Nükleer gölgesinde barış: Hindistan ve Pakistan neden geri adım attı?

Dr. Osman Gazi Kandemir Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Sarah Grillo/Axios

2025 yılının en kritik anlarından biri, Güney Asya’da bir kez daha nükleer tehdidin ete kemiğe büründüğü Hindistan-Pakistan kriziydi. Karşılıklı sınır ihlalleri, hava kuvvetlerinin doğrudan angajmanı ve siyasi açıklamalarda giderek artan tonda tehdit söylemleri, bölgeyi nükleer eşiğin hemen kıyısına taşıdı.

Ancak bu kriz de tıpkı 1999 Kargil Savaşı’nda, 2001 Parlamento Baskını sonrası yaşanan gerilimde ve 2019’daki Balakot hava saldırılarında olduğu gibi konvansiyonel sınırlar içinde kaldı. Yıkım potansiyeli küresel düzeyde olan nükleer silahlar, bir kez daha konuşulmadı. Varlıkları herkesin zihnindeydi, ancak kullanılmaları kimsenin masasında değildi.

Peki bu suskunluk bir başarı mıydı?

Yoksa her defasında biraz daha daralan bir eşiğin sessiz uzlaşması mıydı?

Modern War Institute’te yayımlanan analizde, Max Margulies ve Patrick Sullivan bu durumu “stability-instability paradoksu” (istikrar-istikrarsızlık paradoksu) üzerinden açıklıyor.

Bu teoriye göre, nükleer silahların varlığı, büyük çaplı savaşları caydırırken, düşük yoğunluklu çatışmalara alan açıyor. Çünkü iki taraf da nükleer bir karşılığın sonuçlarını bildiği için, birbirine sinyal gönderme niyetiyle konvansiyonel araçlara başvuruyor. Bu durum, caydırıcılığın değil; onun sınırlarının dikkatli yönetilmesinin bir işareti olarak okunmalı.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Ancak burada durmak yeterli değil. Zira Hindistan ile Pakistan arasında yaşanan bu tür krizlerin tekrar etmesi, nükleer caydırıcılığın güvenli ve otomatik işleyen bir sistem olmadığını gösteriyor.

Caydırıcılığın kendisi kadar, onun aktörleri de kriz anında hata yapmaya meyilli olabilir. İşte bu noktada, kriz yönetimi, siyasi irade, askeri disiplin ve uluslararası sistemin tepkisi gibi birçok faktör devreye giriyor.

Dahası, bu tür çatışmalar yalnızca iki ülke arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda küresel nükleer düzenin işleyişini de test ediyor. Bugün nükleer silahlar sadece devletlerarası savaşların değil, aynı zamanda uluslararası hukukun, stratejik dengenin, toplumsal korkuların ve diplomatik söylemlerin de merkezinde yer alıyor.

Bu yönüyle Hindistan-Pakistan hattındaki her kriz, yalnızca Güney Asya’ya değil; Tahran’dan Tel Aviv’e, Moskova’dan Pyongyang’a kadar uzanan daha geniş bir sistemin hassasiyetlerini gözler önüne seriyor.

Bu yazı, Hindistan-Pakistan krizinin arka planını ve bu kriz üzerinden yeniden tartışmaya açılan nükleer düzeni incelemeyi amaçlıyor.

Bunu yaparken üç temel eksene odaklanacağız: Birincisi, nükleer caydırıcılığın sınırları; ikincisi, küresel nükleer düzenin bozulma dinamikleri; üçüncüsü ise gelecekte bu düzeni tehdit edebilecek yeni risk kümeleri.

Çünkü mesele artık nükleer silahların varlığı değil; ne zaman, kim tarafından ve hangi koşullar altında kullanılabileceği üzerine kurulu çok daha karmaşık bir denklem.


Sessiz caydırıcılık: Nükleer silahlar neden kullanılmıyor?

Nükleer silahların varlığı, savaşın doğasına dair ezberleri yerinden oynattı. Bir yandan devletlere en yıkıcı gücü sunarken, diğer yandan bu gücün kullanılmasını neredeyse imkânsız hâle getirdi. Bu ikilem, Soğuk Savaş’tan bu yana nükleer stratejinin merkezini oluşturuyor: Caydırıcılık.

Ancak Hindistan-Pakistan gibi nükleer kapasiteye sahip ülkeler arasında yaşanan sıcak temaslar, bu caydırıcılığın sınırlarını gözler önüne seriyor. Krizler yaşanıyor, ordular karşı karşıya geliyor, hatta hava kuvvetleri operasyon düzenliyor ama nükleer buton yerinden kıpırdamıyor. Neden?

Bu sorunun cevabı, Modern War Institute’te yer alan analizde açıkça belirtiliyor: Nükleer caydırıcılık yalnızca var olmakla işler; tehdit aşamasına geçtiğinde bizzat caydırıcılığın meşruiyeti zedelenir.

Çünkü nükleer silah, kullanıldığı anda her türlü stratejik faydayı yok eden bir silahtır. Bir ülkenin hayatta kalma güvencesi olarak görülse de kullanılması hâlinde o ülkenin diplomatik, ekonomik ve insani kaynaklarını da tüketir.

Bu nedenle Hindistan ve Pakistan gibi ülkeler, nükleer yeteneklerini en yüksek düzeyde sembolik tutmayı tercih ediyor. Varlık gösterisi yapılıyor; ama asla doğrudan tehdit hâline gelmiyor.

Yine aynı analizde vurgulanan önemli bir nokta daha var: Devletler, nükleer silahları ancak hayatta kalma meselesi olarak gördükleri durumlarda gündeme alır.

Hayatî çıkarların tehdit altında olmadığı çatışmalarda, yani örneğin sınırlı toprak ihlalleri, terörist saldırıların intikamı ya da hava sahası ihlali gibi olaylarda nükleer silahın kullanımı, hem mantıksız hem de stratejik olarak savunulamaz olur.

Dolayısıyla Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan gerilimlerde, taraflar her ne kadar agresif diller kullansalar da eylemleri nükleer eşiği aşmamaya özen gösteriyor.

Bu noktada devreye giren kavramlardan biri de “stratejik bilinç”tir. Her iki ülkenin askerî ve siyasi liderliği, birbirlerinin nükleer sınırlarını kabaca biliyor ve bu sınırın altındaki operasyonlarla psikolojik baskı kurmayı tercih ediyor. Pakistan’ın 2019’daki Hindistan hava saldırılarına verdiği misillemede, Hindistan’ın karşılık vermemesi bu bilincin açık bir göstergesiydi.

Aynı şekilde, son krizde her iki tarafın da nükleer üsleri değil; sınır birlikleri ve konvansiyonel sistemleri hedef alması, bu hassas çizginin korunduğunu gösteriyor.

Ancak bu denge sürekli yeniden üretilmek zorunda. Zira nükleer caydırıcılık otomatik işleyen bir sistem değil; siyasi, psikolojik ve iletişimsel boyutları olan, insan iradesine dayalı kırılgan bir denklem. Bir pilotun yönünü şaşırması, bir radar sisteminin yanlış uyarı vermesi veya bir liderin kamuoyuna mesaj vermek isterken dozunu kaçırması, tüm dengeyi bozabilir.

Bu nedenle caydırıcılığın başarısı kadar, krizin yönetimi de hayati önemdedir. Burada diplomasi, üçüncü taraf arabulucular ve askeri protokoller devreye girer. Nitekim Hindistan-Pakistan hattında bu dengeyi sağlayan unsurlar arasında ABD ve Çin’in kriz dönemlerinde uyguladığı arka kanal diplomasisinin özel bir rolü vardır.

Soğuk Savaş döneminde de benzer bir dinamik yaşanmıştı. ABD ile Sovyetler Birliği arasında doğrudan sıcak çatışma yaşanmazken, Vietnam, Afganistan, Kore gibi vekalet savaşları yürütülmüştü.

Bu örnekler, nükleer caydırıcılığın büyük savaşları önlerken, düşük yoğunluklu çatışmaları teşvik edebileceğine dair Hindistan-Pakistan hattındaki gözlemleri evrenselleştiriyor. Stability-instability paradoksu, yalnızca Güney Asya’ya özgü değil; nükleer silahların olduğu her coğrafyada geçerliliğini sürdüren bir çelişkidir.

Öte yandan, Youtube kanalımda yaptığımız canlı yayında, Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu’nun ifade ettiği gibi, nükleer silahların yıkıcılığı öylesine büyüktür ki, bu silahlar “savaşın hukukuyla değil, ancak felaketle açıklanabilir.” Hiroshima ve Nagasaki’de kullanılan silahlar, bugünkü başlıklarla kıyaslandığında küçük kalmaktadır.

Modern termonükleer başlıklar, yüz binlerce kişinin hayatını saniyeler içinde sonlandırabilecek kapasiteye ulaşmıştır. Bu durum, nükleer silahı bir savaş aracı değil; bir yok oluş aracı hâline getirmiştir.
Bu gerçeklik, nükleer caydırıcılığın temel mantığını da açıklar:

Bu silahların en büyük gücü, kullanılmamakta yatar. Kimin elinde olduğu değil, ne zaman kullanılabileceğine dair belirsizlik, caydırıcılığın gerçek zemini olur. Hindistan ve Pakistan gibi iki geleneksel düşman arasında bile, bu belirsizlik, bugüne kadar nükleer eşiğin aşılmasını engellemiştir.


Küresel nükleer düzen çöküyor mu?

Dünyada nükleer silahların yayılmasını engellemek amacıyla kurulan mevcut düzen, 1968 tarihli Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) üzerine bina edilmiştir. Ancak bu düzen, kurulduğu günden bu yana hem içten hem dıştan yıpratılmış durumda.

Hindistan ve Pakistan gibi nükleer silah sahibi ancak NPT dışında kalan ülkelerin varlığı, sistemin evrenselliğini baştan sınırlandırmıştır. Daha da önemlisi, günümüzün jeopolitik gerçekleri, artık bu düzenin ne etkili ne de kapsayıcı olduğunu ortaya koymaktadır.

Soğuk Savaş yıllarında nükleer denge, büyük ölçüde iki kutuplu bir yapının kontrolündeydi. ABD ve SSCB arasındaki stratejik silah kontrolü çerçevesinde yürütülen müzakereler, krizlerin belli sınırlar içinde kalmasını sağlıyordu. Ancak bugün benzer bir yapının varlığından söz etmek zor.

Çünkü artık çok kutuplu, parçalı ve kontrolsüz bir nükleer denge söz konusu. Çin, nükleer cephaneliğini sayıca büyütüp çeşitli füze sistemleriyle çeşitlendirirken; Kuzey Kore, nükleer silahlarını bölgesel pazarlık gücüne dönüştürmekte.

İsrail, resmî olarak nükleer güç statüsüne sahip olmasa da pratikte bunu yıllardır elinde bulunduruyor. İran ise henüz silaha dönüşmemiş bir program üzerinden uluslararası sistemi sınamaya devam ediyor.

Benjamin Hautecouverture’ün analizine göre, küresel nükleer düzen esasen bir “varsayım düzeni”dir. Yani gerçek işleyişi olan değil; belli başlı aktörlerin çıkarları doğrultusunda tanımlanmış, normatifmiş gibi gösterilen bir güç mimarisidir.

ABD, Rusya, Çin, Fransa ve Birleşik Krallık gibi ülkeler, NPT’nin tanıdığı ayrıcalıklı statüyle bu düzenin merkezine yerleşmiş; Hindistan, Pakistan, İsrail ve Kuzey Kore ise bu yapının dışında nükleer kapasite geliştirerek düzenin meşruiyetini tartışmaya açmıştır.

Bu ayrım, yalnızca hukuki değil; stratejik ve ahlaki bir krizi de beraberinde getiriyor. Zira düzenin merkezi aktörleri, nükleer silahların yayılmasını engellemeye çalışırken, kendi cephaneliklerini modernize etmeye ve genişletmeye devam ediyor.

Bu ikiyüzlülük, sistemi çelişkiler üzerine kurulu bir yapı hâline getiriyor. Hautecouverture bu durumu şöyle özetliyor:

Nükleer düzen, onun sürdürücülerinin çıkarlarına göre biçimlenen, geçmişe ait bir üstünlük rejiminin günümüze taşınmış halidir.


Bu gelişmelerin ortak noktası, nükleer silahların artık yalnızca savaş senaryoları için değil; diplomatik araç, caydırıcı koz ve ulusal prestij unsuru olarak da görülmesi. Böylece nükleer silahların varlığı, stratejik akıl yürütmenin değil, siyasi niyetin ve toplumsal korkuların bir parçası hâline geliyor.

Özellikle zayıf rejimler için nükleer silah, rejim güvenliğinin sigortası gibi işlev görmeye başlıyor. Bu da düzenin temelindeki “rasyonel aktör” varsayımını ciddi biçimde zedeliyor.

Burada önemli bir başka sorun daha ortaya çıkıyor: İkili ya da çok taraflı silah kontrol rejimleri giderek etkisizleşiyor. 1990’larda Irak’ın nükleer programının ifşa edilmesiyle başlayan şüpheci yaklaşım, günümüzde İran üzerinden yeniden şekilleniyor.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın gözetim yetkileri güçlendirilmiş olsa da nükleer faaliyetlerin sivil ya da askerî amaçlarla yürütüldüğünü ayırt etmek giderek zorlaşıyor. Çünkü teknoloji çok sayıda çift kullanımlı malzeme ve altyapı içeriyor. Bu da düzenin denetim kapasitesini sınırlıyor.

Hautecouverture, bu süreci “nükleer düzenin çatırdaması” olarak tanımlar. Ona göre, artık bir düzen değil; düzenin simülasyonu vardır. Devletler nükleer silah üretme kapasitesine eriştiklerinde değil; bu kapasiteyi kullanma iradesine sahip olduklarında tehdit haline gelir. Günümüz dünyasında asıl tehlike de burada yatıyor: Düzenin kendisi değil; o düzenin dışında kalan veya onu araçsallaştıran aktörler.

Bu çerçevede, Hindistan ve Pakistan örneği yalnızca bölgesel bir güvenlik problemi değil; küresel nükleer düzenin zayıflığını gözler önüne seren bir stres testi olarak okunmalıdır. İki ülke arasındaki her çatışma, NPT’nin sınırlarını; her uzlaşı ise sistemin hâlâ işler kalabildiği sınır bölgesini temsil eder.

NPT dışında kalan dört ülkenin nükleer silah geliştirmesi kadar, mevcut sistemin bu devletleri dışlaması da sorgulanmalı. Nükleer Tedarikçiler Grubu (NSG), bölgesel silahsızlanma girişimleri ya da Hint-Pakistan özelinde önerilen Güney Asya Nükleer Silahsızlanma Bölgesi gibi çabaların başarısızlığı, bu devletlerin güvenlik algılarının uluslararası sistemde yeterince karşılık bulamamasından kaynaklanıyor. Kapsayıcılığı ve güvenliği aynı anda sağlayamayan bir sistemin sürdürülebilirliği mümkün değil.
 


Hindistan-Pakistan krizi: Bir nükleer deneyim alanı mı?

Güney Asya, yalnızca çatışmaların değil; nükleer stratejilerin sınandığı, test edildiği ve yeniden yorumlandığı bir bölgeye dönüşmüş durumda. Hindistan ile Pakistan arasındaki her sıcak temas, yalnızca askeri operasyonel düzeyde değil; nükleer caydırıcılık açısından da yeni gözlemler üretiyor. Bu nedenle Güney Asya’daki krizler, adeta birer “nükleer laboratuvar” işlevi görüyor: Her kriz, teori ile pratiğin karşılaştığı, risk ile hesaplamanın iç içe geçtiği bir sınav niteliği taşıyor.

Modern War Institute tarafından yapılan değerlendirmede, bu krizlerin “otomatik nükleer tırmanış” ile sonuçlanmadığı özellikle vurgulanıyor. Taraflar arasında yaşanan her çatışma, belirli bir eşiğin altında tutuluyor; hedef seçimleri özenle konvansiyonel sistemlerle sınırlı kalıyor. Bu durum, Hindistan ve Pakistan’ın nükleer silahları mutlak caydırıcılar olarak kodladığını gösteriyor. Ancak bu kodlama, zamanla aşınabilecek bir yazılıma da dönüşebilir.

1999’daki Kargil Savaşı, 2001 Parlamento Baskını sonrası yaşanan seferberlik, 2008 Mumbai saldırıları ve son olarak 2019 Balakot hava operasyonları ile 2025’teki son kriz - tümü, nükleer gözetimin altında gelişen konvansiyonel angajman örnekleridir. Her seferinde diplomatik temaslar, uluslararası baskı ve iç siyaset dengeleri sayesinde tırmanma önlenmiştir.

Ancak her seferinde taraflar birbirlerinin sınırlarını biraz daha test etmiş, dokunulmaz kabul edilen bazı alanlara yaklaşmıştır.

Bu deneyimlerin ortak noktası, tarafların nükleer silahları bir çözüm aracı değil; çözümün sınırı olarak görmeleridir. Caydırıcılık burada yalnızca silahın varlığıyla değil; onun ne zaman, hangi koşulda ve ne şekilde kullanılabileceğine dair taraflar arasındaki sessiz uzlaşıyla işler. Bu uzlaşı, yazılı bir anlaşmaya değil; geçmiş krizlerden öğrenilmiş davranış kalıplarına dayanır.

Ancak her kriz, bu kalıpları ya güçlendirir ya da aşındırır. İşte Hindistan-Pakistan ilişkileri bu anlamda biriken hafıza üzerinden işler. Bu hafıza bir yandan caydırıcılığı pekiştirirken, diğer yandan yeni taktik alanlar açar.

Pakistan’ın geliştirdiği kısa menzilli nükleer başlıklar (örneğin Nasr füze sistemi), savaş alanı kullanımı için daha “kullanılabilir” silahlar algısı yaratıyor. Bu tür taktik nükleer silahlar, stratejik eşik kavramını bulanıklaştırıyor ve yanlış hesaplamaların artmasına neden olabilir. Hindistan’ın bu gelişmeye “soğukkanlı misilleme” doktriniyle cevap vermesi, istikrarı korumaya yönelik bir hamle olsa da bu tür silahların varlığı krizin doğasını kökten değiştirebilir.

Burada önemli bir ayrımı gözden kaçırmamak gerekir: Hindistan-Pakistan krizleri, büyük ölçüde “sınırlı savaşlar” kategorisindedir. Bu savaşlar, tarafların yaşamsal çıkarlarını değil; genellikle siyasi itibarlarını, iç kamuoyuna mesajlarını ve bölgesel kontrol algılarını ilgilendirir.

Bu nedenle nükleer eşiğin aşılması hem dış tepkiler hem iç dengeler açısından yüksek maliyetli bir adım olur. Taraflar, kazanç ile maliyet dengesini gözeterek hareket eder.

Ancak tüm bu analizlerin temelinde yatan varsayım, rasyonel aktörler varsayımıdır. Yani tarafların liderlik kadrosunun, askeri komuta zincirinin ve nükleer silahların kontrol yapısının işlediği varsayılır.

Oysa bir kriz anında yaşanacak kontrol kaybı, yanlış algı ya da iletişim kazası bu varsayımı hızla geçersiz kılabilir. 1983’te Sovyet subayı Stanislav Petrov’un yanlış bir nükleer saldırı alarmını durdurması gibi bir olayın, bu coğrafyada yaşanması hâlinde sonuçlar çok daha dramatik olabilir.

Sonuç olarak Hindistan-Pakistan ilişkileri, nükleer çağda savaşın yeniden tanımlandığı bir alana dönüşmüş durumda. Burada kullanılan her kelime, atılan her adım, yapılan her tatbikat; hem karşı tarafın psikolojisine hem de uluslararası gözlemcilere verilmiş bir mesajdır. Bu karmaşık iletişim dili içinde nükleer silahlar, yalnızca birer savaş aracı değil; diplomatik anlatının parçası hâline gelir.

Bu nedenle Hindistan-Pakistan hattındaki krizler, salt askeri değil; aynı zamanda stratejik iletişim, diplomatik denge ve kriz mühendisliği bakımından da küresel önem taşır. Burada yaşanacak bir hata, yalnızca iki ülkeyi değil; nükleer düzenin tamamını sarsacak sonuçlar doğurabilir.


Geleceğin tehlikeleri - Sessizliğin ötesine geçmek

Hindistan ile Pakistan arasında yaşanan son kriz, nükleer silahların kullanılmamasıyla sonuçlandı. Bu, ilk bakışta caydırıcılığın işlediğini gösteriyor olabilir. Ancak krizlerin tekrarı, bu sessizliğin bir başarı değil; sürekli sınanan bir kırılganlık olduğunu gösteriyor. Her seferinde eşiğe yaklaşmak ve sonra durmak, sürdürülebilir bir strateji değil; geciktirilmiş bir tırmanışın habercisi olabilir.

Günümüzde nükleer riskin doğası değişiyor. Hipersonik silahlar, yapay zekâ destekli karar sistemleri ve siber müdahale araçları, geleneksel caydırıcılığı geçersiz kılabilecek yeni tehditler üretiyor.

Aynı zamanda siyasi liderlik tarzları, özellikle popülist rejimlerde, nükleer silahların karar alma süreçlerini daha kişisel ve öngörülemez hale getiriyor. Bu gelişmeler yalnızca teknik değil; stratejik denge açısından da yapısal bir kırılma yaratıyor.

Öte yandan kamuoyunun nükleer silahlar karşısındaki duyarsızlığı, bu silahların artık olağanlaşmış bir tehdit olarak algılanmasına yol açıyor. Bu durum, hükümetlerin daha az hesap verir hale gelmesini kolaylaştırıyor. Ancak nükleer bir patlama gerçekleştiğinde, bu duyarsızlık, geri döndürülemez sonuçlar doğuracak bir gaflete dönüşebilir.

Krizlerin yönetimi artık yalnızca taraf ülkelerin değil; Çin, ABD ve diğer büyük aktörlerin arabulucu kapasitesine de bağlı. Fakat çok kutuplu bir sistemde bu tür müdahalelerin eşgüdümü giderek zorlaşıyor.

Hindistan-Pakistan hattında yaşanacak bir hata, küresel nükleer düzenin tüm denge sütunlarını çatlatabilir.
Bu nedenle sessizliğin kendisi ne bir politika ne de bir güvenlik garantisidir.

Sessizliği sürdürebilmek, onu sağlayan yapısal, teknolojik ve diplomatik unsurların sürekli olarak yeniden inşa edilmesini gerektirir.

Nükleer çağda sessizlik bir politika değil, sınanmış bir reflekstir. Ve bu refleks, kalıcı bir düzenin değil; ertelenmiş bir çöküşün işaretçisi olabilir.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU