Hızır ile bir ömür

Prof. Dr. Mehmet Çelik Independent Türkçe için yazdı

Üstat Sezai Karakoç'un, "Hızırla Kırk Saat" adın taşıyan ünlü bir şiir kitabı olduğu cümlenin malumudur. Üstat, bu eserinde Hızır'ı insanlık tarihinin bir şahidi gibi konuşturmakta Hz. Âdem'den modern zamanlara kadar insanlığın tanığı bir Hızır imgesi oluşturmaktadır.

Anam bize; "Kapıya geleni boş çevirmeyin, belki de kapıya gelen Hızır'dır" der, bunu bilmemiz gerektiğini her defasında sıkı sıkıya tembihler; bize dua ettiğinde de "Karşınıza Hızır çıkar inşalah!" derdi.

Ben bu yazımda ilahiyat biliminin konusu olan Hızır'ı anlatmayacağım. Zaten İbn-i Filan ile Ebu Falan arasındaki tartışmalar da beni pek ilgilendirmiyor ayrıca…

Bununla birlikte şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki her gördüğünü Hızır sanarak büyütülmüş insanlar birbirlerine zarar vermeyi düşünmezler.

Şüphe kurtlarına sahip olmak yerine, yeni tanıdığın birini Hızır sanacak kadar ön yargısız olmak ya da olabilmek insanlar arasında daha sağlıklı bir ilişkiler iklimi oluşturacağına inancım da tamdır.

Geçen ayların birinde oğlumla bir deyiş okurken bu yazıyı yazmaya karar vermiştim; bugüne nasip oldu.

Deyişte şöyle deniyordu:

Muhammed'i hazır bil ki
Cânı Hakk'a nazır bil ki
Her gördüğün Hızır bil ki
Ali'ye Selman olasın.

Ben de Hızır'a varalım belki huzura varırız diye başladım yazmaya, böyle oldu:

Hızır, hem Anadolu halk kültüründe hem de tasavvufî edebiyatta önemli bir mazmûndur. Hızır ile Mûsâ'nın buluşması, âb-ı hayât ve ilm-i ledün gibi konular ve temalar, edebiyatta hep işlene gelmiştir.

Hızır'ın ismi Kur'ân-ı Kerim'de geçmez, bununla beraber yorumcular Kehf sûresinin bazı âyetlerinde Hz. Mûsâ'nın buluşmak üzere yolculuğa çıktığı kişinin Hızır olduğunu söylerler.

Konunun açıklığa kavuşması için ilgili âyetlerin mealllerini vermeyi uygun görüyoruz:

"Ey  Muhammed! Bir vakit Musa genç adamına demişti ki: 'İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, yahut senelerce gideceğim.'

Bunun üzerine ikisi de iki denizin birleştiği yere vardıklarında balıklarını unuttular. Bu arada balık, denizde yolunu bulup kaybolmuştu. İki denizin birleştiği yeri geçtikleri zaman, Musa genç arkadaşına: 'Kuşluk yemeğimizi getir. Gerçekten biz bu yolculuğumuzda epey yorulduk' dedi.

Adam: 'Gördün mü!' dedi. 'Kayaya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı, muhakkak şeytan bana unutturdu. O denizde garip bir yol tutup gitmişti.'

Musa da demişti ki: 'İşte aradığımız o idi.' Bunun üzerine izlerine dönüp gerisin geri gittiler. Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

Musa ona: 'Allah'ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?' dedi. (Hızır) dedi ki: 'Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin. İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?'

Musa: 'İnşaallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim' dedi. (Hızır) dedi ki: 'O halde bana tabi olacaksın; ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma!'

Bunun üzerine ikisi beraber yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman, o kul (Hızır) gemiyi deldi. Musa, ona şöyle dedi: 'Geminin içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.'

(Hızır:) 'Sen benimle asla sabredemezsin, demedim mi?' dedi. Musa dedi ki: 'Unuttuğum şeyden dolayı beni suçlama ve bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma.'

Yine gittiler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında Hızır hemen onu öldürdü. Musa: 'Kısas olmadan masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu sen çok fena bir şey yaptın' dedi.

Hızır dedi ki: 'Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?' (Musa) dedi ki: 'Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri sürülebilecek son mazerete ulaştın.'

Bunun üzerine yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır hemen onu doğrulttu.

Musa: 'İsteseydin elbet buna karşı bir ücret alırdın' dedi. Hızır dedi ki: 'İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim.'

Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı.

Oğlana gelince, onun ana-babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk.

İstedik ki Rabbleri onun yerine kendilerine ondan temizlikçe daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin.

Duvar ise, o şehirde iki yetim oğlana ait idi. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Onun için Rabbin istedi ki o iki çocuk erginlik çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ve ben bunların hiçbirini kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzleri budur. "

(Kehf 60-82)

Hz. Hızır ile Hz. Mûsâ'nın buluştuğu yere "Mecmaü'l-Bahreyn" (iki denizin buluştuğu yer) adı verile gelmiştir. Bu adlandırma hem buluşulan coğrafya olarak iki denizin buluştuğu bir boğaz, hem de mecâzen iki yüce kişinin bir araya gelmesi anlamında kullanılmaktadır.

Yanı sıra, Hızır'ın temsil ettiği ilm-i ledün (bâtınî bilgi) ile Hazreti Mûsâ'nın temsil ettiği zahirî ilimlerin de buluşması demektir.

Daha sonraki edebî tasavvufî metinlerde Mecma-ül Bahreyn Hz. Ali'ye dayandırılan ledünnî ilmî kapıların açılması ile Hz. Muhammed'e bağlanılması manasını da kazanmıştır.

Mesela Harâbî, şöyle demiştir:

Mecmaü'l-Bahreyn'e vardığım zaman
Hızr'ı bulup cândan kölesi oldum
Ledün ilmin bana eyledi ihsân
Sırrı sırrullâhın tamamı oldum


Hz. Hızır'ın adı Kur'ân'da peygamber olarak anılmadığı halde Hz. Mûsâ'ya yol göstermesi, bâtın bilgisinin zahirin bilgisine galip geldiği şeklinde yorumlanarak, sûfîlerin sıkça değindiği bir mevzu haline gelmiştir.

Hz. Hızır söz konusu olduğunda kuvvetle vurgulanan ve dile getirilen en önemli kavramlardan biri de Âb-ı hayât'tır.

İslâmî kaynaklarda, cânlılık veren ve diriliğe sebep olan bir sudan bahsedilmektedir. Doğu rivâyetlerinde yer alan; âb-ı hayât, ab-ı Hızır, ab-ı câvidânî, ab-ı zendegî, âb-ı İskender, ve aynü'l hayat da denilen bu tamlamalar dirlik suyu anlamını taşır.

İslâmî kaynaklarda, bazı hadisçilerin rivâyetlerinde de bu konuya sıkça rastlamak mümkündür. 

Buna göre Hz.Mûsâ, genç arkadaşı (Yuşa) ile birlikte Hızır'ı iki denizin kavuştuğu yerde aramaya gitmiştir. Hızır'ı bulmasına alamet olarak da Allah ona zembil içinde tuzlanmış bir balık koymasını ve balığın cânlanıp denize aktığı yerde o zatı bulacağını bildirmiştir.

Bunun üzerine yolculuğa çıkmışlar, iki denizin birleştiği mevkide konaklamışlar ve dinlenmek için başlarını yere koyup uzanmışlardır. O anda sepetteki balık canlanıp bir yol bulup, denize gitmiştir.

Bir rivâyette Hz. Yuşa'nın abdest suyundan damlayan sular bu cânlanmaya sebep olmuştur, denmiştir. Hz.Yuşa bunu unutmuş, tekrar yolcuğa başlamışlar, daha sonra hatırlayınca geriye dönerek konakladıkları yerde Hz. Hızır'ı bulmuşlardır.

Hz. Hızır , Hz. Mûsâ'ya Allah'ın kendisine bir ilim verdiğini, bunu onun bilmediğini; Hz. Mûsâ'daki bilgileri de kendisinin bilmediğini ve sabretmesini söylemiştir.

Hz. Hızır'daki bu ilim ledünnî bilgidir. Bu sebeple tasavvuf ehlinin ıstılahında Hızır, bast-ı kalb, yani kalb genişliğinden kinaye olduğu için âb-ı hayât da ilm-i ledün yerine kullanılmıştır.

Bunun için bir mürşidin (rehberin) sözleri ve nasihatleri insânları hak yola çağırmada mühim bir rol oynar. Böylece ölü kalpler dirilmiş olur. Velîlerin batınları yani kalpleri de âb-ı hayâttır. Bunlardan bir damla nasibi olan ebedî hayatı bulmuş ve saadete kavuşmuş olur.


Diğer bir rivâyete göre İskender-i Zülkarneyn, ordusuyla birlikte bir memlekete uğramış; kendisine ileride bir deniz olduğu, bu denizi geçince orada ölümsüzlük bağışlayan bir suyun olduğu söylenmiştir.

İskender, yanına veziri Hızır'ı da alarak denizi geçmiş ve Zulumât (karanlıklar) ülkesine varmıştır. Bu arada İlyas da yanlarındaymış. Hızır ile İlyas yorulunca bir pınarın kenarında oturup karınlarını doyurmak istemişler; Hızır'ın yanında getirmiş olduğu pişmiş balığa, elini yıkayınca bir damla su damlamış ve balık cânlanmış Hızır öğrenmiş ki âb-ı hayât budur.

Hızır ile İlyas bu sudan kana kana içmişler. Böylece Hızır ile İlyas ölümsüzlüğe ermişler. Dünyada da Hızır denizde, İlyas karada sıkıntıya düşenlere yardım eder, anlayışı bu inançtan doğmuştur.

Doğu edebiyatları ve efsanelerinde bu hikâyenin anlatımlarına çok rastlanır. Bundan başka yine tarikat ehline göre, hakikî aşk ve gerçek sevgi de âb-ı hayattır. Çünkü kalpler aşkla dirilmiş ve Hakk'a yönelmişlerdir.

Şâirlere göre ise sevgilinin ağzından çıkan sözler de âb-ı hayatı andırır. Bu sözler tıpkı mutasavvıflardaki gibi ister mecâzî, ister hakikî aşkta olsun; saf, nâzik ve latiftir. Âşık bu sözlerle dirilir.


Divân edebiyatındaki aşk ve sevgi konusu düşünülünce bu edebiyatın en zengin mazmunlarından birisinin âb-ı hayât olduğu söylenebilir.

Âb-ı hayat, ilahi aşk anlamında tasavvufî bir sembol olarak kullanılır. O, mürşid-i kâmilin hayvanî hayat yaşayan insân aklını dirilten sözleri ve nazarıdır.

Edebiyatımızda geniş bir kullanım alanı bulan bu mazmun aşk ve irfânı da karşılar. Şiirlerde ince ve saf söz olarak kullanıldığı gibi sevgilinin dudağında da âb-ı hayât vardır.

Ben senin âb-ı hayât-ı lebinin teşnesiyim
Tâlib-i çeşme-i hayvân isem insân değilim

                                                               (Yenişehirli Avni)

("Ben senin la'l taşı renkli dudağına susamışım.
Âb-ı hayat peşindeysem insan dağilim!")

Âb-ı hayat "âb-ı hayvan" diye de anıldığından şair kelime oyunu yapmaktadır.
 

Tatlı sözler kim gelir şirin lebinden dilberin
Âb-ı hayvândır sanasın çeşme-i cândan tamar

                                                                (Ahmet Paşa)

("Sevgilinin dudağından dökülen tatlı sözler
Sanırsın ki cân çeşmesinden kaynayan âb- hayattır.")


Bu beyitler, sevgili ile hayat suyu arasındaki ilginin güzel birer örneğidir. Sevgilinin dudağını çevreleyen ayva tüyleri zulumat ülkesidir.

Şiirlerde genellikle Hızır ve İskender kasdedilerek telmih yoluyla kullanılır.

 Âb-ı hayât olmayacak kısmet ey gönül
Bin yıl gerekse Hızr ile seyr-i Skender et

                                                                          (Zeynep Hatun)

("Ey gönül! Âb-ı hayat nasip olmadıkça bin sene Hızır'ı İskender'i seyretsen ne çıkar?")


Hızır, âb-ı hayâtı içen ve ölümsüzlüğe eren kişidir. Peygamber veya velî olduğu hususunda rivâyetler vardır.

Edebiyatta yukarıda anlatılan özellikleri dolayısıyla sıkça adından söz edilir. Bilhassa âb-ı hayât, İskender ve zulumat, bu imajlarının kopmaz parçasıdır.

Sevgilinin birçok özelliği Hızır'ı andırır. Hızır zulumata girip âb-ı hayâtı bulduğu için sırra vâkıf olmuştur. Bu nedenle sevgilinin mim veya âb-ı hayât olan dudağı çevresindeki hat da Hızır olur.

Cevr oduna yaktın beni bâri sakın ey Hızır-hat
Yeşil donun kararmasın uğrama dûd-ı âhıma

                                                                      (Ahmed Paşa)

("Cefâ ateşine yaktın beni Ey Hızır yüzlü!
Bari benim ahımın dumanının senin yeşil elbisene bulaşmasından sakın")

Çünkü Hızır kelimesinin Arapça'daki anlamı yeşildir.
 

Var iken la'l-i lebin gayrı temenna eylemem
Hızır eğer sunsa peyâpey âb-ı hayvân bana

                                                                  (Nâbî)

("Ben senin la'l taşı renkli dudağından başka hiç kimseden ölümsüzlük istemem
Hızır bana art arda âb-ı hayat kadehini sunsa bile.")       
                                                            

Tasavvufta Hızır, ilm-i ledün (sırlar bilgisi) ne sahiptir.


Ragıp Paşa, bunu aşağıdaki beytinde şöyle dile getirir:

Olmayan mâye-i feyz-i ezelînden sirâb
Âb-ı Hızr-ı yine Hızr olsa rehber bulamaz.

("Ezelî feyzin bereketinden kanmamış kişinin âb-ı hayatı Hızır'ın kendisi bile olsa,
o kişi kendine bir rehber bulamaz.")


Mevlânâ, Mesnevî-i Şerif 'inde şöyle buyuruyor:

Ger nebini reften-i âb-ı hayât
Benger ender cuy u in seyr-i nebat.

("Âb-ı hayâtın dünyada cereyanını görmüyorsan, mesela dere gibi akan suya ve bitkilerin hayat âleminde nasıl çeşitli renk ve şekillere gidiğine bakman yeter.")


Hızır ile Mûsâ'nın (s.a.v) buluşması zahir ile batın'ın; şeriat ile tarikatın buluşmasıdır.

Yani zahirî ilimlerle, batini ledünnî ilmin birleşmesi ile ancak marifete varılabilir.


Tasavvuf ehli; şeriatsız tarikatı doğru bulmazlar. Çünkü kişi zülcenaheyn olmalıdır.

Tasavvuf ehli zülcenaheyn (iki kanatlı) olmayı çok önemserler. Çünkü bir kuş nasıl ki tek kanatla uçamıyorsa, sâlik de şeriatı özümsemeden tarikata geçemez.

Şeriat ve tarikat birbirinin ayrılamaz cüzleridir.

Yûnus Emre, şeriat ile tarikatın birlikteliğini şu şekilde özetler:

Mumlu baldır şeri'at tortusuz yağdır tarikat
Dost için balı yağa pes niçin katmayalar

Çünkü şeriat, sözlükte insânların ve hayvanların su içmek için gittiği yola, caddeye ya da patikaya denir.

Şeri'at da tarikat da kişinin hakikate ulaşması için takip edilen yollardır. Denilebilir ki, şeriat ana cadde, tarikat ise yan yoldur.

Ya da yan yollardan biridir. Böyle bakıldığında, gâye, şeriat ya da tarikat değil bizzat hakikatin kendisidir.

Hakikat bir denizdir şeriattır gemisi
Çoklar gemiden çıkıp denize dalmadılar

                                                               (Yunûs Emre)


Çünkü hakikat ve marifet şeriat ve tarikatin varmak İstediği hedeflerdir. Yine Yûnus Emre, bu noktayı şöyle beyan etmektedir:

Şeriat tarikat yoldur varana
Hakikat-Ma'rifet andan içerü


Bu tür değinmelerle izah etmeye çalıştığımız şeriat- tarikat, hakikat-marifet ayrılmaz bir dörtlü olarak tasavvufun esasını oluşturur.

Bazı kaynaklarda hakikat ile marifet yer değiştirir. Bazı kaynaklarda ise marifet hakikatın içinde onun bir parçası gibi anlatılsa da bu dört terim daima beraber ve yan yana anılırlar.

Nitekim Seyyid Mustafa Rasim Efendi, şeriat, tarikat ve hakikati Hz.Muhammed'in (s.a.v) sıfat ve davranışları olarak bütünler ve şöyle der:

Şeriat, Tarikat, Hakikat: Şeriat, Peygamberimiz'in (a.s) sözüdür. Ve tarikat Peygamber'imizin işidir. Ve hakikat, Peygamber'imizin gördüğüdür. Ya'ni hakikat, eşyayı müşahade buyurduklarıdır. Nitekim Rasulullah (s.a.v) buyurmuştur: [Şeriat sözlerim, tarikat davranışlarım, hakikat hallerimdir... Ve her kimde kim bu üç nesne vardır, ol kimse merd-i kâmildir (olgun ve kâmil kişi).


Bu bakış açısından bakıldığında görülür ki; şeriat Allah'tan Hz. Muhammed'e gönderilen ve onun dile getirdiği sözlerdir.

Tarikat, şeriatın yol göstermesiyle olgun bir insân ve dahi insânların en olgunu olan Hz. Muhammed'in (s.a.v) yaptıklarıdır.

Yani şeriatın özellikle de Hz. Peygamber'in hayatına inip davranışlara dönüşmüş pratiklerin tarikat olarak adlandırıldığı görülür.


Bu manevî olgunlaşma sonuçta kişiyi hakikate taşıyıp insân-ı kâmil olmasını sağlayacaktır. Denilebilir ki hakikat Hz. Peygamber'in gördüğünü görmektir.

Bu bir başka söyleyişle Hz. Peygamber gibi görmek ya da Peygamberî bir bakış açısına sahip olabilme yetisini kazanmaktır.Buna kimileri "müşahade" (şahit olma, seyretme) demişlerdir.

Kişinin Peygamberî bakış açısına vardığında neleri görüp neleri müşahade ettiğini bilmek tabiîdir ki o mertebeye varmışların ve bizzat Hz. Resul'un bilebileceği bir sırdır.

Bazı sûfîler ve sûfî yazarlar bu üç mertebenin ikisine sahip olanları olgunlaşmaya yakın, birine sahip olanları (nakıs) (eksik) hiçbirine sahip olmayanları eşya, üçüne birden sahip olanları ise merd-i kâmil, insân-ı kâmil olarak adlandırmışlardır.


Bazı kaynaklar ise şeriat ve hakikatı esas alıp, bunların arasında kalan tarikat ve marifeti ima yoluyla geçerler; çünkü; bu kavramlar zaten şeriat ve tarikatın içinde yer almaktadır.

Şeriat, kulluğu gerekli kılan bir iştir. Hakikat ise Allah'ın besleyiciliğini ve her şeye malik (Rububiyet) olduğunu görmektir.

Buna göre, bir şeriat hakikatle kuvvetlendirilmiş değilse, makbul değildir. Şeriate bağlı olmayan hakikat de elde edilmiş sayılmaz. 


Umarım hepimiz Hızır ile karşılaşırız…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU