Ulises 17 yaşında marjinal.
Hayır, cinsel ya da etnik kimliğinden ötürü değil. Daha da tuhaf bir nedenden; gecekonduda uydurulan bir müzik merkezinde kendilerine özgü bir kültür yarattıkları için.
O kadar marjinal ki, bu müzikten kimse para kazanamaz. Giydikleri elbiseyi kimseye satamazsınız. Saç modellerini yapmak fazlasıyla cesaret ister. Hayat tarzları ise pazarlanamaz.
Çünkü aslında bu "alt kültür" Meksika'nın kuzeyinde direnişin ve hayatta kalmanın bir yolu.
Bu nedenle çocuklar çetelerinin adını "Los Terkos" yani "Dik kafalılar" koymuş.
Latin Amerika sosyal sinemasının iyi örneklerinden Fernando Frias'ın "Artık Burada Değilim"i (Ya no estoy aqui) bu yılın ortasında Netflix'te gösterildi.
Birkaç ay önce de Meksika Sinema Akademisi tarafından ülkesini temsil etmek üzere Oscar'a aday seçildi.
Latin Amerika sinemasının en önemli özelliği kıtanın zengin sosyopolitik ve kültürel dokusundan faydalanması. Adeta kum saatine sıkıştırılmış bir tecrübeyi yansıtıyor her biri.
Fernando Frias'ın filminde sahneler herhangi birini ayrıştıramayacağınız kum saatinin taneleri gibi akıyor. Ve sonuna vardığında seyirci kum saatini kendiliğinden ters çeviriyor.
Sosyal sinema aslında altmışlardan beri hep aynı şeyi anlatıyor: Dengeleri bozulmuş bir dünyada vahşetin ortasına terk edilmiş yığınlar.
Bu arenada hayvanlara parçalatılan kölelerden bazıları kendi hikayesini yazmayı başarıyor. İşte "Los Terkos"un lideri Ulises de bunlardan biri.
Uyuşturucu çetelerinin, yoksulluğun ve yozlaşmış bir otoritenin egemen olduğu Meksika'da şiddete dayanmayan bir grup dik kafalı genç: Herkesin kabul ettiği bir fikre, bir inanca ya da bir güce sığınmıyorlar.
Savaşın ortasında hayatta kalmak için sadece kendilerine ait bir müzikten ilham alıyorlar.
Fakat müzik bile kurşun geçirmez değildir.
Ailesinin hedef olmasını engellemek için ABD'ye kaçmak zorunda kalıyor. Ulises'in yolculuğu ne gelecek kaygısıyla ne de ekonomik sebeple. O sadece ölümden kaçıyor.
Ulises muhtemelen "Amerikan Rüyası"nı hiç duymamış. Afro Amerikalılara özenmiyor. Hip hop ya da rap ile de ilgilenmiyor.
Dahası tek tük de olsa İngilizce öğrenmeye bile çalışmıyor. Amerikan metrosunda müziğini çalamıyor. Dansını yapamıyor.
Ya polis ya da sokakta yaşayanlar peşine düşüyor. Burası da geldiği Monterrey'den daha az acımasız bir yer değil.
Ucunda ölüm de olsa memleketine geri dönüyor.
Ulises kimsenin kalıplarıyla düşünmüyor. Onun "vatan özlemi" bildiğimiz klişelere uymuyor.
Onun dünyasında vatan, üzerinde yaşarken kimliğimizi inşa ettiğimiz yerdir. Ama aynı zamanda bu kimlik birbirini boğarak tüketen bir toplumun neticesi de olabilir. Yahut da vatan, gücü eline geçirenlerin nefes aldırmadığı ötekilerin kaçmak zorunda oldukları yerdir.
Güçlü, bir kimlik inşa edemez. Güçsüz ise kimliğinin "yarı açık hapishanesinde" yaşamaya mahkumdur.
Beyaz adamın koyduğu kanunlar ve kurallar altında inancını yaşarken sapmaya uğrar. İşte o zaman vatan "yasak elma"nın yendiği yere dönüşür.
Claudia Llosa'nın "Madeinusa"sı yerli kimliğinin bu paradoksunu en marjinal yanından yakalar ve insanı dehşete düşüren biçimde ortaya koyar.
Başkent Limalı bir genç ülkesini ve kültürünü tanımak için Peru Andlarında yolculuk etmektedir. And Dağlarının ortasında her şeyin normal göründüğü "Manayaykuna" adlı bir köye yolu düşer. Yerleşimin ismi Quechua dilinde "kimsenin giremediği yer" anlamına gelir.
Burada "Madeinusa" isimli bir kızla tanışır. Kız turist gençten kendisini de yanında götürmesini ister.
Hikayenin gerçekliğini bilmiyoruz ama yerliler arasında buna benzer birçok isim bulunuyor. Oradan geçmekte olan bir turistin yapılan iyiliğe karşı verdiği bir hediyenin üzerinde yazmakta olan "Usnavy", "Disney landia" ya da "Superman" gibi anlamını bilmedikleri isimler verilmiştir yerli çocuklarına.
Turist gencin geldiği sırada Hıristiyanlığın "Kutsal Hafta"sı başlamaktadır. Fakat köylüler İsa'nın ölümünü tuhaf biçimde yorumlamaktadır.
İsa'nın cuma günü öğleden sonra üçte ölüp, pazar günü sabah altıda yeniden dirildiğini düşünerek 39 saat boyunca Tanrı'nın olmadığını varsayarlar.
Tanrı yoksa günah da yoktur.
Sömürgeci geçmişin inanç daraltmasına hapsettiği bir toplum sapkınlaşmaktadır.
Claudia Llosa, Türkiye'de "Acının Sütü" olarak yayımlanan bir başka filmi "La Teta Asustada"da yerli inanışındaki çarpılmanın kaynağına yöneltir bu defa objektifi.
Seksenlerden doksanların sonuna kadar süren iç savaşta tecavüze uğrayan on binlerce kadının gizemli bir hastalığından söz eder bize.
Peru'da tecavüze uğramış kadınların sütünden çocuklarına korku ve yaşadığı acının geçtiği sanılan bir gizemli bir hastalık vardır. Gerçekte ise anneden kızına davranışlar ve şarkılar aracılığıyla ulaşan bir travmadır bu.
Fausta, filmde annesinin acı geçmişini emen genç kız, bu hastalıktan kurtulmak için kadınların vajinalarına bir yumru yerleştirdiklerini işitir. Ancak böyle tecavüzcülerden korunacağını düşünmektedir.
Bir patates yumrusu nasıl toprakta kök salarsa öyle kök salmaktadır vücudunda Fausta'nın. Belki de işgalden çıkan bir ülkenin toprağı ektiği gibi savaşın izlerini silmeye çalışmaktadır. Fakat bu onu kanatmaktan başka işe yaramaz.
Fausta içinde büyüyen, Peru'nun kutsal yiyeceği olan, patates yumrusunu oradan söküp atıp annesinden ona miras kalan korku ve acıyla yüzleşmeyi öğrenecektir.
Acının sütünü emerek büyümüş tecavüz ve şiddetin çocukları da bir vatanda doğar. Ama o vatan siyanürle zehirlenmiş bir topraktan farksızdır.
Bir zamanlar birileri gelip kirletip gitmiştir. Çocuklara ise anlamını bilmedikleri bir lanet miras kalmıştır.
Yerli zihninde anlamak zordur bunu ama eğer Arjantin gibi bir ülkede yaşanıyorsa mutlaka politik ve sınıfsal bir anlamı vardır.
Luis Puenzo'nun "Resmi Tarih"inde (La Historia Oficial) kurban çocuklar vatanı anlamlandırma uğraşındaki çaresiz yerliler değildir. Onlar modern toplumun sınıfsal politik çatışmalarının ürünüdürler.
Zenginlerle yoksulların, sosyal adalet savaşçılarıyla diktatörlük yanlılarının aynı beşikte sallanmadıklarının fazlasıyla farkındadırlar.
1976-1983 yılları arasında hüküm süren ve otuz bin insanın katledildiği Arjantin'in son askeri faşist diktatörlüğü çocukları savaşın merkezine oturtmuştu.
Cunta katlettiği muhaliflerin çocuklarını "ganimet" olarak görüyordu. Hamile olanları ise önce doğurtup sonra öldürüyordu.
Bebekler de zenginlere satılıyor ya da askerlere hediye ediliyorlardı. (Şu ana kadar bu biçimde evlatlık verilmiş beş yüz "kayıp çocuğu" tespit edilerek gerçek ailelerine kavuştular)
"Plaza de Mayo Anneleri" kayıp çocuklarının akıbetini sordukları sırada Arjantin orta ve üst sınıfları bunun "komünist bir propaganda" olduğunu zannediyordu.
"Resmi Tarih", kocası cuntanın kulübüne üye ve bu biçimde evlat edinmiş bir kadının gerçeklerle yüzleşmesini konu alıyor. Anne babası "yok edilmiş" çocuk gerçek dedelerinin yanına vardığında film sona eriyor.
Arjantin sosyal sinemasında vatan bir hakkın alınmasıdır. Tahakküm altına alınmış bir sınıfın vatanı, geri kazanılması gereken bir yerdir.
Bu yüzden öldürülüp kaybedilmiş evlatlarının kemiklerini, hiç görmedikleri torunlarını bulmadan film bitmez.
Bazıları içinse vatan bir yere gitmek için doğmuş olduğunuz yerdir.
Bugün ABD'de El Salvador'dan çok El Salvadorlu, Guatemala'dan fazla Guatemalalı, Honduras'ta yaşayanın üzerinde Honduraslı var.
Orta Amerikalılar acımasız koşullardan öyle kolayca kaçıp kurtulamıyorlar. Önce vahşet yolundan geçip açlığa, ölüme ve tecavüze boyun eğmeleri gerekiyor.
Cary Joji'nin yönettiği "Sin Nombre" yani "İsimsiz" bu yolculuğun simgesi olan bir "Canavar"ı anlatıyor. Bu canavar Orta Amerikalı göçmenlerin Meksika'nın kuzeyine kadar üzerinde kaçak olarak gittiği "Ölüm Treni"dir.
"La Bestia" Ölüm Treni "Pandilla" adı verilen çetelerin kontrolündedir. Çünkü Orta Amerika ve Meksika'da devlet tek sorumluluğu ABD karşıtı bir muhalefetin iktidarı ele geçirmesine engel olmaktan ibarettir.
Bu yüzden kentler, yol rotaları ve hatta sınırlar bile çetelere emanet edilmiştir.
Latin Amerika'da devletler onca yıllık askeri diktatörlüklerden sonra ellerini kirletmemenin kolay yolunu bulmuş gibidirler.
Meksika sınırı ABD'ye geçme umuduyla gelmiş on binlerce göçmenin yattığı toplu mezarlarla doludur. Bunlar ordunun ve istihbaratın yol verdiği uyuşturucu bağlantılı çetelerdir.
Göçmenleri soyup, köle olarak kullanmakta ya da öldürüp bir yere gömmektedirler.
Los Zetas gibi Meksika ordusu bağlantılı çeteler kaçırdıkları göçmen başına iki bin beş yüz dolar fidye almaktadır.
Bu konuda oluşturulan resmi insan hakları komisyonu sadece 2010 yılı nisanı ile eylül ayı arasında bu biçimde kaçırılmış 11 bin 333 kişi tespit etmiştir.
Bu yolculuğa çıkmış kız çocukları ve kadınların yüzde 60'ı tecavüze uğramaktadır.
Ölüm yolundan geçip ABD'ye ulaşmış milyonlarca Orta Amerikalı için vatan hasret değildir. "Ulises Sendromu"dur. Sürekli bir üzüntü, kronik stres ve bir yas halidir.
Brezilya'da ise yasa, göçe, dahası geleceğe vakit yoktur. Orada vatan genç ölmektir.
Fernando Meirelles-Katia Lund ikilisinin öncü filmi "Tanrı Kent"i (Ciudad de Dios) Rio'da ilk favelaların meydana geldiği altmışlı yıllardan başlıyor. Kuşaklar boyu süren fakat hep kendini tekrar eden bir hikayeyi anlatıyor.
Brezilya askeri polisinden kurulu "Ölüm Tugayları"nın sadece 1990 yılında 445 sokak çocuğunun ölümünden sorumlu olduğu tespit edilmişti. Bu devlet çeteleri eliyle seksenli ve doksanlı yıllar boyunca binlerce sokak çocuğu öldürüldü.
Gerçekte hiçbir zaman Brezilya'da çocuk cinayetleri bitmedi. Her yıl yüzlerce sokak çocuğunun cesedi bulunuyor.
Brezilya'da vatan Copacapana sahilinde uyurken öldürülen evsiz çocuklardır. Hapishanelerin yarısından fazlasını oluşturan reşit olmayan binlerce mahkumdur vatan. Uyuşturucu kartellerine teslim edilmiş mahallelerdir.
Latin Amerika sosyal sineması bize herkesin üzerinde doğduğu, aç ya da tok yaşadığı, öldüğü, suça terk edildiği, tecavüze uğradığı, kaybedildiği ya da dans ettiği bir vatanı olduğunu gösteriyor.
Fakat herkesin bir vatanı olduğu gerçeğinden daha önemlisi "herkes için bir vatan" yaratmanın gereğine vurgu yapıyor.
Çünkü eğer herkesin değilse vatan kimsesizdir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish