarlamasındaki eşsiz sanat yönetimiyle görkemli ve renkli geçen parti gecelerindeki zevki iliklerinize kadar hissetmeniz mümkündür.
 


Sembollere bürünmüş alt metinleriyle etkileyen, kostüm tasarımlarıyla büyüleyen, kamera hareketleriyle baş döndüren ve partileriyle baş döndüren film kesinlikle görülmeyi hak etmektedir.
 

 

Güçlü bir oyuncu kadrosu

Filmin baş rolünü üstlenen Leonardo DiCaprio'ya gelince, o artık hafızalarımızda Gatsby'nin imgesini değiştirmekle kalmamış; bu esrarengiz karaktere hayat verirken Warner Baxter kadar sempatik, Alan Ladd kadar sert, Robert Redford kadar nazik ama aynı zamanda yeniden yorumlanmış bu karakteri savunmasız, dokunaklı, komik, sahtekâr biri olarak da belli bir zarafetle ustalıkla üzerinde taşımış ve göz kamaştırmıştır.
 


Aktris Carey Mulligan de Daisy'yi çok iyi oynamış ve onun kitapta anlatılan; histerik olduğu kadar dilini tutması öğretilmiş, zengin, donuk ve güzel bir kadın olarak karakterine hüzünlü yaklaşımıyla farklı bir görsellik kazandırmayı başarmıştır.
 


Kim milyoner olmak istemez?

19'uncu yüzyılın başından itibaren tamamen tüketim çılgınlığına dönmüş bir toplumla birlikte Amerikan rüyası denen kavramın kendini bitirdiğini düşünsek de bu sistemin tortularına günümüzde rastlamak hala mümkün.

Zamanında, bu sistemden bağımlılık derecesinde alkolik, uykusuzluk hastalığı, öfke nöbetleri ve edindiği sosyal kaygılarla kendini rehabilitasyon merkezlerine atabilenler bu sistemin belki de en şanslı kişileriydi.

Keza böylesi bir sistemin yanlışlarını tespit edip eleştirel gözlemleriyle besleyerek günümüze kadar uzanan unutulmaz bir edebi eser bırakmış olan Fitzgerald bile böyle bir dalgadan kendini koruyamamıştır.

Romanlarıyla kazancı artmaya başladıkça kendini eğlence hayatına kaptırmış, sağlığını bozmuş ve zamanla şöhretini kaybederek, ruhsal bunalım içinde, hayata küskün olarak Hollywood'da hayata veda etmiştir.

Gerek okuyarak gerek seyrederek gerek tecrübe ederek gördüğümüz bu yanlışlara düşmeyeceğimizi ya da Gatsby'nin sahip olduğu hırslara sahip olmadığımızı söyleyebilir miyiz, ben şahsen emin değilim.

Maalesef Amerikan rüyası kendini lav etmiş olsa da kapitalist sistem hala ruhumuzu ve benliğimizi tüketmeye devam ediyor.

Zira şimdi bize "Kim milyoner olmak ister?" diye sorsalar ve haydi size bir fırsat deseler kaçımız bu rüyayı elimizin tersiyle itebiliriz ki?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU